22 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 2 MART 2011 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Önseçim ve CHP Milli Görüş ERBAKAN unutulmayacak. Elbet, değişik açılardan bakıldığında çeşitli nitelikleri ve erdemleriyle. İnancının derinliği, azminin sürekliliği, zekâsının keskinliği, mücadele dayanıklılığı, bilgi sağlamlığı, ağır sanayi tutkunluğu, teknoloji yatkınlığı, üslup renkliliği, nezaket inciliği, kısacası onu o yapan kendine özgü bir yığın özelliğiyle. Ama, her şeyden önce ve her şeyden sonra, bütün bunları “Millî Görüş” dediği bir temel bakış açısına oturtma çabasıyla. iç kuşkusuz, zaman zaman farklı biçimde yorumlanabilen, çok yere çekilmek istenen, değişik zümrelerce etiketlenen, şimdi siyasal mirasçılarınca hiç değilse Saadet Partili etkinliklerinde ve resmi yayınlarında benimsenen bir bakış açısı bu. Ama, gerçek yandaşları ile taklitlerinin rasgele yan yana geldikleri bir ortamda gerçek Milli Görüş’ün onları kolayca birbirinden ayırmaya yarayacak bir “turnusol kâğıdı” niteliği taşıyıp taşımadığı artık tartışma konusudur. Belki kesin olarak söylenebilecek tek yargı, Necmettin Erbakan’ın “yetiştirdikleri” denen şimdiki AKP kadrosunun o görüşten en çok uzaklaşan, hatta ona ters düşen bir topluluk olduğudur. öyle olduğu içindir ki, Milli Görüş’ün ne demek olduğunu anlamak için herhalde en doğru yöntem, güncelliğini sürdüren bazı sorunları teker teker ele alıp Erbakancı görüşün vaktiyle o soruna nasıl baktığını anımsayarak karşılaştırmalı bir irdelemeye girişmek olabilir. Örneğin, Kıbrıs sorunu. Erbakan, ulusalcı görüşüyle, haklı ve güçlü olduğuna inanılan öyle bir davaya sonuna kadar bağlı kalmış, hatta savaşı göze almakta ısrarcı olmuş değil midir? Denktaş’ı ve yanındakileri dışlayıp uyduruk bir AB üyeliği vaadi uğruna o davadan vazgeçmeye hazırlanmış olanlar “Milli Görüşçü” sayılabilirler mi? Hele AB’ye tam üyelik sorunu. Erbakan’ın “Hıristiyan Kulübü” dediği bir kuruluşa girmek için Gümrük Birliği’nin iyi pazarlık edilmemiş koşullarına katlanmak ve iğreti bir Avrupalılık uğruna Cumhuriyetin ulusdevlet ilkelerini etnik açılımlara kurban etmeye kalkışmak Milli Görüş’le bağdaşır mı? Kavramları fetişleştirmek tehlikelidir. Kendisini sosyal demokrat bir parti olarak tanımlamasının doğal gereği olarak demokratik değerlere ve yöntemlere önem veren CHP tabanı, önseçim konusunu da eleştirel aklın süzgecinden geçirmeli ve fetiş haline getirmemelidir. Meral ÖZTOPRAK SAĞIR iyaset insan için ve insanla yapılan bir etkinliktir. Siyasetin başlıca aracı olarak siyasal partiler, bir yaşam tasavvuru etrafında insanların özlemlerini, beklentilerini hayata geçirmek için iktidara gelmeyi hedeflerler ve bunu da “kadro”ları vasıtasıyla yapmak durumundadırlar. Bu kadrolar “iyi” ise tabanın beklentilerini karşılamanın önemli bir koşulu yerine gelmiş demektir. “İyi” öznel bir kavramdır ve bir şeyin iyi olması en başta o şeyin var oluş nedeninden bağımsız değildir. Bu neden, siyasal partiler için açıkça iktidar hedefi olduğuna göre, 2011 genel seçimlerinin yaklaştığı şu günlerde ana muhalefet partisi, yani demokrasilerin işleyiş mantığına göre iktidar alternatifi olması beklenecek CHP’nin aday belirleme yöntemi partililerin merkezi konularından biri olmaktadır. Bilindiği gibi, başta seçim sistemi ve siyasal partiler yasası olmak üzere pek çok nedenle CHP’nin elinde aday belirleme konusunda sonsuz seçenek olduğu söylenemez. Seçenekler, merkez yoklaması, eğilim yoklaması ve önseçimden ibarettir. Bu yöntemlerden ilk anda kulağa en demokratik, dolayısıyla “en iyi” gelenin önseçim olduğu düşünülebilir. Nitekim eğer sağlıklı bir üye yapısı olduğu tartışmasızsa, önseçim, tabanın özgür iradesini “kolektif amaçlar” için ortaya koymasına uygun ise bu yanlış bir algı olamaz. Ama üye kayıtlarından başlayan önseçim süreci, bazı parti içi hesapları önde tutmaya mü S Sosyolog H B sait, fakat partiyi iktidar hedefine ulaştırmaya uygun düşmüyorsa önseçimin şu günkü verili koşullarda mutlak olarak en demokratik ve en iyi aday belirleme yöntemi olduğunu iddia etmek olanaksızdır. Unutmamak gerekir ki “CHP’nin önseçim yapan tek parti biziz” propâgandasını en üst perdeden yaptığı 1999 seçimlerinde parti barajı geçememiştir. Kavramları fetişleştirmek tehlikelidir. Kendisini sosyal demokrat bir parti olarak tanımlamasının doğal gereği olarak demokratik değerlere ve yöntemlere önem veren CHP tabanı, önseçim konusunu da eleştirel aklın süzgecinden geçirmeli ve fetiş haline getirmemelidir. Çünkü, önkoşulları sağlanmamış önseçim yönteminin iktidar hedefine hizmet etmesini beklemek gerçekçi değildir. Genel merkezin de neticede partinin en üst organı olan kurultay tarafından seçildiğini hatırda tutarak, üst yönetim, önseçim konusunu bu haliyle demokratik bir ilkelilik konusu yapmadan, esnek, tüm aday belirleme yöntemlerini uygulama kararı alabilir.Yöresel özellikler ve örgütün yanı sıra daha geniş olarak üye ve seçmen tabanının benimseyebileceği ve iktidar ümidini seçmene verebilecek adayların belirlenmesinde, genel merkezin inisiyatif alması yalnızca hakkı değil sorumluluğudur da. Ancak, bu hakkın kullanılmasında başarısızlık olursa bunun etik gerekleri de sır değildir. Başka bir deyişle, yapılacak olan partinin iradesini oluşturan yerel ve merkez paydaşların (seçmenler, üyeler, yerel ve merkez yöneticiler) aday tercihlerinin, yasanın öngördüğü tüm aday belirleme yöntemleri ve genel başkanın liderliğiyle, gerekli olduğu düşünülen biçimde ve yerde uygulanmasıdır. Daha demokratik aday belirleme yöntemleriyle ilgili yasal çabalar ise mutlaka seçim vaatleri paketinde yer almalıdır. CHP’nin 2011 seçimleri öncesinde bir yönetim değişikliği yaşamasının bir şans mı, yoksa şanssızlık mı olduğunun henüz yanıtı alınmış değildir. Kılıçdaroğlu ve ekibi, yönetimi ’80 sonrasında CHP yönetimini esas olarak elinde tutmuş ve ister kendilerinden, isterse yapısal veya konjonktürel nedenlerden ya da bütün bunların sonucu olarak kayda değer bir seçim başarısı gösterememiş bir kadronun elinden devralmıştır. Netice de bu “değişim”in bir fırsata dönüştürülmesi başarının göstergesi de olacaktır. Eğer “demokratik” görünme adına yaygın bir biçimde önseçim yapılacaksa, bu yalnızca mevsimlik bir vitrin dışında hiçbir şeyin değişmemesi anlamına gelir. Oysa tüm yöntemler bir arada ve dikkatle kullanılırsa bu geniş kitleler için partinin geleceğine yönelik ümidi yükseltecektir. Merkez yoklaması yapmanın sorumluluğunun genel başkan başta olmak üzere doğrudan üst yönetime ait olacağı açıktır. Türk siyaset geleneğinde her zaman parti üst yönetimleri başarısızlık durumunda bu sorumluluğun gereğini yerine getirmeseler, seçim ve dolayısıyla zaman kaybettirseler de, sorumluluğun sahibinin açık olması yine de iyidir. Sonuçta, cesaretle, iyi niyetle ve Türkiye gerçeği dikkate alınarak önseçim, eğilim yoklaması ve merkez yoklamasının tümünün yerindelikle kullanılması CHP’nin en temel iddialarından biri olması gereken “fırsat eşitliği”nin sağlanmasına da olanak verecektir. tergesi olduğu kadar, demokrasinin ulaştığı düzeyin de büyütecidir. Birleşmiş Milletler gibi, dünyanın en yetkin platformlarına kadının sesinin olumsuzlukların üzeri örtülerek yansıtılıyor olması, ülkeler sıralaması içindeki geri konumumuzu gizleyemiyor. Ancak ülke yönetiminin sorunların üzerine gitmek yerine, atılan olumlu adımlar varmış gibi örten yaklaşımı, geleceğe yönelik kaygılarımızı arttırıyor. Kız çocuğa “rıza gösterdiği” üzerinden yüklenen suçlama ile tecavüz edenleri koruma altına alan bir anlayışın mahkeme sonucu olarak karşımıza geliyor olması, hukuk alanının da kültürün sorunlu birikiminden kaçınılmaz olarak beslendiğinin göstergesi değil mi? Kadına fiziki saldırılar ve kadın cinayetleri artarken, nasıl çözümleneceği konusuna eğilmek yerine; üniversite gibi üst düzey kurumlarda toplumu yönlendiren kişilerin kadını hedef gösteren sözlerle, aşağılayıcı şekilde sözlü saldırı yapmaktan kaçınmaları ve kadınlara yönelik fiziki saldırı, taciz ve tecavüzü özendirmemeleri gibi bir uyarı (suç duyurusu) yapmak gibi bir gereklilik ortaya çıkıyorsa, kadınların hak ve özgürlükleri konusundaki geri gidişten daha çok kaygılanmak gerekmez mi? Sorunun adını “kadın” koymak yanlış, sorunlu olan kadına bakış açımız!.. Bu çarpık kültürü dönüştürmek yerine, hâlâ bundan beslenmeyi seçiyorken birileri, kadınların dramına seyirciliğimiz sürecek demektir. İnsan ve onur birbirinden koparılamaz. Kadının bedeni üzerinden tanımlanan “namus” kavramına değil, onuruna yığılsak hepimiz; insanı öne çıkaran bir kültürü oluşturmak için ilk adımı da atmış olacağız. AB’nin Neresine Gireceksin?.. AB’ye almak istedikleri; demokrasisi, hukuku, insan hakları, laik yapısı, modern kadınları, iyi eğitilmiş gençliği, ışıltılı geleceği olan… Kısacası Atatürk’ün Türkiyesi idi… Arabistan’a benzetilen Türkiye değil… Önceki gün Almanya’ya gitmiş “Bizi niye AB’ye almıyorlar” diye yakınan Başbakan’ı dinlerken bunları düşündüm… İnsan dönüp bir kendine bakar: AB’ye uyan yan kaldı mı?.. Hangi AB ülkesinde Anayasa Mahkemesi’nin “irticaın merkezi” saydığı bir iktidar ülkeyi yönetmeye devam edebilir?.. Ve devam ederken, Anayasa Mahkemesi’nin o kararını savunanları toplayıp toplayıp hapishanelere doldurabilir?.. Kendisi orada “irticaın merkezi” olarak oturmaya devam ederken... Pekiiii… AB ülkelerinde var mıdır: Cumhurbaşkanı; şüpheli… Başbakan; sanık… Onlara dokunulamaz hadi… Ama o dosyaları açtıkları için başına gelmeyen kalmayan hâkimlersavcılar… Misal; AB demokrasilerinde, ülkeyi bir tarikatın ele geçirmesi ihtimali olabilir mi?.. Anayasayı kendine göre değiştirdiğinde Başbakan kürsüye çıkıp o tarikatın ABD’de yaşayan hocasına “teşekkür” ettiğine göre… Demek ki referandum da dahi tarikatın eli vardı... Başbakan Almanya’da “AB’ye bizi niye almıyorlar” diye kızarken zaten, o yaşlı gurbetçi vatandaş beyaz kefen bezini attı önüne… Cemaat dolandırmış kefen parasını çünkü… İşte; iki sene önce Alman yargısının mahkum ettiği… Türkiye’de ise “kamu yararına çalışan dernek” sayılıp da bir türlü kapağı açılamayan Deniz Feneri… Var mı AB’de böyle bir şey?.. Yok… Eee neresine gireceksin AB’nin?.. Unutun gitsin… Kadın Değil, Kadına Bakış Sorunlu! Prof. Dr. Tülay ÖZÜERMAN lkemizin kadınla ilgili tartışma gündemi çok yoğun. Bu yoğunluk, yazık ki kadının Ü kazanım hanesine değil, haklar alanının boşaltılması üzerine yığılmakta. Toplumdaki sorunlara parmak basmanın yanında, gidermeye yönelik çözüm önerilerinin geliştirildiği akıl ve bilim yuvası olması gereken üniversitelerden profesör unvanını taşıyan kişilerin kadına sorunlu bakışını kürsüsünden yansıtıyor olması gidişatın vahametini yansıtırken; kadına yönelik şiddet, demokrasimiz ilerledikçe (!) azalacağına artıyor. Kadının nasıl giyinmesi, nasıl davranması gerektiği üzerine, kadına giydirilen “namus” kavramı üzerinden üretilen baskı, özünde insan hak ve özgürlüklerine aykırı. Türkiye’de kadın hakları sorunu, kadınların çözmesi gereken sorun gibi algılanıp, biz kadınların hemcinslerimizin başına gelenlere karşı kendi aramızda toplaşarak yansıttığımız tepkilerle çözülemez. Sorunun kaynağı ve parçası olan erkek egemen anlayışın, sonuçta karar vericilerin de erkek olması nedeniyle kadını giderek alanı daralan bir çember içinde kıskaca alan bir kısırdöngüsü var. Bu girdaba dönüşen döngüde kadının tartışma başlığı olarak çoğaltılması sorunu azaltmak yerine çoğaltıyor. Kadınlara her alanda eşitliğin sağlanması için sürekli bir çabanın kurumsallaştırılması için yeterince gecikildi. Kadınları ilgilendiren olaylarda kolluk kuvvetlerinden yargıçlara varıncaya, soruşturma ve karar süreçlerinde eşitlik eğitiminden geçmiş, kültürün erkek egemen vurgusuna sorgulayıcı yaklaşan kadın görevlilerin sayısı çoğaltılmalı. Kadını “dekolte”si ile tecavüzcüye işaret eden son açıklama üzerine anlaşılmıştır ki; ilahiyat alanında da dini çarpıtmadan yorumlayan kadın aydınlar yetiştirilmesi zorunludur. Kadına nasıl davranıldığı, insana verilen önem ve değerin gös C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle