27 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 1 ARALIK 2011 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Bakanlık Operamızı Geri Versin Yaşar MARULYALI Mimarlık Vakfı Başkanı Balbay’lar, Tanilli’ler Oldukça... Ne yazacağını bilememek!.. Şaşkınlık, kızgınlık, öfke, üzüntü!.. Mustafa Balbay’ın hücresinde doldurduğu bin gün!.. Sayısız kitap, Cumhuriyet’in yazarı, temsilcisi, edebiyatın yüz akı, devrimciliğin öncüsü, Mustafa Kemalciliğin en öndeki savunucusu... Suçu ne? Yok!.. Hiçbir suçu yok! Tek suçu, gerçek bir aydın, gerçek bir yazar, gerçek bir “insan” olması... Onu bin gündür hücrelerde yaşatanların hiçbirinde olmayan niteliklere sahip olması. Bin gün ve gece!.. Sevgili Mustafa’nın eşiyle çocuklarıyla birlikteki resmini görür görmez gözlerimden yaşlar boşandı. Akyaka’ya birlikte getirdiği ufacık kız büyümüş, doğduğundan beri babasından ayrı kalan delikanlı da dört yaşına gelmiş... Bütün bu acıların nedeni, yasalar mı, anayasa mı, hukuk mu, yoksa her şeyi elinde tutan bir tek adam mı? Üstelik İzmir Milletvekili. Halkın oylarıyla seçilmiş... Ama ne seçmene saygı var, ne de seçilene!.. Şu anda Meclis’i dolduranlar gibi, bir tek adamın atamasıyla seçilmiş değil o, halkının sevgisiyle, oylarıyla gelmiş... Bir gün hesap verecekler. Çok kalmadı... ??? Derken Server!.. Bir gericinin, bir devrim düşmanının kurşunlarıyla sakat kalan bir bilim adamı... Öldüremediler, Tütengil gibi sokak ortasında vuramadılar, ama yarım bir yaşama mahkum ettiler. Prof. Dr. Server Tanilli uzun yıllardır tekerlekli sandalyesinde yaşıyor, kitap üstüne kitap yazıyor, yurdu, dünyayı dolaşıyor, her fırsatta toplantılarda konuşuyor, her zaman sesiyle, kalemiyle Mustafa Kemalciliğin en canlı örneğini veriyordu... Aylardır hastanedeydi. Bir kez konuşabilmiştim. Her zamanki gibi güçlüydü, inançlıydı, güvenliydi. Derken o da çekip gitti. Ardında nice yapıtlar bırakarak... Nice unutulmaz anılar, dostluklar, bizlere, her engele, her düşmanlığa karşı dayanma, direnme gücü bırakarak!.. Anısına sevgiyle, saygıyla. eğerli İstanbullu sanatseverler, başlıktaki ‘opera’ kelimesini gördüğünüzde AKM (Atatürk Kültür Merkezi) olduğunu tahmin etmişsinizdir. Öncelikle AKM’nin nasıl yapıldığına kısaca bakalım. 1946 yılında temeli atılan bu yapının ilk mimarları Rüknettin Güney ve Feridun Kip idi. Daha sonra Almanya’da opera binaları üzerine doktora yapan Hayati Tabanlıoğlu, Bayındırlık Bakanlığı adına projeyi üstlendi. Opera ve konser salonlarını ve birkaç tane daha küçük salonu kapsayan bu proje, 1969 yılında dünyanın 4. büyük sanat merkezi olarak açıldı. Açılışta ‘Çeşmebaşı Balesi’ ve ‘Aida Operası’ sahnelendi. Dekor kulesi, değişen sahne sistemleri, dekor hazırlama atölyeleri, orkestra çukuru, mükemmel akustiği ve ışıklandırma sistemleri ile Cumhuriyet dö D neminin modern ve özgün bir yapısıydı. 1970 yılında yangın geçirdi, onarılarak 1978 yılında tekrar açıldı ve bu yıldan itibaren hizmet vermeye başladı. Konserler, operalar, tiyatro, çocuk oyunları, sanat sergileri ile önemli bir işlevi yerine getiriyor, İstanbullu sanatseverlere kucak açıyor; onlar da onu çok seviyorlardı. Ancak 2002 yılından sonra gözler buraya dikildi. Binayı yıkıp arazi rantından yararlanılmak isteniyordu. Anıtlar Kurulu tarafından 1. sınıf olarak tescillenen bu güzel ve işlevsel yapıyı her vesile ile karalıyorlardı. Nihayet, 2008 yılında, taşıyıcı sistemin güçlendirilmesinin yapılacağı, ışıklandırma, ses ve akustik düzeni, sahne mekaniği teknolojilerinin yenileneceği nedenleri ile 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti yılına yetiştirilmek üzere kapatıldı. Ancak revizyon projesini hazırlayan rahmetli Hayati Taban lıoğlu’nun oğlu mimar Murat Tabanlıoğlu’nun yaptığı projeye karşı SanatSen tarafından 1. sınıf tescilli yapının bozulduğu gerekçesi ile dava açıldı ve yürütmeyi durdurma kararı alındı. Daha sonra taraflar (Bakanlık, mimar ve SanatSen) anlaşarak yapının mimari karakteri bozulmadan güçlendirilmesi ve teknik yeniliklerin yapılması konusunda uzlaşmışlardı. Fakat 2 sene geçtiği halde hiçbir şey yapılmadan, yapı çürümeye bırakıldı ve bugünlere gelindi. 14 milyonluk bu kentin tek opera binası kapanmıştır. Kadıköy’deki Süreyya Operası onun yerini tutamaz; çünkü sahne tesisleri yetersizdir. Şehrimizi böyle bir salondan mahrum bırakmak insafsızlıktır. Sayın Kültür Bakanı Ertuğrul Günay bey bu konuda gerekeni yapmalı, Cumhuriyet döneminin mimari anıtlarından biri olan bu güzel yapıyı hayata geçirmelidir. İstanbullu seyirciler ona kavuşmayı hasretle ve heyecanla beklemektedir. Cehalet Başta Olunca... Kimsenin dili varmıyor söylemeye... “Soykırım tasarısı” ABD Kongresi’nden geçmesin diye yırtınıyordunuz... Ama Türkiye “soykırımı” Başbakan’ın dilinden onayladı... Alkışladınız... ? Önce çıkıp devletimizin neler yapabileceğini anlattı: “...İnsanlar sürülüyor... Sorgusuz sualsiz asılıyor... Dram yaşanıyor dram... Havadan, karadan, toplarla, hatta gaz bombaları ile... Çocuklar, kadınlar.. hareket eden her şey katlediliyor... Bir köy halkı önce kurşunlanıyor, sonra buğday saplarında yakılıyor... Yirmi kadar çocuk saklanıyorlar... Bir kara suratlı bulunuyor, hepsini öldürüyor... Murat Çayı kan akıyor kan...” ? Ülkenin Başbakan’ı bu... Devletinin neler yapabileceğini anlatıyor... Sonra da zaten devlet adına özür diledi... Devlet yaptığına göre... ? Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın yukarıda anlattıkları ile Ermenilerin “soykırım” iddiaları birebir aynı... “1938’de yaptı, ama 1915’te yapmamıştır...” De bakalım... Sana çatlak desinler... ? Korkusundan kimse çıkıp da “Sen ne yaptın?” diyemedi... Bir Alman gazetesi dedi: “Eğer bir Türk Başbakanı özür diliyorsa, o zaman kulak kabartılır... Akla yüz binlerce Ermeninin öldürülmesi geliyor... Ama Başbakan bunun için özür dilemedi...” ? İşte böyle oldu... ABD Ermeni tasarısını kabul etmesin diye Türkiye yıllarca kulis yaptı, didindi, çabaladı... Her Ermeni tasarısı gündeme geldiğinde Türkiye ayağa kalktı... “Hiç böyle şey yapar mıyız?” denildi... Başbakan çıktı; devletin bu katliamları nasıl yaptığını anlattı size... Ve son haber: ABD’deki Ermeni lobisi; Başbakan’ın itiraf ve özür kasetlerini senatörlere, medyaya, sivil toplum örgütlerine dağıtmaya başladı... ? Ama ne yapacaksınız?.. Kara cehalet devletin tepesine çıkıp o koltuğa oturduğunda.... Böyle oluyor... Yazık sana Türkiye... erver Tanilli, Aydınlanma savaşımımızın usanmaz öğreticisi, özgürlük ve demokrasi arayışının anıtlaşan bilgesidir. Adı uygarlığın tarihiyle, insanlığın ilerleme savaşımıyla, yurdumuzdaki özgürlük ve aydınlanma savaşımıyla özdeşleşen bir aydındır. Sevdası aydınlatmaktır onun; bu sevdanın usanmak bilmeyen bilim emekçisidir o. Abecesinden başlayıp ayrıntılı tarihlere uzanan bir aydınlık ve uygarlık tarihçisidir. Bir insanlık ve aydınlık simgesi S Server Tanilli İçin Öner YAĞCI dir. Uygarlık arayışının bir gerçek insanı; dilinin, yurdunun sevdalı bir canıdır. İnsanının, çağdaşlık arayışının zorlu kılavuzu; özgürlük kavgasında aklın ve sırtın dayanacağı bir güven ve bilgi anıtıdır. Özgür düşüncenin yılmaz savunucusu, kitaplığımızın aydınlık saçan, vazgeçilmez bir köşesinin sahibidir. 12 Eylül karanlığının yok edemediği ve “Aydınlanma” deyince hemen akla gelen bir bilim adamıdır o. Uygarlık savaşımımızla özdeşleşen bir ad oldu onun adı. “Uygarlık Tarihi” ile ilgili yargılanması, bilimle bilim düşmanlığının, akılla akıl dışılığın, hoşgörüyle bağnazlığın, aydınlıkla karanlığın çarpıştığı bir alana dönüştü. Savunması “O sözler ki kalbimizin üstünde/ dolu bir tabanca gibi/ ölüp ölesiye taşırız/ o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan/ uğrunda asılırız” dizeleriyle biterken aydınlık damarlarını birbirine bağlama ustalığı sergiledi ve yıllarca sürecek bir inadın muştusunu da verdi. Bu çığlık, “Uygarlık Tarihi” ile aydınlatırken, ışığının şiddetiyle dikkati çekti. Bir mirası devralıp sürdürenlerin güçlü bir omuzdaş kazandıkları belli olmuştu. Ama karanlık boş durmadı, aydınlığın bu güçlü soluğunu da kesmek için listesine aldı. 18 Mart 1931’de başlayan, bilim adamlığının onuruyla süren ömründe tarihler 7 Nisan 1978’i göstermekteydi. Kurşunların verdiği hasar; yıllar süren tıp uğraşılarından ve Tanilli’nin yaşamak ve dünyanın aydınlığına bir şeyler katmak çabalarından sonra ancak tekerlekli sandalyeyle yaşamını sürdürecek kadar giderilebildi. Ama öldürülen dostlarının soluğunu da soluğuna katmışçasına o, tekerlekli sandalyede sürdürdüğü yaşamından aydınlıklar damıtmayı sürdürdü. Dost aydınlıkların küllerinden doğan bir “Anka Kuşu” oldu. İstanbul’un Siluetinde Son Sözler... rof. Dr. Mete Tapan ’ın İstanbul’un siluetine dair 29 Kasım 2011’de bu sayfada çıkan yazısı şöyle noktalanıyordu. Yazardan özür dileyerek okurlarımızın bilgisine sunuyoruz: Mevzi imar planlarıyla var olan nazım imar planlarının delinmesi veya farklı kurumlara bütünden kopuk plan yapma yetkisinin verilmesi gibi işlemler sonucunda, İstanbul fiziksel bakımdan çok hırpalandı. Doğal güzelliklerinin bir bölümünü maalesef kaybetti. Mikroklimayı, bireyin fiziksel çevre konforunu hiçe sayarak, yüksek yapılara olanak sağlayan parsel ölçeğindeki imar planı değişikliklerinin başta kent siluetinin bozulmasına neden olacak bir dizi olumsuzluklara son vermeyi sağlayacak bu meclis kararının en kısa zamanda yaşama geçirilmesini dilerim. Ayrıca bu vesileyle, “Yanlışın neresinden dönersek kârdır” atasözünü de anımsatmakta yarar görüyorum. P C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle