19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 19 ARALIK 2011 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Bir Rüya, Bir Kâbus... Bozkurt GÜVENÇ Engelsiz Koşu HUKUK devleti olduğu hep söylenen ve anayasasında da öyle yazan Türkiye’de zaman zaman öyle hukuksuzluklar oluyor ki bırakın hukuk devletini, devletin en basit ve temel sorunlarının hangi kurallara bağlandığını bilmek ve o kurallara göre davranmak bile güçleşmekte. Örneğin, bir ülkede devlet başkanının ne zaman ne kadar süre için seçileceği bilinmez olabilir mi? Ne yazık ki Türkiye’de şimdiki durum budur. Her kafadan bir ses çıkıyor. Konuyla en yakından ilgili olan, hatta konunun özneleri diye adı geçenler bile. umhurbaşkanı bu konuda henüz bir şey söylemiş değil. Başbakan, nihayet konuştu ve “Cumhurbaşkanı 2014’te seçilecek” dedi. Çünkü ona göre, Sayın Gül 2007’de yedi yıl için seçilmiştir ve yeni cumhurbaşkanının seçilmesine sıra ancak o zaman gelmelidir. Ama anayasaya bakıyorsunuz, öyle değil. O metin, cumhurbaşkanının beş yılda bir seçileceğini ve yeniden aday olursa tekrar seçilebileceğini söylüyor. “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır” diyen de anayasanın kendisi değil mi? Sayın Başbakan ve onun gibi düşünenler, 2007’deki kuralın değiştiğini bilmiyorlar mı ki nasıl oluyor da bugünkü metne değil de eskisine göre sonuca varabiliyorlar? Yanıt açık: Çünkü, şimdiki cumhurbaşkanının seçilişinde uygulanmış olan kurallar Sayın Başbakan’ın gönlündeki heveslere ve zihnindeki hesaplara uygun düşüyor da ondan. ep biliniyor: Sayın Başbakan ikinci yasama döneminden, hatta belki daha öncesinden beri devlet yapısında başkanlık sistemine geçme hevesindedir. Parlamenter sistem ona dar, yavaş, hantal gelmekte, özlemlerine bir anda erişmesini engellemektedir. Şimdiye kadar o yolda başardıklarını yeterli sayma yanlışına kapılarak doğrudan doğruya devletin en yüksek noktasına sıçrayıp sınırlı yetkilerle işe başlamak istemiyor. Dolayısıyla, Sayın Gül’ün 2012’de ayrılıp sıranın hemen ona geçmesi işine gelmiyor; Başbakanlık’ta biraz daha kalmalı ki “yeni anayasa” dediği hayal gerçekleşsin ve devlet daha elverişli koşullarla istediklerini tam yapabileceği mekanizma olarak onun eline geçsin. oran öğrencilerime, “rüya”ları görüyor, hatırlıyor, anlamaya ve doğru yorumlamaya çalışıyoruz ama çok da iyi bilemediğimizi söylerim. Geçmiş çağlarda, ruhun bedenden ayrılıp bilinmezler diyarında dolaşması ya da yabancı bir gücün uyuyan kişinin ruhuna oynadığı şeytani bir oyun gibi de yorumlanmış. Ruh kavramına analitik bir model arayan Freud ve yandaşlarına göre rüya; “bilinçaltı”nın, toplum / töre “süperego” baskısından kurtularak “ben” dediğimiz “ego”ya gönderdiği arzu ve korku yüklü iletilerdir. Freud, rüyadan önceki günlerin ve deneyimlerin önceliğini vurgularken meslektaşı Carl Jung, evrimin ilk çağlarına uzanan ortak anıların izlerinden söz eder. (Steinbeck, Adem’den Önce.) Bu konuda aklıma gelen ilk örnek, Dr. Abdullah Cevdet’in İçtihat dergisinde yayımladığı ürkİş Genel Kurulu beklenildiği gibi sonuçlandı ve yönetimde olanlar, iki değişiklikle, seçimin galibi oldu. Yönetime muhalif olan Güç Birliği Platformu’nun genel başkan adayı 127 oy alabildi. 362 delegesi olan genel kurulda muhalefetin oyların üçde birini alabilmesi aslında önemli bir başarıdır ve Türkİş içinde muhalefetin mayası tutmuştur denebilir. 21. olağan genel kurul radikal sayılabilecek ve yöneticilere çok ciddi sorumluluklar yükleyecek bir dizi karar almıştır. Cumhuriyet gazetesinin 13 Aralık 2011 tarihli sayısında yayımlanan bu kararların bazılarını şöyle özetleyebiliriz: 1 Hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı sağlanmalı, yargılama süreci hızlandırılmalı, tutukluluk ceza olmaktan çıkarılmalıdır. 2 Yüzde 50 oranında olan kayıt dışı istihdam önlenmelidir. 3 Emeğin sömürüsüne yol açan taşeron uygulamaları, iş sözleşmesinin S “rüya”sıdır. Yazar rüyasında üç beş yıl sonra kurulacak çağdaş ve laik bir Cumhuriyetin özerk kurumlarını ve özgür insanlarını anlatır. Rüya, içtihat aramayan çağdışı kalmış bir toplumda devrimci bir atılıma duyulan özlemin örtülü senaryosudur. Türkçü Ahmet Ağaoğlu’na karşı Osmanlı münevveri Süleyman Nazif’i savunan ‘Şairi Azam’ Abdülhak Hamit’in aynı dergide yayımlanan şu dizeleri, sanırım, İkinci Meşrutiyet’e egemen olan dünya görüşünü yansıtmaktadır: “Hemen anlar halkımız / Milliyette Diyanet olduğunu / Siyaset olduğunu Şeriatta / Hilafetteki İslam Birliğini.” Yazar Ömer Seyfeddin, “Rüya ile kâbusun farkını bilirim” dermiş. Gerçi yazılacak lise aradığım, son sınıfı yeniden okuduğum, geçtiğim sınavların kapısında kaygıyla beklediğim, yurt dışında parasız pulsuz, pasaportsuz kaldığım, uçaklar kaçırdığım sıkıntılı rüyaları hâlâ görürüm ama onları kâbus saymıyorum. Kâbusun ne tür bir rüya olduğunu yeni öğrendim. Kesin değil ama galiba Ankara’dayım. Ülkü arkadaşlarım otoyoldan erken bir saatte kuzey (Karadeniz) kıyılarındaki Ümit Köy’e gitmişler, beni bekliyorlar. Onlara katılmak üzere yola çıkıyorum. Yol ve yön sorduğum bir baba ile kızı aynı köye gidiyormuş, beni araçlarına alıyorlar. Sarp bir dağın eteğinde yol bitiyor, yaya yolculuğumuz başlıyor. Yer yer tırmandığımız kayalık engeller, açılıp kapanan viyadükler, sallanan asma köprüler... Umudumuz gün batmadan Ümit Köy’e varmak. Arada derme çatma kondularda mola veriyoruz. Ümit Köy’ün dağın arka yamacında olduğunu, oraya varsak bile dönüşümüzün zor olacağını söylüyorlar. Yol arkadaşlarım beni terk etmiyor. Birbirimizi tutup kalkarak, çekip destekleyerek zirvede aydınlığa çıkıyoruz. Ufukta deniz görünüyor ama yolun da ha yarısı. Jules Verne’in Dünyanın Merkezine Seyahat’i şimdi başlıyor. Yüksek duvarlar, yıkık merdivenler, derin vadiler, rüzgârdan sallanan asma köprüler. Karanlık tünellerde gözleri parlayan yaratıklar. Birden telaşlı, uğultulu bir panayırın ortasında buluyoruz kendimizi. Yükselen konutlar ve döner vinçlerin ardındaki denizi göremiyorum. Baget başlıklı birisi, deniz gören ve büyük bir camiye bakan kuledeki lüks bir konutu pazarlamaya çalışıyor. Evet deyin kredi kartınız yeter; Ümit Kent’te bir konut almadan Ümit Köy’e varamazsınız, diyor. Yol arkadaşlarınız çoktan döndü. Sizi getiren araba da gitti. Bütün bunları nereden, nasıl bildiği sorusu aklımı kurcalarken... Güneşin batışını, suların karardığını izliyor ve kan ter içinde uyanıyorum. Ortalık aydınlık. Ülkü arkadaşlarımı bulamadım ama odamda güvendeyim. Ooh, dünya varmış, ne rüya, diyeceğim ama sesim, soluğum çıkmıyor. Yorulmuşum. Derleyip toplamaya çalışıyorum. Kâbusa dönüşen rüyamı yazmalıyım. Dr. Abdullah Cevdet’in hayali gerçekleşti, benim kâbusum gerçek olmasa, diyorum. www.bozkurtguvenc.info Konuştuğumuz Güç Birliği yetkilileri Türkİş’den ayrılıp yeni bir konfederasyon kurmayı düşünmüyorlar. Onlara katılıyorum. Yeni bir konfedrasyon bölünmeyi ve işçi hareketinin yok oluşunu hızlandırır. Güç Birliği yöneticilerinin kararı Türkİş içinde kalmaktan ve mücadeleyi sürdürmekten yanadır. Türk işçi hareketinin kurtuluşu siyasal ve eylemsel sendikacılıkla mümkün olur. Bir mucize olup Türkİş yöneticileri bu yolda bir değişim sergilemedikten sonra Türkİş’in 1952’den beri birikmiş tortusu üzerinden bu yapılamayacağına göre çıkışı başka yerde aramak gerek. Eylemsizlik ve biat kültürü Türkİş’in anahtar sözcükleri olduğu sürece acaba yönetimin işçi hareketimiz için çok doğru şeyler söyleyen muhalifleri emeğin aydınlığı için DİSK’e katılmayı ve oranın yönetim sorumluluğunu almayı düşünürler mi? C T Türkİş’in Kararları devri, ödünç iş ilişkisi, esnek çalışma, telafi çalışması, kısmi süreli çalışma düzeni değiştirilmelidir. 4 Grev hakkı üzerindeki yasaklar kaldırılmalı, hak grevi kabul edilmelidir. 5 İşsizlik Sigortası Fonu’nun amacı dışında kullanılması önlenmelidir. 5Cezaevlerindeki fikir suçluları, gazeteci, yazar ve bilim insanları derhal serbest bırakılmalıdır. 6 Kıdem tazminatına dokunulması genel grev nedenidir. Bu kararlar aslında geçmişte Türkİş yöneticilerinin derslerine hiç çalışmadığının ve üzerlerine düşen görevleri yerine getirmediğinin bir itirafıdır. Eğer görevler yerine getirilse, hükümetin işçi çıkarları karşıtı politikaları önünde dik durulabilseydi bu Dr. Engin ÜNSAL sorunlar çoktan çözülmüş olurdu. Türkİş yöneticileri genel kurulun aldığı bu kararların gereğini yerine getirebilecek ve hükümet üzerinde baskı kurarak işçilerin, aydınların özlediği bir Türkiye kurmanın mızrak başlığını yapabilecek mi? Hiç sanmıyoruz. Sanmıyoruz çünkü seçilen yöneticiler biat kültüründen gelen, militan sendikacılık anlayışını reddeden kimselerdir. Üstüne üstlük hepsinin hükümet ile ilgili hukuksal, parasal sorunları vardır. Bu sorunların lehlerine çözümlenmesi için hükümet karşısında suskun kalmak zorundadırlar. Aksi davranış hem kendilerinin hem de sendikalarının sonu olabilir. Yeni heyet dört yıl için seçilmiştir. Dört yıl yok olma yolundaki sendikacılığımız için uzun bir süredir. Sendikal Güç Platformu bu süre içinde çalışmalarına devam edeceğini, toplantılar ve eğitim seminerleri yapacaklarını söylemektedirler. Bunların hükümeti ve Türkİş yöneticilerini etkileyeceğini, Türkİş’i eylemsel sendikacılığa doğru götüreceğini sanmak aşırı iyimserlik olur. Öyle ise ne yapılmalıdır? Muhalifler tarafından olağanüstü bir genel kurul hem toplanamaz, hem de toplanabilse bile bu delegasyonla farklı bir sonuç alınamaz. Emek dostları acaba sendikacılığımızın bir mum gibi eriyip yok olmasını izlemeye hazır mı olmalılar yoksa bu konuda başka seçenekler var mı? H İyi Mimarlık İçin... İyi mimarlık için topyekun iyileşme gerekiyor: Toplumda, ülke yönetiminde, işverenlerde, kentsel planlamada, eğitimde, uygulamada… Doğan HASOL ık karşılaşılan bir soru: “Türkiye’de niçin iyi mimarlık yok?” Soruda genelleme var. O sorudan yola çıkıp pek çok başka soru sorabiliriz: Türkiye’de niçin iyi sağlık hizmeti yok? Türkiye’de niçin iyi mühendislik yok? Türkiye’de niçin hukuk yok? Niçin iyi siyasetçiler yok, gibi… Bütün o alanları bir yana bırakıp dönelim mimarlığa… Her alanda olduğu gibi mimarlıkta da iyi örnekler var, kötü örnekler var. Aslında her yapının iyi mimarlık örneği olması idealdir. Ancak ne var ki bu mümkün değil; yalnızca Türkiye için değil, dünyada da durum böyle. Üretilenlerin büyük bir çoğunluğu mimarlık değeri taşımıyor. Yapıların mimarlık değerine sahip olabilmesi için esas olarak üç ana bileşene yanıt vermesi gerekir: İşlev (binanın amacına iyi hizmet verebilmesi), sağlamlık ve sanatsal değer. Klasikleşmiş kabule göre bu üç öğenin birlikte varlığı mimarlığı oluşturur. Buna göre, bileşenleri aksayan, örneğin sanat değeri taşımayan bir yapının mimarlık yapıtı sayılması olanaksızdır. Bir mimarlık yapıtı, plastik sanatlardakinin aksine, yalnızca mimarın varlığı ya da bireysel çabasıyla ortaya çıkmıyor. Başta, yatırımı yapan kişi olmak üzere pek çok kişi, değişik görüş ve an S layışla konuya dahil oluyor. Dolayısıyla mimarın doğru seçilmesinden yapının sonuçlandırılmasına kadar onların da bilgi, görgü ve bilinç düzeyi işe yansır. Sonuçta, toplumun mimarlığı benimsemesi ve istemesi gerekiyor. Ne var ki toplumumuz mimarlığın pek farkında değil. Öte yandan, Türkiye, dünyada mimarlık eğitiminin en kısa süreli olduğu, az sayıdaki ülkelerden biri. Bizde mimarlık eğitiminde süre yalnızca 4 yıl, oysa Avrupa’da ortalama 6 yıl. Bugün ülkemizde ve KKTC’de toplam 60 mimarlık okulu diploma üretiyor. Bu yıl 3642 yeni öğrenci alan devlet ya da vakıf okullarının eğitim düzeyleri arasında büyük farklar var. Kimi okulların eksik ve yetersiz öğretim kadrolarıyla açıldığı biliniyor. ürkiye’deki mimar sayısı Farklı niteliklerdeki okulların öğrencileri 4 yılda, mimarlık için her türlü yasal yetkiyle donatılmış olarak meslek yaşamına katılıyorlar. Şu anda Mimarlar Odası’nın üye sayısı 43.000’e yakın. Unutmayalım ki bu sayı Türkiye’deki toplam mimar sayısını göstermiyor, çünkü memur mimarların odaya kaydolma zorunluluğu yok. Sayılar büyük bir gücü gösteriyor. Ancak gerçek gücümüzün T sayıların ifade ettiğinin altında olduğunu söylemek karamsarlık sayılmamalı. Okullarımız akredite olmadığı için, hangilerinin gerçek mimarlık okulu olduğunu bilemiyoruz. Avrupa Birliği, “insana en çok yönelik” saydığı üç mesleğin öncelikle yasalarla düzenlenmesini öngörüyor. Bunlar hukuk, tıp ve mimarlıktır. Mimarlık için ülkemizde AB’ye hazırlık kapsamında özellikle akreditasyon (derecelendirme) odaklı bazı hazırlıklar yapıldığını biliyoruz. Ancak bu hazırlıkların, ister “Mimarlık Politikası” deyin, ister “Mimarlık Yasası” diyelim, tümü bir kenara atılmış durumda. Hukuk ve tıp konusunda yasal düzlemde neler yapıldığını, oralardaki perişanlığı dışarıdan izliyoruz. Uygar ülkelerin tutarlı mimarlık politikaları ya da mimarlık yasaları vardır. Biz bu konuda ne yazık ki çok gerideyiz. Gelelim iş sahiplerine… Yatırım yapanları kamu kesimi ve özel kesim olarak genelde ikiye ayırabiliriz. Özel kesim başta konut olmak üzere sanayi ve ticaret yapılarında yoğunluk kazanmaktadır. Uzun yıllar, etkinliğini yapsat çemberi içinde sürdüren gayrimenkul sektörü son yıllarda gelişim gösterdi. Bazı geliştiriciler, iyi mimarlığın kendileri için hem üretim hem de pazarlama evrelerindeki önemini kavramış görünüyorlar. Onların dışında, mimarlık arayışından uzak, kâr odaklı uygulamalarla sıradanlık sürüp gidiyor. Kamu kesimi ise mimarlığın önemini hâlâ kavrayabilmiş gibi görünmüyor. Proje yaptırma dü zeni ve ihale sistemi tümüyle bozuk. Bu nedenle kamu yapıları mimari bakımdan örnek oluşturmaktan çok uzak. Ne yazık ki iş bununla da kalmıyor, depremlerde en çok hasar gören yapılar da yine kamu yapıları oluyor. Buna ek olarak son zamanlarda siyasetin, mimariye yol gösterme çabaları gibi sağlıksız bir anlayış belirdi: Selçuk ve Osmanlı tarzı yapılardan söz ediliyor. Özenti Tarihte, ülkelerin bunalım dönemlerinde görüldüğü gibi geriye dönük arayışların işaretleri türünden olgular bunlar… Şu anda yapılmakta olan kimi kamu yapıları bu yoz anlayışı çok iyi örnekliyor. Bir yandan da kimi yöneticiler 440 yıl sonra Selimiye Camisi’nin taklitlerini inşa ederek Sultan Süleyman büyüklüğüne erişmeye özeniyorlar. Oysa sanat ve mimarlık, özgün olanı ve yeniyi yaratmaya dayanır. Baştaki soruya yeniden dönebiliriz: “Türkiye’de niçin iyi mimarlık yok?..” Yanıt şöyle olabilir: Türkiye’de iyi mimarlar var; iyi mimarlık örnekleri var. Ancak plansızlık ve yağma sonucu oluşan çarpık kentler ve yoğun çarpık yapılaşmalar arasında “iyi”ler kaybolup gidiyor. İyi mimarlık için topyekun iyileşme gerekiyor: Toplumda, ülke yönetiminde, işverenlerde, kentsel planlamada, eğitimde, uygulamada… Her şeyden önce toplum mimarlığa sahip çıkmalı. Ülkenin mimarlık politikası ilgili paydaşların işbirliğiyle bir an önce hazırlanıp yasal bir belge haline getirilmeli. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle