25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 14 MART 2011 PAZARTES dishab@cumhuriyet.com.tr 10 DIŞ BASIN Merkel Avrupa’yı bir arada tutabilir lman Şansölyesi Angela Merkel Avrupa’nın geleceğini avucunun içinde tutuyor. Zira Avro bölgesindeki “ülke borcu” krizinin çözümü için anahtar en büyük borç veren ülke olan Almanya’nın elinde duruyor. Kıtanın bu ekonomik devi AB’nin ne yöne gideceğini tayin edecek olan en önemli belirleyici. Ve bugün Avrupa bir yarılma riskini göze alarak, hatta nihai olarak İngilizlerin birliği terk edişi pahasına, birliğin yönünü ekonomik liberalizmden uzaklaştıracak bir yörüngeye yerleşebilir. Merkel’in ayakta uyurken bu tehlikeye doğru yürüyormuş gibi bir hali var. Sağlam sezgileri ve becerileri olan bir siyasetçi olarak AB için bir vizyonu yokmuş gibi görünüyor. Avro bölgesindeki sorunlar için dizginleri ele alırken inanılmaz derecede yavaş hareket etti. Bu büyük oranda Alman seçmenlerin Yunanistan, İrlanda ve belki de Portekiz gibi zayıf ülkelerin kurtarılmasını istememelerinden kaynaklandı. Kendi vatandaşlarına AB coğrafyasının kenarlarda kalmış bu müsrif ülkeler üzerinde tam bir Alman disiplini uygulayacağı konusunda güvence A edebilirler. Merkel bunu fark edip, bu durumdan hoşlanmayacak kadar akıllı biri, ancak bugüne kadar bu gidişatın önüne geçebilecek kadar da cesur davranmadı. Tek bir ‘Dışlanan’ ülkeler para biriminin Avrupa’yı silahlarını kuşandı bölebileceğine dair Bu hafta yapılacak iki korkunun en az 1992 toplantı bu kaygı verici yılında imzalanan gelişmeyi ortaya seriyor. Mastricht anlaşmasına Angela Merkel 27 ülkenin devlet ve kadar giden uzun bir hükümet başkanlarını bir araya getirecek tarihi var. Almanya, Avrupa’yı bir arada zirvenin hemen ardından üyelerin onunu tutabilmek için hayati bir rol oynadı. dışarda bırakan bir başka zirve daha 1990’ların Almanyası Fransa’nın yapılacak. Bu durum Brüksel’deki Avrupa Merkez Bankası (AMB) işleyişin gizemli tarafı gibi görünebilir. karşısında bir denge unsuru Avro entegrasyonuna en çok kuşkuyla oluşturabilmek amacıyla önerdiği bakan İngiltere kendisini, bunu çok “ekonomik yönetim” tasarısını önemsemiyormuş gibi göstermeye AMB’nin bağımsızlığını tehlikeye çalışıyor. Ama diğer “dışlanan” ülkeler atmak kaygısıyla inatla reddetmişti. silahlarını kuşandılar. Tarihçiler bu 1999’da Avro kullanılmaya başlamadan gelişmeleri AB’nin bölünerek, bir önce zamanın İngiltere maliye bakanı tarafta daha dominant, şirketlerin Gordon Brown, kendisini dışarıda baskısına boyun eğen bir Avro bırakan bir “maliye bakanları Avro bölgesinin, diğer tarafta ise daha küçük, grubu” kurulmasına direnmişti. Fransız ama daha liberal bir dış bölgenin ortaya mevkidaşı Dominique StraussKahn çıktığı dönüm noktası olarak tespit ise “Hiçbir evlilikte yabancılar yatak vermeye çabalarken Avro bölgesinin rolünün AB’nin ekonomi politikalarının oluşumunda büyük ölçüde artmasına da izin veriyor. Avrupa’nın bölünmeye başladığı hafta olarak hatırlanabilir. Ama bunu durdurabilecek bir kadın var. odasına Bu hafta Arap Dünyasında Yıkılan Dikta Rejimlerinin Perde Arkası Üzerine... Tunus halkının, Bin Ali’nin yirmi yıllık dikta ve soygun rejimine başkaldırışı ve despotun ailesiyle birlikte ülkeyi terk etmesiyle başlayan ve çok geçmeden Mısır’a; Libya, Bahreyn, Yemen ve Ürdün’e ve yakın gelecekte Cezayir ve Fas’a uzanması, kuşkusuz kimse için sır değil. Ancak bu ülkelerdeki baskı rejimlerinin birbiri ardından, ne ki birbirlerinden farklı olarak yıkılıp gitmelerinde salt “yeter artık” diyerek meydanları dolduran milyonların rolünü küçümsemeden, uzun yıllardan bu yana bu dikta rejimleriyle içli dışlı ilişkiler sürdüren, bir bakıma bu rejimlerin ayakta kalmalarını sağlayan Avrupa ve özellikle de Birleşik Devletler’in belirleyici payı gözden kaçırılmamalıdır. Nitekim Mısır diktatörünün Tahrir Meydanı’nı dolduran halk yığınlarının kararlı direnişine karşın olayı, dayandığı askeri gücün de yardımıyla bir iki tavizle geçiştirip işbaşında kalmanın yollarını arayan Mısır despotunun, son aşamada Birleşik Devletler’in silahlı kuvetlerinin sorumlularının Mısır’ın ‘despot’a arka çıkmaktan vazgeçmeleri yönündeki doğrudan baskı ve uyarılarının payı göz ardı edilmemelidir. Bu konuda Mısır’ı ayrıcalıklı stratejik müttefiki olarak gören Birleşik Devletler, kuşkusuz Süveyş ve bölgedeki vazgeçilmez çıkarları için, politik desteğin yanı sıra otuz beş yıldır her yıl büyük bölümü askeri olan üç buçuk milyar dolar yardım yapmaktadır. Karşılığında tek istediği Mısır’ın İsrail’le de iyi ilişkiler içinde olmasıdır. Biraz da bu yüzden Mısır’ın baskı rejimiyle yönetilmesinin ABD için fazla kıymeti harbiyesi bulunmamaktadır. Dahası ABD’nin çıkarları açısından bu ülkede istikrarı sağlayarak ülkedeki ABD çıkarlarını riske atmayan bir dikta rejiminin demokratik rejimlere kıyasla çok daha işine geldiği kimsenin saklısı değildir. Başkan Obama, bir süredir bölgedeki Amerikan askeri üslerinin Arap dünyasındaki isyan hareketleri tarafından kuşatılmış olmasından tedirginliğini saklamıyordu. CIA kaynaklı bir analize göre Başkan Barack Obama ve ekibi Mısır’da isyan patlak verdiğinde olaya hayli gecikmeyle tepki göstermişti. İran körfezinde Kızıl Deniz’e açılan bölgedeki Bahreyn ve Yemen’deki olaylara tepkide gecikilmesi yanında Amerika’nın bu olaylarda da hazırlıksız yakalandığı ileri sürülmektedir. Oysa bugün kontrolden çıkmış ayaklanmalarla karşı karşıya kalan Washington’ın bu iki müttefikini kaybetmeye hiç niyeti olmadığı bilinmektedir. Zira AB’nin bu ülkelerde iki önemli askeri üssü bulunmaktadır. Küçük Bahreyn Krallığı’nın başkenti Manama ise iki stratejik üsse ev sahipliği yapmaktadır. V. Filo’nun deniz üssü ve iki bin beş yüz deniz piyadesiyle ABD’nin merkez kumandanlığının bu ülkede konuşlandığı ise biliniyor. Bu üslerde konuşlandırılan V. ve Akdeniz’deki VI. Filo’nun görevi, Tahran’a karşı İran körfezinin ve Süveyş’in denetlenmesiydi. Sonuçta, iyi haber almasıyla ünlü Fransız ‘mizah’ gazetesi Le Canard Enchaine’in dış politika editörü Claude Agnelli’nin gazetenin 23 Şubat 2011 tarihli sayısında yayımlanan yazısında değindiği gibi Barack Obama, sözü geçen ülkelerdeki üslerini korumak için bu ülke yönetimlerinin sokağa dökülen halka karşı şiddet kullanmaması, dahası onların kimi demokratik taleplerinin yerine getirilmesi için en açık şekliyle bu ülkelere baskı seçeneğini kullanmakta tereddüt etmiyordu. Ne ki bir ülkede diktatör eğer halk nazarındaki prestijini sıfırlamışsa, bu ülkede istikrarın, dolayısıyla da stratejk müttefikin bu ülkedeki yüksek çıkarlarının da tehlikeye girdiği anlamına gelmektedir. Bu aynı zamanda prestiji sıfırlanan despotun ‘kulanılma tarihinin’ sona erdiğini de göstermektedir ve reel politikaya uygun olarak söz konusu despotun yönetimden uzaklaştırılmasının gerçekleşmesi yönünde çaba zorunlu hale gelmektedir. Nitekim Mısır’da Mübarek’in iktidarı bırakmak için ayak sürümesini önlemek amacıyla ABD ona destek veren orduya doğrudan baskı yaparak despottan desteğini çekmesini sağlamıştır. Canard’ın dış politika editörü Agnelli’nin anılan yazısında Fransız diplomatik ve haberalma servislerine dayanarak yazdıklarına göre Birleşik Devletler Silahlı Kuvvetler Kurmay Başkanı Mike Mullen, Mısırlı mevkidaşı Mareşal Tantavi’yi telefonla arayarak ordunun despottan desteğini çekmesini talep etmiş, ardından 27 Ocak 2011’de Mike Mullen’in yardımcısı James Cartwright Mısır orduları başkanına, “Eğer ülkeniz İsrail’le iyi ilişkileri sonlandırırsa yardımları keseriz” uyarısında bulunmuş ve bu uyarı kısa sürede etkisini göstererek despotun ailesiyle birlikte bindiği helikopterle 11 Şubat’ta Kahire’den uzaklaşmasını sağlamıştır. Diğer Arap ülkelerindeki gelişmeler ise, birbirlerinden farklı seyretmektedir. Bugün topun ağzında, sonuna kadar direnme kararı alan Libya diktatörü Kaddafi vardır. NATO askeri müdahaleye hazır durumda olduğunu açıklamıştır. Ne ki Kaddafi de Batı’nın askeri müdahalesine karşı ‘göç’ silahını kullanacağını açıklamıştır. Bu her şeye karşın, Sarkozy’nin Fransası dışındaki kimi Avrupa ülkelerini askeri müdahalede kararsızlığa itmiş görünmektedir. Ne var ki, yine de Kaddafi’nin günlerinin sayılı olduğu söylenebilir. alınmaz” diye kestirip attı. Aleni bir biçimde iki vitesli bir Avrupa niye sorun olsun? İngilizler kendi edilgenliklerini birçok AB politikasının ve kurumunun ancak Schengen bölgesi, savunma işbirliği ve AB patentinde olduğu gibi, bütün üyeleri dahil etmedikleri için işlerlik kazanabildiğine işaret ederek savunuyorlar. Avro bölgesindeki grubun tek bir pazarda istedikleri gibi oynamalarına Avrupa Komisyonu ve Avrupa Adalet Divanı’nın izin vermeyeceğini ve grup içindekiler örneğin vergilerle ilgili bir adım atmaya yeltendiğinde grup dışındakilerin bu adımı veto edeceğini söylüyorlar. İngiltere Başbakanı David Cameron, “Avro bölgesi ekonomik yönetim istiyorsa, bırakın yapsınlar, bu bizi etkilemez” diyor. Bu basiretsizliktir. Avrupa projesinin tarihi, ortak tarım politikasından temel haklar sözleşmesine kadar küçük gruplar tarafından oluşturulup sonradan daha geniş gruplara yamalanan politika örnekleriyle doludur. Başta İsveç, Polonya ve Danimarka olmak üzere, dışarda kalmış diğer ülkeler bunu İngiltere’den çok daha net bir biçimde görebilmektedirler. Bu ülkeler ilk defa Merkel tarafından ortaya atılan, “Avro bölgesi liderlerinin daha sık bir araya gelmeleri ve politikalar üzerinde daha fazla söz hakkına sahip olmaları” yönündeki fikirlere kızgınlıkla tepki gösterdiler. Bu sadece bir iktidar değil aynı zamanda bir felsefe sorunu. 17 üyeli Avro grubu 27 üyeli AB’den daha az liberal. Aradaki ayrım her zaman çok net değil. Avro bölgesinde Hollanda, İrlanda ve Finlandiya gibi liberal ülkeler olduğu gibi Avro dışında da Macaristan ve Romanya gibi daha az liberal ülkeler var. Ama Avro bölgesinin ağırlık merkezi daha az liberallerin olduğu yerde. Örneğin Merkel ve Fransa’nın Sarkozy’sinin desteklediği “Rekabet Paktı” şimdilerde “Avro Paktı” denilen girişim daha sonra vergi oranlarında harmonizasyona doğru bir adım olarak nitelendirilebilecek “firma vergilerinin uyumlu hale getirilmesi” fikrini de içeriyor. Londra aksi isitikamete... Mevlana tartışması... SADIK MELEKİ (*) rtuğrul Günay, bir soru üzerine İran’ın Mevlana’ya sahip çıktığı yönündeki haberleri değerlendirip şöyle yanıt vermiştir: “Mevlana’nın soyadı ve dünyada bilinen ismi Rumi’dir. Rumi Anadolulu demektir. Mevlana deseniz ABD’de bir kitapçıda yüzünüze bakarlar. Ama Rumi dediğinizde dünyanın dört tarafında bilirler. Rumi, Roma toprağı, Anadolu’yu kastetmektir. Mevlana’nın evrensel ismi Rumi’dir. Bunu geçen yıl Şebi Arus’ta anlatmıştım. Demek ki bir kez de dönüp İranlılara tercüme edeceğiz herhalde. Mevlana, Afganistan’da doğup babasıyla birlikte İran’dan geçip Anadolu’ya yerleşmiş. Bütün öğrenimi, bilgisi, tefekkürü Anadolu’da şekillenmiştir.” Bu açıklama, İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı Hamid Baghaei’nin, İstanbul’da İran’ın Kültür Mirası Festivali çerçevesinde düzenlenen programda, Mevlana’nın İranlı olduğuna dair sözlerine tepki olarak yapıldı. İlk olarak, sözün tanrısı ve büyük arif Mevlana’nın milliyeti hakkında söz söylemek saygısızlık olmasa bile şüphesiz inciticidir. Bilim, kültür, edep ve özellikle irfan sahipleri, ruhlarını tarih ve coğrafyaya esir etmeyecek kadar büyükler. Bu tip tartışmalar, kültürel hedeflerden ziyade, politik hedefler peşinde olan biz yerlilere mahsustur. Mevlana her zaman dünyalıydı ve olacaktır. Mevlana’dan bahseden Türk bakan, kendi tanımına daha dikkat etmelidir. O, Mevlana nereden gelmiş, nereye gitmiş ve bu çıkışın sırrının ne olduğuna iyi değinmiştir. E Coğrafya esiri Tarih ve coğrafya bizim için Rum ve Rumi’yi Bizans ve Bizanslı olarak tercüme etmiş ve etmektedir. Türk yetkili, Mevlana’nın doğum yeri ve gittiği yeri hatırlatarak bu sözlerin, İranlılar için Mevlana’nın Türk olduğu şeklinde tercüme edilmesi sonucuna varmıştır. Görünen, Türk bakan bugünkü coğrafya esiri olmuştur ki eğer ufkunu açarsa hem Belh ve hem Konya’nın İran kültür ve medeniyet sınırları içinde olduğunu görecek. Bu arifin mezarındaki satırlara, nakışlara bakılırsa hem kendisi ve hem bize herhangi bir açıklama yapmaya gerek kalmayacak. Yakın geçmiş kadar, topraklarını genişletmek ve ganimetler elde etmek isteyen ülkeler, başka ülkelerin toprak ve coğrafi büyüklüğüne göz dikerlerdi. Günümüzde görünen o ki, değişen koşullarla birlikte saldırı şekli değişmiştir ve toprak yerine şahsiyetler hedef olmaktalar. Her zaman büyük olan İran, eğer geçmişte toprakları tamah konusu olduysa bugün kimliğini temsil eden ünlü ve bilginleri sahiplenmek için tamah konusudur. Bu bağlamda, sadece yabancıları suçlamamalıyız, biz de çok kusurluyuz. Kendi kültürel mirasımıza yeterince önem vermeyerek diğer milletlerin fırsatçılığına zemin hazırlamışız. Kimlik ve kültür yoksunu milletler, belki diğerlerinin mirasını ganimet alarak kendimiz için bir tanım ve kimlik yaratabiliriz düşüncesine kapılmışlardır. Bir kişinin tanımı, eser ve yazılarıdır. Türk bakan için Mevlana’yı anlamanın tek yolu eserlerinin Farsçadan Türkçeye çevrilmesidir. Türkiye’deki Kürtleri dağ Türkü olarak tanımlayan mantık, belki Mevlana’yı da, o da sadece kendi fikrinde, Türk düşünebilir. Ancak bu düşüncenin etki çemberi kendini aldatma bile olsa, nitekim Kürtleri Türk yapamadı, Mevlana’yı da Türk yapamaz. Son olarak, “Sanat sadece İranlılarda vardır” (İranlılara mahsustur) ifadesi, diğerlerini incittiği kadar “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözü de herkesi incitebiliyor. Ortak kültürel bağ Mevlana’yı anlamak ve ona ulaşmak için tarih ve coğrafya kabuğunu kırmalı, yerdeki bağlardan kopmalı ve onun huzurunda renksizliği tecrübe etmeliyiz. Ne olursan ol yine gel. Batılı ülkelerde, hiç olmadı demiyoruz ancak bilginlerin aidiyeti konusunda çok az tartışma gördük. Ve belki Avrupa’daki bugünkü birlik yolunu, kültürel savaşlardan kaçınmak sağlamıştır. Batı, 400 yıldır çeşitli yöntemlerle Türkiye ve İran arasında mesafe açmaya çalıştı ve bazen biz isteyerek veya istemeyerek onlara alet olduk. Mevlana, Türkler ve İranlılar arasında ortak kültürel bağ olmuştur. Politikacılar bu hususa daha fazla odaklanırlarsa daha uygun olur ve bilmeliler ki dervişlerin sofrasında herkese yer vardır. (*) Türkiye uzmanı Farsçadan derleyen: Ekber Karabağ (İran Öğrenci Haber Ajansı İSNA, 26 Şubat 2011) İngilizceden çeviren: Çimen Turunç Baturalp (The Economist 12 Mart 2011) C MY B C MY B Bazı ülkeler burunlarını kapatıp etkilerini arttırabilmek için Avro bölgesine dalmaya çalışabilirler. Ama İngiltere’nin aksi istikamete gideceği kesindir. Aslında Avro’nun baskın olduğu daha az liberal bir kulüp İngiltere’nin o kulübü hepten terk etmesine bile yol açabilir. Bunun Avrupa kuşkucularını pek memnun edeceğine kuşku yok. Ama o zaman İngiltere ortak pazarın nimetlerinden yararlanmak istiyorsa, (tıpkı Norveç gibi) yine de AB’nin kurallarının çoğuna uymak zorunda kalır. Merkel geçmişte İngiltere, Polonya ve İsveç’in masada olmaması durumunda düzenli Avro bölgesi toplantıları yapma fikrine karşı direnç göstermişti. Şimdi engel olmaktan vazgeçmekle seçmenlerinin Avro’ya ilişkin bugünkü kaygılarını gideriyor belki, ama gelecekte ödenecek bedel çok daha yüksek olabilir. Eğer Avro bölgesi daha geniş bir finansal ve ekonomik politika uyumuna doğru yönelirse, kulübün tamamı liberaller için cazibesini yitirebilir. Bu, kulüpte kalmak isteyen İngilizler için bile (Cameron dahil) geçerli olabilir. Avrupa projesi uzun zamandır dünyaya açılmaktan yana olan ekonomik liberalizm ile kale duvarlarının ardında kalmayı yeğleyen ekonomik milliyetçilik arasındaki tansiyonu kalbinde hissediyor. “The Economist”, Merkel’in de çoğunlukla olduğu gibi, daima bu tartışmanın liberalizmden yana olan tarafında oldu. Merkel, Avrupa’nın en güçlü politikacısı olarak, bu haftaki “sadece Avro” toplantısının, çok daha kalıcı ve tahripkâr bir sürecin başlangıcı değil de bir kereye mahsus düzenlenmiş acil bir zirve olduğunu açıkça dile getirmelidir. Pentagon’u eleştiren dışişleri sözcüsü Crowley istifa etti ELÇ N POYRAZLAR WASHINGTON ABD Savunma Bakanlığı’nı (Pentagon) açık bir dille eleştiren Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Philip Crowley istifa etti. Crowley WikiLeaks internet sitesine gizli ABD belgelerini sızdırmakla suçlanan er Bradley Manning’in bulunduğu hapishanede çıplak uyumaya zorlandığının ortaya çıkmasının ardından durumu “saçma, zarar verici ve aptalca” olarak nitelemişti. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton yaptığı açıklamada, Crowley’nin istifasını üzülerek kabul ettiğini ve yerine vekâleten Ulusal Güvenlik Konseyi eski sözcüsü Mike Hammer’ın geçeceğini bildirdi. Crowley ise kamuoyuna açıklamasında, Manning’in dava öncesi gözaltı süresindeki koşullarına yönelik yorumlarıyla ulusal güvenlik kurumlarının gizli eylemlerinin ABD’nin küresel duruşu ve liderliği üzerindeki stratejik etkisini vurgulamayı hedeflediğini söyledi. Crowley, “Bu zor günlerde gücün uygulanması ve acımasız medya çevresi, hukuk ve değerlerimizle tutarlı ve sağduyulu olmalı” dedi. Crowley yorumlarının etkisinden ötürü tüm sorumluluğu aldığını ve istifasını sunduğunu belirtti.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle