25 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 15 KASIM 2011 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Türkiye’nin Deprem Yanlışları Deprem Acısı Yetmezmiş Gibi... Van’da felaketzedelerin üstüne zehirli gaz sıkmışlar! Yetmezmiş gibi, devletin sorumlu insanları, doğanın yaptığının daha beterini yapmış. Döverek, söverek, ellerindeki araçlarla hak isteyenlerin üzerine... Acı mı acı bir gerçek! Devlet denen bir gücün kendi halkına kıyması! Hem de en acı gününde... Akıl alır şey mi? Van’ı görmeye, acıları sözde dindirmeye, felaketi az çok önlemeye, çare bulmaya gelen bakanlara, sorumlulara düşen bu muydu? “Sizi yuhalamaya kalkanlara ver dersini, sık gazı, anlasınlar bizim gücümüzü...” Korkunç işler dönüyor ülkemizde... Bitip tükenecek gibi değil! Anlattıkça sayfalar doluyor... Ama seçimle işbaşına gelmiş bir kesim var ki ne kulağı duyuyor, ne gözü görüyor! Bütün çaba kendinden yana olanları korumak. İşi adalete de düşmüşse bir yolunu bulup kurtarmak öylelerini... ??? Gazeteci, yazar eleştirir. İktidarda kim varsa bu eleştirilerden bir şeyler öğrenir. Yaptığı yanlışı düzeltir ya da düzeltmeye kalkışır... Ama kim eleştirilerde biraz sert sözler söylüyorsa, durmaksızın uyardığı insanları kötü niyetli, duygudan, görgüden uzak kişiler saymaya başlıyorsa!.. Ben politikayı sevmediğim için o konuları sık sık ele almak hoşuma gitmiyor. Boşa giden yazılar, bir tek gün okunup geçilecek şeylerle oyalanmak istemiyorum!.. Kalıcı olmak, bugün yazdıklarının yarınlarda da okunabilmesi için... ??? Alsam karşıma da sorsam: “Oğlum, kardeşim neden bu kadar korkuyorsunuz okumuştan, öğrenmişten, akıllıdan, zekiden, bilgiliden?..” Yanıt yok. Ya da meydanlarda akla, düşünceye sığmaz uzun uzun yanıtlar gelir karşına!.. İşe yaramayan politika gevezelikleri... ??? Bu yüzden işte Van’da felaketler içinde çırpınan, sokaklarda perişan mı perişan, devletten yararlı işler bekleyen insanların üstüne zehirli gaz sıkmak... Utanmak, insanlığın bir parçasıdır. Varsa eğer!.. Türkiye’nin deprem yanlışları, zorunlu sigorta, yapı denetimi, tehlike tespit işleri, medya ve yerel toplulukların rolü gibi konuları da kapsar. Deprem stratejisinde bir dönüşüm gerçekleştirmedikçe, Türkiye enkazdan kurtarabildikleri ile avunmaya on yıllarca devam edecektir. Murat BALAMİR E. Prof. Dr., ODTÜ ürkiye kentleri büyük risk havuzlarıdır. Nüfus artışı, betonarme teknolojisi ve kat mülkiyeti kurgusu ile 1950’li yıllardan bu yana hızla büyüyen, denetim kaçkını kentlerimiz, ülkemizin süreğen tehlike kaynağı depremler tarafından henüz yeni yeni sınanmaktadır. Sonuçlar büyük acılar vermekte ve kentlerin niteliğini açığa vurmakta. Bir gözlemcinin dile getirdiği gibi, kentlerimiz bugün güçlü “kitle imha silahları”dır ve yönetimlerimiz tutumlarıyla “Rus ruleti oynamakta”dırlar.(1) Bu gerçekliğe karşın Türkiye’de deprem politikası sanki tartışılması yasak bir konudur. Oysa afetlerle ilgili uluslararası çabalar 1990 sonrasında etkin bir yeni politika ufku açmıştır. Bu politikanın öncelikleri, risk azaltma, planlama, katılım, kentler ve yoksun kesimlerdir. Sırasıyla özetlenirse: Risklerin belirlenip azaltılması, kesintisiz sürdürülmesi gereken asıl etkinliktir. Bu amaçla kullanılan kaynaklar, afet sonrasında tüketilmek zorunda kalınan kaynaklardan her koşulda defalarca daha verimlidir. Hangi ölçekte olursa olsun, her plan risklerini ve bunlara ilişkin önlemleri belirlemek zorundadır. “Temsili demokrasi”nin can ve mal güvenliği sağlamada gösterdiği yetersizlikler toplumsal katılım mekanizmalarıyla giderilmeli, her düzeyde risk azaltma kararları toplum kesimlerinin yer aldığı “platformlar” aracılığıyla alınmalıdır. Bu uygulama, sorumlulukları paylaştırıp afet sonrasında tarafların birbirlerini suçlama olasılığını büyük ölçüde ortadan kaldırmaktadır. Karmaşık sosyoekonomik mekânsal sistemler oluşturan kentlerde doğal ve teknolojik tehlikelerin ve korunmasız varlıkların risklerinin belirlenmesi çok disiplinli çalışmalar gerektirir. Bu, kent planlamasında bir yeni uzmanlık alanıdır. En büyük kaybı yaşayanlar, dar gelirliler ve olanaksız kesimlerdir. Bu kesimler afet sonrasında sağ kalsalar bile, yaşam dayanaklarını yerine koyamayacaklardır. Yeni politikaya ayak uyduran çok sayıda ülke kurumsal ve yasal düzenlemelere gitmiş, ulusal ve yerel platformlar oluş T turmuş, sorumluluklara açıklık kazandırmıştır. Türkiye uluslararası belgelere imza koymuş olmakla birlikte bu alanda hiçbir eylem ve söylem geliştirememiştir. Bu duruma yol açan neden ve yanılgıların anlaşılması ve ortadan kaldırılması gerekir. Strateji ve eylem planı 1. Türkiye kimi telkinlerle 1999 sonrasında yeni düzenlemelere gitmiş, ancak konvansiyonel afet yönetimi anlayış ve alışkanlıklarından kurtulamamıştır. Afet sonrası etkinliklerde uzmanlaşmış mevcut birimler yeni bir düzenleme ile birleştirilmiş (2009), ancak hazırlanan yasada (5902) dünya politikasının yönlendirmeleri göz önüne alınamamıştır. Bu durum, yeni hazırlanmış olan “strateji ve eylem planı” belgesinde tüm çıplaklığı ile görülmektedir. Risk azaltma çalışmalarına en fazla gereksinmesi olan Türkiye’de, bu etkinliğin kapsamı ve genişliği bilinmediği gibi, afet sonrasından sorumlu kurum ve kişiler tarafından yürütülebileceği varsayılmaktadır. Sakınım planları şöyle dursun, Türkiye kentlerinde acil durum planları bile yapılmamakta ya da bunların hazırlanması ve uygulanması işleri 1950’li yıllardan kalma kavramlara dayanılarak, ehliyetsiz kişiler tarafından yerine getirilmektedir. İmar Kanunu kapsamında ise yapılan kapsamlı çalışmalara karşın, sakınım yöntemleri geliştirilememiştir. Öte yandan, yerel yönetim yasaları (5216, 5302, 5393), ilgili hükümlerindeki yanlış tanımlar ve yönlendirmesiz kalan görevlerden ötürü uygulamasız kalmıştır. 2. Yönetimlerin etkin rol almak yerine tehlikeleri unutturma tutumu, işleri gizil, dolaylı ya da açık biçimlerde piyasaya bırakmaktır. Toplumda “güvenlik için yeterli talep varsa piyasa buna yanıt verecektir” ya da “toplum zenginleştikçe güvenlik artacaktır” savları birkaç kez yanıltıcıdır. Piyasa ilişkileri kendiliğinden güvenlik sağlayamaz; bundan yalnızca varlıklı kesimler yararlanır. Oysa vatandaşın korunması anayasal kamu görevidir. Günümüz krizleriyle kanıtlandığı gibi, ekonomik büyüme sınırlıdır. Dahası, ekonomik büyüme gerçekleşse de toplumda eşitsizlikleri arttırır. Yönetimlerin düştü ğü bir başka tuzak da risk azaltmada anlamı olmayan yatırımlarla gereken önlemlerin alındığı yanılgısıdır. 3. Deprem tehlikesini yalnızca sağlam yapı sorunu olduğu anlayışını egemen kılan bir söylem ile Türkiye’de yapı yönetmelikleri değiştirilmiş, yapı güçlendirme yönetmeliği hazırlanmış, yapı denetimi mekanizması kurulmuş, yapı güçlendirme işlerini kolaylaştırmak üzere “kat mülkiyeti” yasasında düzeltmeler yapılmıştır. Ayrıca yapılarda “zorunlu deprem sigortası” uygulaması başlatılmıştır. Denebilir ki, Türkiye’de 1999 sonrasında alınan önlemlerin tümü tekil yapı ölçeğini ilgilendirmektedir. “İnsanları öldüren yapılardır” savı ile güçlendirilen bu indirgeyici yaklaşım, toplumda katılımlı süreçleri dışlamakta, güvenlik konusuna tek disiplinli bir teknik çözüm olduğu yanılgısını yaymaktadır. Bu yaklaşım kentlerde toplu yenileme girişimlerini gündemden düşürme eğilimi yarattığı gibi, yapılaşma öncesinde imar planı kararları ve değişikliklerinin öldürücü etkilerini de perdelemektedir. 4. Risk zengini Türkiye kentleri, asırlar boyunca oluşmuş yerel çevre kültürlerine karşın bu değerlere yabancılaştırılmış, kimliksiz, özürlü ve adaletsiz yerleşmelerdir. Yapı güçlendirme, kentlerde mevcut yanlışları ve çirkinlikleri konsolide etmektir. Öte yandan, güvenlik bahanesi ile dayatılan “kentsel dönüşüm” yöntemi ve kulaktan öğrenilip uygulanmaya çalışılan planlama araçları, ne risk azaltmaya ne de kültür sorunlarıyla baş etmeye yeterlidir. Kendilerince yetkin bürokrat ve yöneticiler, incelikleri olan bu uzmanlık alanında ağır yanlışlar yapmaktalar. 5. İstanbul’da İSMEP gibi uluslararası kuruluşların sağladıkları kredilerle yürütülen deprem risklerini azaltma projeleri, güdümlü hedefleri, yetersiz kapsam ve yöntemleri, borç yükü yaratmaları, toplumu dışlamaları, üretkenlik ve saydamlıktan uzak kalmaları nedenleri ile yarardan çok zarar vermektedir. Buna karşılık yine İstanbul için hazırlanmış olan kapsamlı “Deprem Master Planı” öncü içeriğine karşın uygulanmadan bırakılmıştır. Türkiye’nin deprem yanlışları, zorunlu sigorta, yapı denetimi, tehlike tespit işleri, medya ve yerel toplulukların rolü gibi konuları da kapsar. Deprem stratejisinde bir dönüşüm gerçekleştirmedikçe, Türkiye enkazdan kurtarabildikleri ile avunmaya on yıllarca devam edecektir. 1. Berlinski, C. ‘The Politics of Earthquakes’ 24 Temmuz 2011, latimes. Hacivat... Suriye’de yeterince “insan hakları olmadığına” kızdı... İyi mi?.. ? Muhalifler hapse atılıyor... Medyaya sansür uygulanıyor... Gazeteciler tutuklanıyor... Telefonlar dinleniyor, insanları evlerinden topluyorlar... Baskı, tehdit, korku var... Hangi ülke derseniz?.. Ee Suriye... ? Önce Mısır... Ayakta duramadığı için devrik lideri sedyeye yatırdılar... Ama kaçmasın diye de hayvanat bahçesinden ödünç kafesin içine koydular... Türkiye’nin katkısı ile... ? Sonra Libya... Bavulla para gönderdi Türkiye... Sonucunu gördünüz; 80 yaşlarında bir ceset, ölmeden önce dövülürken, kanayan ağzı ile “Evlatlarım yapmayın” diye yalvardı... Ama demokrasi isteyenler onu linç ettiler... Sonra çenesi düşmüş cesetle fotoğraf çektirmek için kuyruğa girdiler altın dişli demokrasi isteyenler... Siz de para vermiş oldunuz buna... Üzülmeyin yani... ? Sıra Suriye’de... Bir anda kızdı... Suriye’de “insan hakları” olmadığına... ? Suriye’de “insan hakları” isteyen diğerleri; kadının araba kullanmasının yasak olduğu Suudi Arabistan... İnfazların kılıçla yapıldığı Yemen... Al Thani hanedanının şeriatla yönettiği Katar... Mutlak monarşi Bahreyn... El Sabah emirlerinin 3.5 milyon insana vatandaşlık hakkı vermediği Kuveyt... Krallar, emirler, sultanlar... Ortadoğu’nun Hacivatları... Bunlar da toplandılar önceki gün, Suriye’ye “insan hakları ve demokrasi” istediler... ? Ee Türkiye de komşuda demokrasi istiyor haliyle... Daha yeni yeni “Suriye ile vize kalktı, koşun” denildiğinde demokrasi vardı çünkü... Şimdi açıkladılar: “Sakın gitmeyin...” ? ABD ile İsrail’in Ortadoğu’ya yeni bir şekil (BOP) vermekte olduklarını... Parmaklarının ucundaki iplerle Hacivatları oynattıklarını bilmeyen var mı?.. Müslümanların iplerini ellerine almış oynatıyorlar... Ve işte siz izliyorsunuz Hacivat’ı... Atatürk’ün Kalıtı, Kurumları Yok Edildi Hukukun üstünlüğü elbet bir gün utkulu olacak, Atatürk’ün kalıtı ve kurumları üstündeki hukuk lekesi temizlenecektir. Ancak Atatürk kurumlarını hepten silmeye çalışanlar, bu duruma suskun kalanlar, bugün ve yarın bu utançla yaşayacaklardır. Bu utancı dün paylaşmadık, bugün ve yarın da paylaşmayacağız! Sevgi ÖZEL tatürk, yüzyılların yerleştirdiği inancı baskın kılan alışkanlıklara dayalı bir yaşamı değiştirmenin, Türk Devrimi’nin öncüsüdür. Bir imparatorluğun küllerinden bir ulus devlet yaratmanın ancak “mucize” olabileceğini düşünen; uygarlığı, çağdaşlığı salt kendine yakıştıran; Atatürk’ün ekin devrimini başaramayacağına inanan ama yapılanları şaşkınlıkla gözleyen yayılmacı Batı, bugün kendi içimizde Türk Devrimi’ni yok etme çabalarını gülümseyerek, açıkça destekleyerek izlemektedir. Atatürk, yüzyıllarca her açıdan unutulan bir imparatorluğun “kul”larına yurttaşlık kimliği kazandıran görkemli bir ekin devrimi yapmıştır. Yüzyıllarca bilgiden uzak tutulan, boş inançlara itilen, imparatorluğun aynı zamanda halifesi olan sultanlara dinsel duygularla bağlanan; dinsel anlam yüklenen eski yazı ve dil yüzünden devletle hiç ilişki kuramayan halk, yobazların etkisinde kalmış, yurdunu işgal edenlerle işbirliği yapanlar, kendi köyüne kasabasına büyük acılar yaşatmıştır. Bağımsızlık savaşı utkuyla sonuçlanınca Mustafa Kemal, toplumun giyim kuşamıyla yenileşen dış görünüşü gibi, kafasının içini, bir başka deyişle düşüncesini de yenileştirmeyi amaçlamıştır. Türk Devrimi’nin tek amacı budur: Aydınlanma! Türk Devrimi’nin iki önemli basamağı olan harf ve dil devrimleri, toplumun yolunu aydınlatan meşalelerdir. Laik eğisentezinin sözde bilimcileri atandı; bu kişiler bir hukuk lekesinin üstünde oturmaktan hiç rahatsız olmadı; tersine 28 yıl boyunca iktidarların dümen suyuna takılmaya “bilimsellik” kılıfı uyduruldu; Ata’nın kalıtı “mirasyedi” mantığıyla harcandı. Uzun zamandır “millet/ulus” sözcüklerini kullanmamaya özen gösteren, bu sözcüklerin kavram alanlarını daraltarak “cumhur”a seslenen; ancak “cumhur” un dil bilincini önemsemeyen siyasal erk, tıptı 12 Eylül’ün Danışma Meclisi gibi davranmaktadır. O Danışma Meclisi’nde, az da olsa, Atatürk’ün kalıtının çiğnenmesine karşı çıkan vardı; onların hukuka dayalı tepkisi yok sayılmıştı. Bugün de “kanun hükmünde kararname” (KHK) ile Atatürk’ün dernek olarak kurduğu kurumları ve kalıtı yok edilirken TBMM dışlanmıştır. Bir hukuk lekesinin silinmesi beklenirken, bu leke ekin tarihimize iyice yapıştırılmış, AKP hükümeti, 12 Eylül’ün bitiremediğini KHK ile noktalamıştır. ki özellikle 12 Eylül yıkımından bu yana Atatürk’le ve devrimleriyle hesaplaşanlar, us, bilim ve hukuk dışı olan tüm uygulamalara hukuksal maske takmakta, Atatürk’ün “en büyük eserim” dediği laik Cumhuriyetimizi, Atatürk devrimlerinden hızla uzaklaştırmaktadır. Türk İslam sentezi, Türk Devrimi’nin özünü tümüyle silecek biçimde ağırlaşarak bütün Cumhuriyet kurumlarına yerleştirilmektedir. Ussal olana, bilime, hukuka sahip çıkması gereken aydınlar, bilim insanları ve üniversite, bu hukuksuzluğa sessiz kalmakta; dahası kimileri bu hukuk dışı, kınanması gereken yapılanmada bile isteye görev almaktadır. A tim/öğretim dizgesi, kolayca öğrenilip kullanılan yazı ve dille yurttaşlar, çağdaş dünyaya açılacaktı. Harf devrimi, yazının dinle hiç ilgisi olmadığını göstermesi bakımından önemlidir; bu nedenle inancı kullananlardan tepki almaktadır. ürk Dil Kurumu Osmanlıcayı anlamayan ve anlamadığı için her yerde kandırılan halk, dil devrimiyle kendisi dışında olup bitenleri anlayacak, sorgulayacak, en önemlisi özgürce kendi düşüncesini oluşturacaktı. Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu, işte bu nedenle Türk İslam sentezi takımının atış alanı olmuş, uydurukçu, solcu, komünist olarak suçlanmış; sonunda karşıdevrimin ağına takılmıştır. 1983’te Danışma Meclisi’nden çıkarılan 2876 Sayılı Yasa’yla Atatürk’ün dernek olarak kurduğu Türk Tarih ve Dil kurumları, Başbakanlık’a bağlı devlet dairesine dönüştürülerek kapatılmıştır. AKP iktidarına Evren kurumunun bile büyük geldiği görülmektedir. Atatürk bu kurumları özgürce çalışsınlar, siyasal erkin güdümüne girmesinler diye dernek olarak kurmuş; sonsuza dek yaşamaları için “vasiyetnamesi”yle gelir bırakmıştı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ün özgür istenciyle oluşturduğu ve eliyle yazdığı “vasiyetname”si 28 yıl önce çiğnendi; Atatürk’ün kalıtına, kurumların adına, yapı ve yapıtlarına yasa zoruyla el kondu. Kurumlara Türk İslam T oplumun dil bilinci zedelendi Atatürk’ün Türk Dil Kurumu kapatıldıktan sonra, bütün yurttaşların ortak (resmi) dili olan Türkçe yara almış, toplumun dil bilinci zedelenmiştir. Yabancı dille öğretimi yaygınlaştıran, yabancı adlandırmayı özendiren, 40 bin yabancı öğretmen getirmeyi amaçlayan, ulusal eğitimden Atatürkçü düşüncenin özünü silen, kısacası devrimlerle hesaplaşanlar kim olursa olsun, unutulmasın ki harf ve dil devrimleri başarılı olmuştur; bu devrimleri yadsıyanlar bile devrimlerin kazanımlarıyla konuşup yazmaktadır. İşte devrimin, Türkçenin gücü budur! İnancı kullanılan “cumhur” değil, “aklı ve vicdanı” özgürleşecek olan ulus, gerçekleri elbet bir gün bütün çıplaklığıyla görecektir. Hukukun üstünlüğü elbet bir gün utkulu olacak, Atatürk’ün kalıtı ve kurumları üstündeki hukuk lekesi temizlenecektir. Ancak Atatürk kurumlarını hepten silmeye çalışanlar, bu duruma suskun kalanlar, bugün ve yarın bu utançla yaşayacaklardır. Bu utancı dün paylaşmadık, bugün ve yarın da paylaşmayacağız! T 12 Eylül hukuksuzluğu 28 yıl önce bu ülkenin saygın hukukçularıyla aydınları Atatürk’ün kalıtının çiğnenmesine tepki vermiş; örneğin Nadir Nadi, ilerlemiş yaşına karşın hapse atılmak istenmişti. “Miras” bırakmak, insan haklarından en eskisidir; kalıtının bir bölümünü, Cumhuriyet Halk Partisi’nin koruyuculuğunda Türk Tarih ve Dil kurumlarına bırakan kişi, darbeci Kenan Evren değil, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk’tür. 12 Eylül’ün izini sileceğini söyleyen bir iktidarın, 12 Eylül hukuksuzluğunu KHK ile pekiştirmesi çok düşündürücüdür. Hukukun sağlıklı olduğu bir ülkede, kimsenin kalıtı, hukuk dışı bir yolla bir devlet dairesine ya da başkasına aktarılamaz. Ne C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle