18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER CUMHURİYET 16 ŞUBAT 2011 ÇARŞAMBA AÇI MÜMTAZ SOYSAL Sanatçı Muhalif Kişi midir? Marx dinin bir afyon olduğunu söylerken toplumsal çelişkilerin üzerinin örtülmesinin kolaylaştırdığı ekonomik sömürüye dikkat çekmekteydi. Ben bunu şöyle yorumlamak isterim: Din iki ucu keskin kılıç gibidir. İnsani bir kurumdur, iyi niyetli ve insan mutluluğu için yüce amaçlıdır, ancak bu insani duygunun birileri tarafından kötüye kullanılması da mümkündür. İşte din o zaman kitleleri uyuşturup afyon etkisine neden olabilir. Bu afyondan insanları kurtaracak kurumlardan biri de yine sanattır. ONUNCU KÖY BEKİR COŞKUN Medya ve Şaşkınlık HALKIN büyük çoğunluğu şaşkın. Kurumlar birbirini yıpratmayı sürdürüyor. Kavramlar da yıpranmakta. Hukukun yüceliği, yargının bağımsızlığı, ordunun güvenilirliği, politikanın çözüm üreticiliği, Cumhuriyetin sağlamlığı tehdit altında. Bölgemizde olanlar, çöken rejimler genel şaşkınlığı arttırmakta. Türkiye bu duruma düşmemeliydi. Özellikle gençlerin ufku karartılmamalı, analar babalar tedirgin edilmemeliydi. Çareyi iktidardan ve ana muhalefetten beklemek şu sıra nafile. Siyasetin iki yanı da, yaklaşan seçimler dolayısıyla, şaşkınlık ortamının sandığından kendi zaferinin çıkmasına çalışacaktır. Belki de, zaman darlığının telaşıyla gerginliği ve genel şaşkınlığı daha da attırarak. ün, özerk kuruluşların günü olmalıydı. Yani, erkini kendi özünden alan, niteliğin ve kimliğin getirdiği saygınlıkla çekişmelerin, karşılıklı yıpratışların üstüne çıkabilen, güvenilir kuruluşların. Devlet sistemi, 1961 Anayasası’yla bu konuda iki tür kurumu öne çıkararak yola koyulmuştu: Özerk üniversiteler ile kamu tüzelkişiliğine sahip tek medya kuruluşu olarak TRT ve bir bakıma Anadolu Ajansı. Bunlar kamu parasıyla yönetilmekle birlikte, kamuya egemen olan siyasal ve ekonomik güçlerin emrine girmeden, bağımsız bilimi ve tarafsız iletişimi toplumun hizmetine sunacaklardı. Anayasa hâlâ aynı ilkeyi ortaya koyar gibi ama, gerçek artık çok farklı: Üniversitelerin özerkliği ve TRT’nin bağımsızlığı ağır yaralar aldı. Hatta, bu kurumlar, beklenenin tam tersini yaparak suskunlukları ya da edilginlikleriyle genel şaşkınlığa katkıda bulunur durumdalar. rtaya çıkan bu işlev boşluğunu doldurmak medyaya düşüyor. Ne var ki, basının ve televizyonların bağımlılıklarını bilenler, “Bu medya mı görecek bu işlevi?” diye hayretle ayağa sıçrayabilirler. Evet, bu medya. Bir yanda bağımlılık görüntüsü verirken bir yandan da “dördüncü kuvvet” iddiası taşıyan ve bu iddiayı sürdürmek isteyen medya. Kuvvet, sırtların dayandığı sermaye gruplarının, iç ve dış siyasal çevrelerin kuvveti midir, yoksa meslek namusunun, dürüst haberciliğin, bağımsız ve nesnel yorumculuğun, halk yığınlarından ve Cumhuriyetten yana olmanın kuvveti mi? Medya, kendi olmanın sağlam gereklerini yerine getirdiği ölçüde onu okuyan, dinleyen ve seyreden toplumu şaşkınlıktan kurtaracaktır. İşlevi, insanları büsbütün şaşırtmak değil, getirdiği aydınlıkla şaşkınlığı yenmektir. Prof. Dr. Coşkun TECİMER D G âhi sanatçı Michelangelo’ya sormuşlar: “Bu kaya parçasından muhteşem Davut heykelini nasıl yapabildin?” O da demiş ki: “Hayalimde Davut zaten vardı. Mermerin fazlalıklarını aldım, Davut açığa çıktı.” Şu sözü hep duyarız: “Sanatçı muhalif kişidir.” Bu doğruysa Michelangelo’nun yukarıdaki sözünü nereye oturtmalı? Muhalif olmak reaksiyoner olmak demektir. Yani muhalefet, halihazırda süregelen sisteme eleştiri, kurulu düzene karşı tavır geliştirmektir. Bu haliyle daha geri planda, iktidar karşısında daha zayıf bir noktadadır. Sanatın kendisini ikincil bir konuma koymasının, hatta bunu kimi zaman övünerek yapmasının ne anlamı olabilir? Elbette muhalifin de bir işlevi var ve yaşamda muhalefet de gerekli. Bugünkü dünya düzeninde eleştirilecek, karşı çıkılacak, hatta insanı isyana teşvik eden o kadar çok neden var ki sanatçının muhalif olmasını, çelişkilerin üzerine üzerine gitmesini anlamak mümkün. Bir an için hayali bir dünya kuralım ve sanatçının sözünü ettiği toplumsal çelişkilerin düzeldiğini varsayalım. O zaman sanatın muhalefeti bitecek mi? Sanatçı muhalif olan kişi ise sanatçının işlevi sona erecek mi? Ya da sanatçı kendine yeni işlevler bulmak zorunda mı kalacak? Burada vurgulanması gereken, yaşamda çelişkilerin hiçbir zaman bitmeyeceği gerçeğidir. Sanatçı çelişkileri gören, farklılıkları sezen, alışılmışın dışında bakış açısı getiren, bizim görmediğimiz ya da görmek istemediğimiz gerçekleri su yüzüne çıkaran aykırı kişidir. Buna muhalefet diyorsak, o zaman sanatçı hep muhalif olarak kalacaktır. Aslında sanatçı en yaşamsal sorunlarla ilgilenen yaratıcı bir kişidir. Yaratıcılık ise iktidar olabilmenin ta kendisidir. Yani sanatçı bir yönüyle muhalif gibi görünse de, diğer yönüyle, yapıtıyla, yaratısıyla iktidar olan kişidir. Böyle olmasaydı Michelangelo’nun kaya parçasını yüzyılların şaheseri Davut heykeline dönüştürmesi mümkün olur muydu? Yapıtını daha önceki Davut heykellerinden çok daha estetik düzeylere taşıyan onun farklı sezgi, algı ve çabası, aykırı kişiliği olmuştur. Bu özelliği onu yaratıcılığın doruğuna çıkarmıştır. Bu aykırı kişilik muhalefetse o yaratıcı bir muhaliftir. Yaşamın çelişkileri yalnızca sermayeemek, sömürensömürülen, yönetenyönetilen çelişkisi değildir. Toplumsal çelişkilerin yanı sıra insan doğasının bizatihi kendisi bir çelişkiler yumağıdır. İnsanoğlunun birbiriyle çelişkili, aşknefret, cesaretkorku, sevinçkeder, inançşüphe gibi sayısız duygular sarmalı sanatçının ilmik ilmik işleyebileceği engin bir alandır. İnsan var ol duğu müddetçe çelişkileri de olacak ve sanatçının işlevi azalmadan sürecektir. Yeryüzünün belki de en naif yaratığı insan yavrusunun, doğumdan başlayarak yaşama ve toplum düzenine uyumunun sağlanması, bedensel gelişiminin yanı sıra, ruhsal dünyasının oluşumu, çelişkilere birer birer çözüm bulunurken aynı zamanda yeni çelişkilerin ortaya çıkış sürecidir de. Duyguların çeşitlilik ve karmaşıklığı, akılla bunları düzenleme çabası, düşüncenin uçsuz bucaksızlığı tam da sanatın yolunu açan unsurlardır. Sanatçı engin duyarlılığı ile ister bireysel, isterse toplumsal olsun, insani çelişkileri su yüzüne çıkaracaktır. Bunu yapmak muhalefetse sanatçı muhalif olmayı sürdürecektir. Çelişkiler karşısında eleştirel tavrını sergileyen sanatın aksine din bunları manevi boyutta düzene sokma amacındadır; insan beyninin derin labirentlerine ruhani yoldan ulaşma çabasındadır. Sanat, insan çelişkilerinin üstüne inadına yürüyen eleştirel bir muhalif gibi görünürken, din bunların üstünü örterek kişiyi huzura kavuşturma hedefinde bir iktidar konumundadır. Dinlerin ve inançların ilk ortaya çıkışındaki saflık, zaman içinde dinin kurumsallaşmasıyla birlikte bozulmuş, kimi zaman salt ritüellere indirgenmiş, toplumsal takıntı ve saplantılar çizgisine kaymıştır. Marx dinin bir afyon olduğunu söylerken toplumsal çelişkilerin üzerinin örtülmesinin kolaylaştırdığı ekonomik sömürüye dikkat çekmekteydi. Ben bunu şöyle yorumlamak isterim: Din iki ucu keskin kılıç gibidir. İnsani bir kurumdur, iyi niyetli ve insan mutluluğu için yüce amaçlıdır, ancak bu insani duygunun birileri tarafından kötüye kullanılması da mümkündür. İşte din o zaman kitleleri uyuşturup afyon etkisine neden olabilir. Bu afyondan insanları kurtaracak kurumlardan biri de yine sanattır. Başbakan’ın Tabancası da Oldu… Polisler, Başbakan’ın deyimi ile “askerden yırtınca”, şükran işareti olarak ona bir tabanca hediye ettiler: 1903 model, tuğralı Osmanlı tabancası. Bir de polis kimliği… Bir de rozet… Allah muhafaza… Gece bir polis yolunuzu keserek, tabancanın kabzası ile kafanıza vurup da “zıkkımın kökünü iç…” derse… Bakın bakalım, kim?.. Ben size söyleyeyim; o tabanca patlamaz da… Patlamazsa, zaten sorun yok… Yok eğer Osmanlı barutu ile patlarsa maazallah… Ya televizyon sehpasını vurmuştur, ya Beşir Atalay’ı… Bence Başbakan (atlı polis hariç) her sınıftan polis olabilir olmasına… Çünkü herkes biliyor ki “Hukuk Devleti” olmaktan uzaklaşırken, artık “Polis Devleti”dir burası… Yoksa durup dururken bir millet niye “korku” duysun?.. Dinlemelerden, ıslık çalanların fişlenmesine… Sesini çıkartanların alıp götürülmesinden, muhaliflerle ilgili davaların çakma polis kanıtları ile yürütülmesine kadar… “Polis Devleti”nin en belirgin yanı “Hukuk Devleti” olmayışıdır… Bakın: Ve ne kadar azılı suçlu varsa salındı… İnsanları kaçırıp boğanlar… Kafa kesenler… Testereciler… Seri katiller… Tecavüzcüler… Tümü serbest bırakıldı… Ama ülkenin güvenliği için mücadele etmiş askerleri topladılar… Kuvvet ve ordu komutanları, generaller, yüksek rütbeli subaylar hapishanelere dolduruldu… Azılı canileri ise saldılar… Sokaklar suçlu doldu… Ortalık güvensiz… Başbakan’ın tabanca sahibi olması iyi oldu. Olmadı sıkar… Patladı, patladı… Yok eğer patlamadı… [email protected] O Türkçe ile Düşünce... Günay GÜNER Dil Derneği Yayın Yönetmeni zde bir ekin devrimi olan Türk devriminin başat dayanağı ‘dil devrimi’dir. ‘Dil devrimi’ tam anlamıyla yeniden doğuştur. Ulusumuzu yüzyıllar boyunca Türkçesinden ayıran amansız saldırıya son veren, güzelim Türkçesiyle, Yunus Emre’yle, Karacaoğlan’la, Pir Sultan Abdal’la, türkülerle buluşturan; Türkçeyle dupduru ve usçu düşünmesini sağlayan ‘dil devrimi’dir. Dil başat bir özgürlük sorunudur. Özgürlükse er Ö [email protected] demli insanın yoksun kalmaya katlanamayacağı en önemli ereğidir. Türkçemize bu bilinçle bakılmalıdır. Anılan düşünce dizgesi bağlamında yazarın Türkçeyle ilişkisi, öz Türkçenin tarihsel, aydınlanmacı anlamını kavradığı ölçüde bir özgürlük ilişkisidir. Yazarın dil sorumluluğu yadsınamaz bir gerçektir. Türk yazarı bu sorumluluğunun gereğini yeterince yerine getirmemiş, Türkçe duyarlılığını yeterince taşımamıştır. Taşısaydı, yer yer can pahasına yaratılmış kavram ların içi bu değin boşaltılamazdı. Bir ulusun en önemli gereksinimlerinden biri sağlıklı ve anlamlı iletişim ortamıdır. Bu olanağı sağlayan biricik gerçeklik ise ortak dildir. Birbirini anlamayan bir toplum iletişimden yoksun kalacağından, çözülmeye, dağılmaya, giderek sevmemeye başlar. Derinliğini, büyük anlatılarını yitirir. Ortak dil bu kadar önemlidir. Günümüzde kitle iletişim araçlarında dilbilimciler, uzmanlar yeğlenmediğinden, bilerek ya da bilmeyerek kavramlar birbirine karıştırılmaktadır. Bazı izlencelerde görüldüğü gibi konu toplumbilimcilere kaldığında ise halkımıza yanlışların doğruymuş gibi yayıldığı ortamlar oluşturulmaktadır. Türkçe sözlükte (Dil Derneği Sözlüğü) anadil, başka diller türetmiş olan dil; anadili ise insanın çocukken anasından, evindekilerden ve soyca bağlı olduğu topluluktan öğrendiği dil olarak tanımlanıyor. Sıklıkla birbirine karıştırılmakta olan bu iki kavramın tanımlarına uygun olarak değerlendirilmesi, daha berrak bir bi çimde düşünce yürütmeyi sağlayacaktır. Anadil olgusunu “ortak dil” kavramıyla karşılamak doğru olur. Çünkü ikinci anadili konumunu da alabilecek söz konusu dil; uluslararası düzlemde temsil yeteneği ve birikimi olan, dolayısıyla eğitim, ekin, bilim.. dili niteliğini kazanmış, ulusun iletişimsel gereksinimini karşılayan dildir. Ortak dili benimsemek, başat hak olan anadili konumundaki dilleri hiçbir zaman önemsememek anlamına gelmez. Böyle göstermeye çalışmak ya bilgisizlikten ya da siyasal hesaplardan kaynaklanmaktadır. Cumhuriyetin her alanında süren aşındırma gayretleri, açıktır ki ortak dilimiz Türkçeyi de hedef almaktadır. Bertrand Russell “Siyasal İdealler” adlı yapıtının bir bölümünde; insanın özgürlüğünü, yeteneklerini geliştirecek koşulları sağlamayı amaçlamayan hiçbir dünya görüşünün, ülkünün saygıya değer sayılmayacağını vurgular. Bu bakış, gerçekten de günümüzde daha da yaşamsallık kazanan önemli bir ölçüttür. Dayatılan, pervasızca her an yinelenen anlayışların söz konusu ölçütle sınanabi leceği koşullar varlığını sürdürebiliyor mu? Ne yazık ki hayır! Felsefesel yaklaşımda belirleyici olduğunda sözbirliği edilen olgu, bireyin özgürlüğüdür. Sürü insanı olmamaktır. Giderek öbeklerin, toplulukların, cemaatlerin.. özgürlüğü ortadan kaldırdığı, haklı ve bilimsel olarak dillendirilir. Kuşkusuz bu ilişki dil gerçeğini de tümüyle içerir. Yayılmacılık hemen her alanda kendi dilini egemen kılarken, bununla da yetinmeyip ülkemizdeki anadilleri ortak dilimizin, Türkçenin karşısına çıkarmakta, anadilleri eğitim dili yapmaya çalışmaktadır. Ortak dilimiz bu yöntemlerle aşındırılıp zayıflatılarak halkımızın birbirini anlamaz duruma gelmesi amaçlanmaktadır. Oysa Türkçeden Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun’u çıkararak Kürtçeyi yasaklayan 12 Eylül 1980 darbesinin de, bu yönde yaptığı 1982 Anayasası’nın da; günümüzde özerklik ve ona bağlı ayrı resmi dil planlarının da arkasında aynı yayılmacı güçlerin olduğunu aydınların açıklıkla görmesi gerekmektedir. Takma Adın Adaleti... Nusret ERTÜRK maç insanı tanımaksa, adı geçenin kişiliğine en iyi takma adla ulaşılır. Soy sop sorulur, yedi göbek araştırılır bir yerlere atama yapılırken. Soru sırası şöyle olmalı: Adınız? Soyadınız? Takma adınız? Hele o takma ad çocuklukta alınmışsa, adım gibi bilirim ki kesin doğrudur... En tepeden sade yurttaşa, takma adları öğrenilse, sisler çözülür; içtenliğin kapıları açılır. Takma addan daha güvenilir bilgi mi var? Adalet de böylece yerini bulur. Takma ad kişilere, içinde yaşanılan toplumca, bireyin özelliğine göre verilir. Doğumda ana babadan alınan addan daha uygun düştüğü, yerine oturduğu görülür. Örneğin, Kültür Bakanı Günay’ın takma adının ‘Kralcı’ olduğunu internetten öğrenince, kendi kendime seslice söylendim: “Olursa, bu kadar olur!” Ben demedim mi? Yakışmazsa, o takma ad zaten tutmaz. Bunda para pul geçmez. Hatır gönül işlemez. Kişinin niteliğine yakışıyorsa yaşar, yapışır. İstesen de sökemezsin. Ben bunu Dede Korkut öykülerindeki ad verilişe benzetiyorum. Hani, ilkgençliği A ne değin adsız dolaşan bir genç, kızgın boğayı yenince, ‘Boğaç’ adı verilir. Tarihler, ad takmayı Türk gelenekleri arasında sayıyor. Birisini iyi tanımak istiyorsanız, önce takma adını öğreniniz. Tanışmanın tam yarısıdır. Herkes, takma adını adının yanına yazsa, tanışırken söylese... İyi kötü. Üstelik, bu adlar mizahı öğeler taşıdığından, güler yüzlü bir toplum olma yolunda hızla adım atarız... “Avşarlar ve Dadaloğlu” gibi oylumlu yapıtların yazarı Ahmet Z.Özdemir iyi bir öğretmendir, aranan konuşmacıdır. Ankara’da geçen yıl Öğretmenler Günü töreninde, sunucu bir arkadaşınca, kürsüye şöyle çağrıldı: “Şimdi size Şeker Ahmet seslenecektir...” Salonu kahkahalar doldurmuştu.Ana baba, çocuğunu bilmeden, onu tanımadan, biraz da özlemlerine göre ad koyar. Takma ad öyle mi? Bilerek, belli bir nedenle takılır. Özellikle, çocukluk döneminde, çocuk arkadaşlarınca konulan adların yanılma payı yoktur. Takma ad, kişiyi tanımada, insanlara eşit durmada, adaletin, doğruluğun kapısıdır. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle