27 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 ARALIK 2011 CUMA CUMHURİYET SAYFA [email protected] KÜLTÜR RESİM TUTKUSUNA, AŞKI VE SORGULAMAYI KATTI 17 Eren Eyüboğlu’nun renkli dünyası stanbul, sanat fuarları, müzayedeler, birbiri peşi sıra açılan galeriler arasında bol şaşaalı, göz kamaştırıcı ve göz boyayıcı uçlar arasında bir o yana, bir bu yana savruluyor… “Aslolan hayattır” misali kimi sergiler bu çok renkli gökkuşağının arasından sıyrılıveriyor.. İşte İş Sanat’taki Eren Eyüboğlu retrospektif sergisi (19271988)… Benim bugüne dek gördüğüm en zengin, en geniş kapsamlı Eren Eyüboğlu sergisi. Bir değil birkaç kez görülmeyi hak ediyor. İ Y aşamdaki yolunu resimde aradı Sergiyi dolaşıyorum: Bütün Anadolu karşımda. Anadolu’nun rengârenk dünyası gözlerimin ve yüreğimin önünde bir geçit törenine kalkışmış… Hangi tablosuna baksam Anadolu toprağını, Anadolu renklerini, Anadolu seslerini, Anadolu ezgilerini “görüyorum”. Görmekten öte duyuyorum, duyumsuyorum ve düşünüyorum. Onun “yabancılığını” arıyorum bütün o üretkenliğinin arasında ama boşuna, yabancılığını bulamıyorum… Anımsayın: Ne diyordu Bedri Rahmi Eyüboğlu: “Eren, anadan doğma ressamdır; ben, sonradan olma…” Sergide tablodan tabloya, Eren’in arayışını, sorgulamalarını, kendini sınayışını izliyorum. Ama bir yandan da Bedri Rahmi’nin sesi kulaklarımda: “Eren’e Mektup” adlı şiirinde diyordu ya: “Ne güç bir ağaç misali meyve vere iraz hüzün, çokça azim B Sergide, her izleyici farklı eserlere odaklanacak… Ve görecek ki, tümü bir bütün…. Eren Eyüboğlu’nun 1940’ta yaptığı bir otoportresi var. Biraz hüzün, biraz sabır, çokça azim dolu; ne genç, ne yaşlı, hem genç, hem yaşlı bir otoportre… O portreye ne zaman baksam, duyarlı, incelikli, ama ne istediğini çok iyi bilen bir kişiliğin, yaşamdan damıtarak edindiği birikimi görüyorum. Yalnız o portreye değil, Eren Eyüboğlu’nun hangi tablosuna baksam, o portrenin bende bıraktığı izleri, konuşmalarımızdan içimde kalan tortuyu düşünüyorum… Eren Eyüboğlu’nun otoportresi. bilmek / Vaktinde açabilmek çiçeğini / Daldırabilmek köklerini damar damar / Toprağın etli cömert karanlığına / Düşmek peşine diş diş, dudak dudak, zerre zerre / Aramak aramak aramak milyon kere / Tadını meyvenin / Tuzunu dalın / Cilasını yeşil yaprağın…” İşte böyle… Vaktinde çiçeğini açan, meyve veren bir ağaç gibiydi Eren Eyüboğlu… Arar gibiydi. Yaşamdaki yolunu resimde arar gibiydi… Resimdeki yolunu yaşamda arar gibiydi… En çok kendisiyle yarıştı. En çok kendini sınadı… Bu arayışlar, bu sınamalar sonucunda bunca cömertliği sığdırabildi yüreğine ve ellerine. Bize birbirinden değerli tablolar, bana birbirinden değerli anılar bıraktı. Türk resim tarihindeki yerini çoktan aldı. Ve bir gün… Kapı çaldı. Yıl, 1930… Atölyenin kapısındaki adam, kimselerin anlamadığı bir dilde bir şeyler anlatıyordu. Cemal Tollu’yu arıyordu. “Bedri Rahmi geldi. Kapıda öyle duruyordu… Gördüğüm herkesten farklıydı. Bir garipti… Cemal Tollu bugün yok, cumaya gelir dedim. Öyle, olduğu yerde bir köşeye oturuverdi. Oturuşu öyle hoşuma gitti ki…” Atölyede yedi milletten insan var. Kapıyı çalanlar ise yetmiş yedi milletten. Neydi Bedri Rahmi’nin farklılığı? “Ne bileyim… Çok saygılıydı. Öyle oturuvermesi çok güzeldi. Garip bir biçimde oraya çöküverdi. Baktım yakışıklı adam…” Hocam Server Tanilli... Tarih: Altmışlı yılların ikinci, yetmişli yılların da ilk yarısı. Yer: İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt’taki merkez binası. Binaya girdikten ve soldaki kanada sapıldıktan sonra, yine solda, bir enstitü tabelası: “İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mukayeseli Hukuk Enstitüsü”. Ve bu enstitünün koridorunda sağlı sollu odalar. Ben, asistan olduktan bir süre sonra, başka asistan arkadaşlarla sağdaki odalardan birini paylaşmaya başlamıştım. Bizim tam karşımıza rastlayan oda ise “Anayasacıların Odası” diye anılırdı. Kimlerdi bu anayasacılar? Hepsi de sonradan profesör olan Bülent Tanör, Bakır Çağlar… ve bir de: Server Tanilli. Sonuncusuna ötekiler, hocaları gözüyle bakarlardı. Benim ise zaten hocamdı. Dediğim gibi, yılların akışı içerisinde hepsi de profesör oldular ve Türkiye’de akademik hayat bilim ile ilişkisini gittikçe daha çok keserken, onlar hep “olması gereken Profesör” idealinin içini doldurarak yaşadılar. Hep gerçek birer “Hoca” olarak kaldılar. Bülent Tanör, tümüyle bilime ve öğrencilere adanmış bir hayatı çok erken bırakıp gitti. Son yıllarında, amansız bir hastalıkla pençeleşirken, ama bir yandan da yazmaya hiç ara vermezken, üniversitesi oda, tedavi giderlerini karşılamakta bin bir güçlük çıkartarak “teşekkür” etti. Bakır Çağlar’ı da geçen yıl, yine erken sayılabilecek bir yaşta, toprağa bıraktık. Server Tanilli’ye gelince, yetmişli yıllarda beline yediği bir faşist kurşunuyla ömrü boyunca tekerlekli koltuğa mahkum oldu. Kalan kırk yılını bu koltukta ve çoğunlukla Fransa’da, Strasbourg Üniversitesi’nde tamamladı. Ama hep ülkesi için düşündü, ülkesi için yazdı. Yabancı bir ülkede kabul görebilmek için, kendini “onlardanmış” gibi gösterme çabası harcama gereğini hiç duymadı. Çünkü Server Tanilli, zaten bilimin evrensel dünyasının bir vatandaşıydı ve bu evrensel üst kavramın yanında, öteki vatandaşlıkların birer altkavram olduklarının hep bilincindeydi. O yüzden, yurtdışında geçen yılları boyunca hep ülkesi için yazmaktan hiç çekinmedi. Zaten bütün bir ömrü aydınlanma ve aydınlatma hedefine adayanlar için bu türden çekingenlikler, hep yabancıdır. Server Tanilli’nin gerçekleştirdiği eylem, sadece “yazdı” sözcüğünün sınırlarını çok aşar. Çünkü o, geride yalnızca şu ya da bu kitabı değil, fakat kelimenin tam anlamıyla, bütün bir “külliyat” bıraktı. Kanımca bundan böyle Server Tanilli’nin mirasını genç kuşaklara tanıtırken, bu “külliyat” kelimesini de özenle ve kararlılıkla vurgulamak gerekir. Çünkü ancak böyle yapıldığı takdirde Server Tanilli’nin kendine özgü bir kutsallık taşıyan misyonu, hep “aydınlık peşinde koşan” ve “aydınlığını paylaşan” olma misyonu gerçek değeriyle somutlaştırılabilir. Prof. Dr. Doğan Kuban’ın çok yerinde saptamasıyla, bilim hayatında artık çoğunlukla “bir, iki makale ile profesör olanların” ağır bastığı bir ülkede Server Tanilli’yi ve onun “külliyat”ını bir yere yerleştirmek, kolay değildir. Ama bu düşünce, onu yolundan hiç alıkoyamadı! Hocam Server Tanilli’nin kitapları önünde saygı ile eğiliyorum … Muhteşem beraberlik Bedri Rahmi, o gün, o atölyede, hep öyle oturup kalmadı. Kalktı, dolaştı, resimleri inceledi. Beğendiği üç resim de o kapıda karşılaştığı Romen kızınındı. Sonra… Sonra büyük aşk… Taa ki evlenmeye karar verene kadar… Hem Rumen aile, hem Türk aile şiddetle karşı çıktı bu olaya. Ve iki gence hayatı zindan ettiler! Onları ayırmak için her şeyi yaptılar, başaramadılar. Onlar tüm güçlüklere göğüs gerdiler. Evlendiler. İren, Eren oldu… Eren Eyüboğlu, Bedri Rahmi’yle birlikte Anadolu’yu dolaştı. Anadolu’yu, Anadolu insanını tanıdı. Tanıdıkça sevdi, benimsedi. Bu topraklarla bütünleşti. Ondan sonra yemeninin yazmanın gülü çiçeği, menekşenin moru eflatunu, kilimin nakışın binbir türü… Ve işte ondan sonra insanoğlunun sevinciyle, acısıyla, sorunlarıyla binbir hali… Bütün bunları kendi yeteneğinin ve kendine özgü resmin gerçeğiyle bütünleştirdi. Yani çizgiyle, lekeyle, renkle… “Elbette ki, buraya yerleştikten sonra resmim değişti. Daha çok kendimi tartar, kendimle tartışır oldum. Ne aldım, ne yapıyorum diye. Daha çok aradım, daha çok eleştirdim, daha çok sordum…” diyordu bir sohbetimizde. Çocukluğundan beri beslendiği tüm kaynakları buraya taşımıştı… Anadolu yollarında olsun, yağlıboya, guvaş desenlerinde olsun, belleğiyle düş gücünü birlikte kullandı, hep çok çalıştı, kendini aşıp mükemmele ulaşmaya çalıştı Eren Eyüboğlu. 17 Aralık’a dek sürecek sergi, onun bu çabasını ve başarısını ortaya koyuyor. Çocukluğunda, Romanya’nın Yaş kentinde, çok kalabalık ve varlıklı ailenin minik kızı Ernestine / İrene çok sıkı, sert, dindar bir eğitim almıştı. Latince, İngilizce, Fransızca, Almanca öğrenmişti. Ağabeylerden, ablalardan çok çekmişti. Çok çalışkandı… “Sonra bir gün iddia üzerine, resim yapabileceğimi göstermek için çizmeye başladım. Akademiye girebileceğimi de ispatladım” diyecekti bana hayatını anlatırken… Paris’de Andre Lhote’un atölyesine gitti Ernestine… ‘Can’ Sundance yolcusu ? Kültür Servisi Raşit Çelikezer’in 2. uzun metrajlı filmi “Can”, Amerika’nın bağımsız film festivali Sundance Film Festivali’nin “Dramatik Dünya Sineması” yarışmalı bölümüne seçildi. Selen Uçer ve Serdar Orçin’in başrolünde olduğu film, 48. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Behlül Dal Jüri Özel Ödülü ve Seyirci Ödülü’ne değer görülmüştü. Grammy adayları ? Kültür Servisi 54. Grammy Ödülü adayları, Lady Gaga, Usher ve The Band Perry’nin konserleriyle açıklandı. Daha önce 14 Grammy Ödülü kazanan Kanye West, 7 dalda ödüle aday gösterilerek Grammy Ödülü’ne en çok dalda aday gösterilen isim oldu. İngiliz şarkıcı Adele, R&B sanatçısı Bruno Mars ve ABD’li alternatif rock topluluğu Foo Fighters, 6 Grammy adaylığı elde ederek en çok Grammy adaylığı elde eden yarışmacılar arasında West’in ardından 2. sırayı aldı. En çok Grammy adaylığı elde eden diğer sanatçılar ise her biri 5 Grammy adaylığı kazanan rap’çi Lil Wayne ile Skrillex oldu. Cervantes Ödülü Nucanor Parra’nın ? Kültür Servisi İspanyol edebiyatının en önemli ödülü olarak kabul edilen Cervantes Edebiyat Ödülü’ne 97 yaşındaki Şilili şair Nucanor Parra değer görüldü. Parra’nın Cervantes Ödülü’nü kazandığı, İspanya’nın başkenti Madrid’de Kültür Bakanı Angeles GonzalezSinde tarafından açıklandı. 125 bin Avro değerindeki Cervantes Ödülü’nü geçen yıl İspanyol Ana Maria Matute kazanmıştı. Ödülün bu yılki adayları arasında Nikaragualı Ernesto Cardenal ile Urugualyı Eduardo Galeano da vardı. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle