22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 16 MART 2011 ÇARŞAMBA 2 BENİMSEDİĞİMİZ Batılı ölçülerle ortaya konan istatistikler toplumdaki açlık sınırını kabaca yüzde on, yoksulluk sınırını da yüzde yirmi civarında gösterir çoğu zaman. Bu oranlar bile başlı başına üzücüdür elbet; ama ölçümler bunların da üstüne çıkınca kahrolmak işten değildir. Yüzüncü yılını doldurmaya yaklaşan bir cumhuriyette böyle rakamlar utanç verici değil mi? Ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı inşallahlarla maşallahlara bağlamak yerine ciddi planlamayla yola çıkışımızın üstünden yarım yüzyıl geçmiş olduğu halde özlediğimiz toplumu henüz yaratamamış olmamız büyük ayıbımızdır. emek ki, yaklaşık üçüncü beş yıllık plan döneminden sonra başlayan ve üzerinde artık önemle durmayı gerektiren bir ciddiyetsizlik, disiplinsizlik söz konusu. Parlak hiçbir nutuk, güçlü hiçbir propaganda, bazı başarılarla süslenmiş hiçbir başarı öyküsü hâlâ açlık ve yoksulluk sözü edilebilen bir Türkiye’nin bu ayıbını örtemez. Yalnız bu rakamlar değil, sokaklarında dilenciler görülen, caddelerinde uzun OLAYLAR VE GÖRÜŞLER tartabilenlerden Profesör Gülten Kazgan, olanca açıklığıyla bir kez daha “Dıştan gelen sıcak parayla kalkınma olmaz” dedi geçen hafta. Tasarrufu teşvik etmek yerine tüketimi kamçılayan, borsa oyunlarına katılmayı yatırımcılık sayan, devletin bütün görevlerini tepeden tırnağa taşeronlaştırma zincirlerine dönüştüren bir ekonomi politikasıyla ne ölçüde sağlıklı bir kalkınma ortaya çıkacaktır? Örneğin, başarı örneği olarak gösterilen dört şeritli bölünmüş yolların ve gecekonduları ortadan kaldıran toplu konut tasarımlarının gerisinde ciddi bir ekonomiksosyal kalkınma planı mı yatıyor? Yoksa, yandaş müteahhitlere yönelik bir kaynak savrukluğu mu söz konusudur? Bir köşesinde açlığın, bir yanında da savrukluğun hüküm sürdüğü bir ülke sağlıklı kalkınıyor sayılır mı? ‘Beyaz Buluşma’yı Düşünürken Hasan AKARSU Açlık ve Savrukluk namlulu silahlarla adam vurulan, çöp varillerinde yeni doğmuş bebek cesetleri bulunan, yalnız köylerinde değil büyük kentlerinde de namus cinayetlerine, dövülen, tecavüze uğrayan kadınlara rastlanan bir Türkiye hepimiz için utandırıcı bir görüntü değil midir? İç karartıcı böyle anlatımları çoğaltmaya gerek yok. En azından son çeyrek yüzyılın toplumuna ve onu değiştirmek için kullanılan yöntemlere ekonomik, sosyal ve kültürel boyutlarıyla tam bir bütünlük içinde yeniden bakmak artık kaçınılmazlaşmıştır. skiden beri ekonomik kalkınma yöntemlerimizi en doğru D E NOT: Yazarımız yurtdışında olacağından cuma ve cumartesi yazılarını yazamayacaktır. 4 Mart Tıp Bayramı olarak kutlanıyor yurdumuzda. Her meslek grubunun bayramı olduğu gibi doktorlarımızın da bayramı olması anlamlıdır. Doktorların, genel olarak sağlıkçıların eğitimlerini gözlediğimizde hep Köy Enstitülerini anımsarız. Onlar da, iş içinde eğitimi uyguladıkları için iyi yetişiyorlar, gittikleri yerlerde ilk yardımı başarıyla yapabiliyorlar. Atatürk’ün sözünü tam olarak hak ediyorlar: “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz.” Her Tıp Bayramı’nda, Sivas Kongresi’ne, tıp öğrencilerini temsil etmek için katılan Tıbbıyeli Hikmet’i ve anlamlı sözlerini düşünürüz: “Paşam, de 1 legesi bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya istiklal davamızı başarmak yolundaki çalışmaya katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar da her kim olursa olsun, şiddetle reddederiz… Manda düşüncesini siz kabul ederseniz sizi de reddeder; Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil, vatan batırıcısı olarak adlandırır ve kınarız.” Mustafa Kemal, bu gencin söylediklerinden etkilenir ve ona şunları söyler: “Evlat müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi, mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal ya ölüm!”. Pusu... Başbakan “Hangi gazeteci bizi eleştirdiği için susturuldu, söylesinler” deyince, karımla göz göze geldik... Başkası adına utanma duygusuydu o... Hemen önümde duran, daha önce çalıştığım gazetelere gözüm takıldı… Yeniden bir onlara, bir birbirimize baktık… Oralardan ayrılma zorunda kaldığım süreçleri, benimle birlikte tarumar edilen, atılan, kovulan arkadaşlarımı düşündüm… Hapistekileri… Tutukluları… Yaşamı karartılanları… Yok edilenleri… Ve Başbakan’ın “Biz yargıya müdahale edebilir miyiz?” diye sorduktan sonra, aynı konuşmanın içinde bile içerdekilerin suçlarını “Anayasal düzeni zorla değiştirmeye kalkmak, silahlı terör örgütüne üye olmak…” diye karara bağlaması... Yine aynı konuşmanın hemen iki paragraf altında, bizlere uyguladığı yöntemi açıklaması: “Muhtar bile olamaz diyen medyayla çarpışa çarpışa geldik…” Ne çarpışması vicdan… Sadece eline devlet gücünü geçirmiş, kin ve nefretin yok edişi var… Telefonlarımızla evlerimizin içine kadar sızan, bilgisayarlarımızı birer sinsi dedektife çeviren, kalemlerimizi mesleğimizin darağacına dönüştüren kin ve nefret… “Çarpışma”nın biraz olsun mertliği, azçok yiğitliği, zırnık kadar da olsa dürüstlüğü vardır… Medya patronlarının kulağına küpe yapılan ve “maaşını sen veriyorsan sustur” emirlerinin… Aydınların yatak odalarında iç çamaşırların arasında darbe kanıtları aramanın… Hadi olmadı; telefonlara girip, sinsi sinsi dinlemelerin neresi çarpışma?.. Devletin ele geçirilmiş yargı ve polis gücü ile insanları evlerinden alıp mahkum etmeden infaz etmenin “çarpışmaya” benzer tarafı neresi?.. “Çarpışma”nın bir onuruşerefi vardır… Hadi oyun de… Baskın de… Tuzak de… Ama “çarpışma” olmaz… “Çarpışma” yiğit insanların işidir… Pusu de… C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle