23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
3 OCAK 2011 PAZARTESİ CUMHURİYET DİZİ SAYFA 9 Dönemin Genelkurmay Başkanı yaşananların askeri ve siyasal yönlerini açık bir biçimde anlatıyor SÖZDEN YAZIYA SÜHEYL BATUM Tarihin 2. tanığı Torumtay mekli Orgeneral Torumtay kendisine yönelen şu sözleri dikkatle dinledi: “O sırada Genelkurmay Başkanlığı’ndan istifanız bir şok etkisi yaptı. Özal’la ‘ilkelerde’ ihtilafınız olduğunu belirtmiştiniz. İşte dinlediniz Cindoruk’un sözlerini. Bu konuları bize açıklar mısınız?” Torumtay, oturuma, bildiklerini dürüst bir asker olarak olduğu gibi, gerçekleri saptırmadan söyleme koşulunu yönetici Civaoğlu kabul ettiği için katılmıştı. Üstelik, sunucunun dediği gibi ‘uzun süredir bu konuları hiç konuşmamış’ da değildi. İstifasından bir yıl sonra yazdığı kitapta gerçekleri anlatmıştı. Özal’ın isteklerinin önemsenmediği ve önemsenmesinin önlendiği bir ortamda yazdıkları ancak meraklısının dikkatini, ilgisini çekmişti. Geçen bölümlerde izlediğimiz gerçekleri, bu kez, eski Genelkurmay Başkanı, yorumlayarak, ancak Özal serüvenine özenle değinerek anlatmaya başladı: “Evvela şunu belirtmek isterim: Rahmetli Özal’la Kriz Masası çalışmalarında bu konuya değinildi, kendisi önemle ve ısrarla durdu. Bu konu dediğim Kuzey Irak’a Türkiye’nin fiili müdahalesi konusu. Tabii işin askeri yönü var, bir de buna temel olan siyasi bir görüş var, o da şu: Körfez krizine ve sonra savaşına neden olan, Irak’ın Birleşmiş Milletler yasasına aykırı olarak başka bir ülkenin topraklarını işgaliydi. Hal böyleyken, Türkiye bundan kısa bir süre sonra aynı şeyi yapar, Irak topraklarını işgal ederse aynı duruma düşmez miydi; bu işin siyasi yönü. Askeri cephesine gelince: Evvela bir stratejik kuralı hatırlamakta yarar var. Bu sadece askerlerin de bildiği bir husus değil, yine de bilinen, birçok dergilerde konu olmuş olan bir gerçektir. O da şudur: Bir ülke bir savaşa girerse ve o savaşı kendisi açarsa, hedefi düşmanın silahlı gücünün yok edilmesi ve düşman savunma gayretinin ortadan kaldırılmasıdır. Yani düşman dize getirilmedikçe savaş bitmiş kabul edilmez. Ancak başka bir ülkenin tecavüzüne maruz kalırsa, o zaman da hedefi çoluğu çocuğuyla sonuna kadar vuruşmaktır. Türkiye bu durumda, bahis konusu olan durumda başka bir ülkenin toprağını işgal durumuyla karşı karşıya kalırdı eğer gerçekleşseydi. Bunun askeri bakımdan bazı büyük hazırlıkları gerektiren yönleri var. Bir defa bu tür bir harekâta girişirken, bunu mutlaka zafere ulaştırmak mecburiyeti vardır. Çünkü, bu olmadı bir daha tekrar edeyim denilebilecek bir harekât değildir. Zaferi mutlaka elde etmeniz lazım. Edemezseniz, orada durursanız; mağlup olmasanız dahi fiilen, mağlup kabul edilirsiniz. Bu bakımdan, Erbil veya Musul bölgesine bir taarruz için, Türkiye’nin en azından tam kadrolu bir orduyu orada kullanması gerekirdi.” 2010’da Biz Hep Doğruları Söyledik 2010 yılının en önemli olaylarını sorarsanız, hiç kuşkusuz “Türkiye’deki baskı rejimini kanıtlayan bazı olaylardan” söz etmek isterim. Bunlardan çok var, ama birkaçını sayalım. Sayalım ki, bundan sonraki yıllarda, bu olaylar bir daha hiç yaşanmasın. Ve ayrıca bir de tabii ki, bu tür olayların yaşanmasına neden olanlardan da hesap soralım. Soralım ki, bir daha bu tür bir “baskı ortamını” bizlere yaşatmaya kimse cesaret edemesin. Bir kere, bana göre 2010’un en önemli gelişmelerinin başında, iktidar tarafından, yargıçlar üzerinde, öğrenciler üzerinde, toplumsal kesimler üzerinde uygulanan baskı, şiddet, sindirme ve korkutma politikasını açıkça gösteren olaylar geliyor. Ve bu olaylar, her zaman söylediğimiz gibi, kim ne derse desin, ne kadar reddederse reddetsin, inanılmaz boyutlara ulaştı. Örneğin “Balyoz davası” gibi çok önemli bir davadan iki gün önce davanın yargıçları değiştirildi. Bu değişiklik, kim ne derse desin, yargılanan kişilerin “mahkemenin bağımsızlığı ve tarafsızlığı” üzerinde şüphe duymalarını, kuşkulanmalarını, objektif olarak haklı gösterecek bir değişiklikti. Ve bu nedenle “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına” yani uluslararası hukuk düzenine de açıkça aykırıydı. Burada yeni atanan yargıçların taraflı olup olmamaları önemli değildi. Önemli olan “daha önce tahliyeler konusunda karar veren” yargıçların, davadan uzaklaştırılmaları ve yerlerine yeni yargıçların getirilmesi idi. Üstelik bugüne kadar, diğer bazı davalarda, bazı yargıç ve savcıların, haklarında onlarca şikâyet ve başvuru olmasına karşın, yerlerinin değiştirilmesini, bakanlık kesinlikle reddetmiş iken. “Görülen bir davanın yargıcı ve savcısı kesinlikle değiştirilmez, değiştirilemez” denmiş iken. İşte, bence “Balyoz davasının” yargıçlarının iki gün önce görevlerinden alınması, bu nedenle 2010’un en önemli olaylarından biri idi. Ve yargıçlar üzerinde, iktidar tarafından uygulanan baskı, sindirme politikasının açık bir örneği idi. Bana göre, ikinci önemli olay, “Mehmet Haberal davasına bakan yargıçların”, tutuklama işlemini keyfi bir biçimde, hukuka aykırı olarak uzattıkları gerekçesi ile tazminata mahkum edilmeleri olayı idi. Ve üstelik, “tutuklamayı, hukuka aykırı bir biçimde, uluslararası ve ulusal mevzuata karşın, keyfi bir biçimde, gerekçesiz olarak uyguladıkları” gerekçesi ile tazminat ödemeye mahkum olmalarına karşın aynı yargıçlar, aynı davaya bakmaya devam ettiler ve ediyorlar. Bu, hiç kuşkusuz, inanılması güç bir olaydı. Dünyanın hiçbir demokratik hukuk devletinde görülmesi mümkün olmayan bir olaydı. Ve göreceksiniz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından da adil yargılanma hakkının ihlali olarak kabul edilecektir. Ama iktidarın, Türkiye’de hukuku nasıl kullandığını açıkça gösteren bir örnekti. Balyoz davasının yargıçlarını iki gün önce değiştiren iktidarın, bu uygulamayı, Haberal davasında uygulamayarak, nasıl çifte standart uyguladığını açıkça gösteren bir örnekti. Ve Türkiye’de, iktidarın uyguladığı baskı ve korku politikasının açık bir ispatı idi. Tabii ki üçüncü olay da 12 Eylül referandumu idi. Bu, aynı zamanda, bizlerin hiç yalan söylemediğini, söylediğimiz her şeyin doğru olduğunu gösteren bir örnek idi. Ne demiştik biz? Yeni anayasa değişikliği hiçbir hak getirmiyor. Söylediklerinin hiçbiri doğru değil demiştik. Neredeyse 4 ay geçti. Hangi hak geldi kadınlara? Hani pozitif ayrımcılık? Hani sendikal haklar? Hani memurlara toplusözleşme? Hani memurlara grev hakkı? Hani emeklilere? Hani nerede bireysel başvuru hakkı? Hani Ekonomik Sosyal Konsey? “12 Eylül’ü yapanları yargılamayacaklar, yalan” demiştik. Hani hesaplaşma? Bırakın Kenan Evren’i, hangi savcı kimi çağırdı, kimin ifadesini aldı, kim hakkında bir tek dava açıldı, bu 4 ay içerisinde? Hani “yetmez ama evet” diyenler? Şimdi neredeler? Ama tabii bu arada, Anayasa Mahkemesi ve HSYK çoktan değişti. Tamamen iktidarın eline geçti. Öyle ki, kendi yaptıkları anayasaya bile aykırı biçimde atama yapıldı. Dedim ya, bunlar çok önemli olaylar. Ama her şeyden bir ders çıkarmak gerekir. En azından yandaşların, yandaş aydınların ve “yetmez ama evet” diyen “eski solcu, yeni utangaç AKP’lilerin” bu yeni rejimdeki rollerini de açıkça gösterdi bu olaylar. Artık ikidarın rolünü de, “onların” rollerini de çok iyi biliyoruz. Nedenini de biliyoruz. Karşılığını da. E ‘Musul ve Kerkük’ü almakla iş bitmezdi’ “Çünkü, karşısında yedi veya sekiz tahmin edilen Irak tümeni vardı. Kuzeye karşı kendi kanatlarını korumak için bu tümenlerini KerkükMusul bölgesinin kuzeyinde, dağlık bölgede bir kısmını tertiplemiş durumdaydı. Türkiye’nin İkinci Ordusu, o günkü mevcuduyla böyle bir harekât için yeterli değildi. Mecburen Doğu bölgemizden, Kafkasya cephesinden yahut da muhtemel cephesinden ve Trakya’dan oraya birlik kaydırmak gerekecekti. Bunun tabii bir süresi var. İkincisi; o sırada Sovyetler Birliği dağılmış değildi, Kafkasya’da ve Bulgaristan’da, Trakya’da hâlâ bu tehdit mevcuttu. Türkiye hedefinin ne olduğu tam belli olmayan bir harekât için, hayati derecede önemi olmayan bir harekât için sırtını adeta Kafkaslar’a veya Bulgaristan’a dönecek, oradaki birliklerin gücünü azaltacaktı. Diğer taraftan böyle bir harekât elbette Türk ordusu tarafından yerine getirilebilirdi. Musul ve Kerkük bölgesini ele geçirmek büyük bir problem değildi hazırlıklar tamam olduktan sonra. Ancak iş burada bitmezdi; Musul ve Kerkük’ü almakla bitmiyor, her şeyden evvel Irak kuvvetlerinin tümünün imha edilmesi lazımdı. Bunun için de Irak’ın derinliklerine kadar gitmek gerekirdi, o zaman da işin şekli değişecek, tüm Irak’ın dize getirilmesi ve bölgenin işgalini gerektirecekti. Türkiye bütün imkânlarının çoğunu böyle bir görev için tahsis edebilir miydi? Ülkenin o sıradaki ekonomik durumu, çevresindeki tehditler dururken Türkiye hangi nedenle böyle bir harekâta veya maceraya atılacaktı, bu da işin bir tarafı. Ve nihayet o tarihlerde Türkiye, bugün de kısmen azalmış olmasına rağmen bir PKK konusu ile meşguldü. Hal böyle iken, kuvvetin çoğunu Irak’ın işgaliyle, Kuzey Irak’ın işgaline tahsis ettiği takdirde bir başka ülkeyi işgal etmiş ve onun topraklarında üç milyona yakın insanı kendisine düşman etmiş olacaktı. Ve bu üç milyona yakın insan, kendi vatanlarını korumak için bize gerilla faaliyetlerine girişecekti. Yani, arkamızdaki PKK’ye ilaveten bir de...” Soru: “10 bin kişilik PKK’ye karşılık bir de üç milyonluk...” “...Üç milyonluk halkın gerilla birlikleriyle geri hatlarını korumak zorunda kalacaktı. Tabii, bu Türkiye için esasında bütün gücümüzü, her şeyimizi oraya koyarsak bir mesele değildi. Ama Türkiye o günkü koşullarda böyle bir maceraya atılsaydı bunun bedeli, karşılığı ne olacaktı; bu, tabii siyasi bakımdan büyük karar; askeri bakımdan da gerçekleri iyice anlamayı gerektiren bir durumdu.” Bunları Özal’a anlattım S oru: “Peki, istifa nedeniniz bu muydu?” “Efendim, bu istifa nedenimin konusuydu. Fakat esas sebebi, merhum Özal’ın bilhassa Körfez Savaşı başladıktan bir süre sonra, kişisel kararlarla icraat yapma girişimlerinden olmuştur. Ve devletin karar alma mekanizmasının usulleri dışında direkt olarak, sorumlu kimselerin görüşlerini almadan karar verme uygulamalarını benimsemesi olmuştur. Netice itibarıyla ben de eğer öyle bir karar verilseydi onu uygulamadan sorumlu komutanıydım, Silahlı Kuvvetler’in komutanıydım. Soru: “Bunu anlattığınız zaman Özal ne diyordu?” “Efendim, pek tatmin olmuş görünmediler. Hatta, ‘Türk ordusu bunu yapamaz mı’ diye bayağı beni orada üzen sorular da sordular. Ben de kendilerine şu cevabı verdim, antiparantez şunu da söylemek isterim: Bu kriz masası toplantılarında Cumhurbaşkanı’ndan başka tabii onun başkanlığında oluyor Başbakanımız, Dışişleri ve Milli Savunma Bakanlarımız da benimle beraber bulunuyorlardı. Onların yanında tabii bu konuşmalar cereyan etti. Ben kendilerine şunu söyledim: Büyük dâhi komutan Atatürk’ün bir sözü vardır; ‘Bir taarruz yapılmadan evvel hazırlıkların tam olması lazım. Noksan hazırlıkla taarruz yapmaktansa, hiç yapmamak daha iyidir’ derdi. Ve bunun da misalini verirdi: Sakarya Meydan Muharebesi. Sakarya Meydan Muharebesi’nde, biz Yunanlıları o savaşta yendik, mağlup ettik. Hemen arkasından o zamanki Meclis, derhal denize dökelim, ne duruyoruz diye Mustafa Kemal’e bayağı ağır sözler söyleyenler de oldu. Mustafa Kemal, acele etmeyin dedi. ‘Şu anda gücümüz yeterli değil. Bekleyin, askeri hazırlıklarımızı tamamladıktan sonra bunu yapacağız’ dedi. Bir sene sürdü bu. Mustafa Kemal, bir sene Meclis’i ikna etmeye çalıştı ve nihai, hayati taarruzuna bir sene sonra başlayabildi. Yarım taarruz yapılamaz. Amerikalılar Irak’a Körfez harekâtını gerçekleştirmek için altı ay yığınak yaptılar, altı ayda ancak yığınaklarını tamamladılar. Ama onun gerisinde 30 yıla yakın bir hazırlık vardı. Amerika’da Tampa’da, Florida’da halen mevcut olan bir komutanlık vardır, bugünkü ismi Merkezi Komutanlık ‘Centrel Comand’. Bu komutanlık 1960’lı yılların başında ‘Streit Forst Comand’ diye kurulmuştu. 30 yıl bunlar, Ortadoğu bölgesine gerekirse nasıl intikal edilir, orada hangi koşullarda, hangi savaşlar yapılır, devamlı bunun eğitimini, hazırlığını yapmışlardır. Bu kadar hazırlıktan sonra oraya geldiler. Türkiye, savunma düzenini almış bir Türkiye böyle bir taarruza, harekâta geçmek için üç günde, beş günde bu hazırlığını tamamlayamazdı. Ama zaman olsaydı ve Büyük Millet Meclisi’nden bu karar çıksaydı gayet tabii gerisi düşünülmeden mutlaka bu gerçekleştirilebilirdi.” KYB: TürkKürt işbirliği yok ERBİL (ANKA) Kuzey Irak’taki Kürt Bölgesel Yönetimi Peşmerge Bakanlığı, PKK’yi kovalamak için Türkiye ile koordinasyon veya işbirliğinin yapıldığı savlarını reddetti. KYB’nin sitesine göre, Peşmerge Bakanlığı Genel Sekreteri General Jabber Yawir, Sawa Radyosu’na yaptığı açıklamada IrakTürk sınırında PKK’yi kovalamak amacıyla TürkKürt işbirliğinin yapılmadığını söylerken, “Türk topraklarındaki Türk ordusunun hareketleri, bir iç meselesidir” dedi. ‘İstifa nedenim Özal’ın kişisel kararlarla hareket etmesi’ Böyle bir hazırlık yapılmadan ve Meclis’in kararı alınmadan böyle bir hareketi, direkt olarak verilecek bir emri gayet tabii yerine getirmeden evvel yazılı emir isterdim. Bu bakımdan, bu görüş ayrılığı nedeniyle ve makamların atlanması ve gerekli danışım yapılmadan kararın verilmesi veya böyle bir icraata girilmesi temayülü nedeniyle makamımın gerektirdiği tepkiyi göstermek zorunda kaldım.” Kriz masasında karara varmak tarihi ve büyük bir hata olur “O yazılı direktif esasında şöyledir, kısaca onu da burada belirtmek isterim: Körfez krizi başladığı günden itibaren, bu kriz masası toplantılarında sık sık tekrar ettiğim bir şey oldu: ‘Başüstüne, ancak bunun yöntemini uygulamamız lazım’ dedim. ‘Evvela Bakanlar Kurulu toplantısında bu konunun enine boyuna incelenmesi gerekir. Eğer hükümet kararı verilirse, bu kararın mutlak surette usullerimize göre Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmesi veya onaylanması veya reddedilmesi; S oru: “Yalnız, tabii yazılı bir direktif geldi.” bunun sonucuna göre bunun kararı verilir. Yoksa, böyle kriz masasında özel olarak, ayrı ayrı gruplarla özel olarak konuşularak bir karara varılması hatalı olur. Bunu topluca ve bütün yönleriyle görüşüp, ondan sonra karar vermek lazımdır’ cevabını verdim kendilerine. Bu yüzden 4 ay süreyle hükümet siyasi bakımdan bir karar veremedi. Yüksekova’da patlama HAKKÂRİ (AA) Hakkâri’nin Yüksekova ilçesinde 21. Jandarma Sınır Tugay Komutanlığı yakınlarındaki Karayolları 117 Şube Şefliği önünde kar altına gizlenmiş bomba 15.50 sıralarında büyük bir gürültüyle patladı. Ses bombası olduğu tahmin edilen patlayıcının infilak etmesi sonucu ölen ve yaralanan olmazken, bir araç hasar gördü. Hollanda’da camiye saldırı ALMERE (AA) Hollanda’da Türklere ait olan ve Hollanda Diyanet Vakfı’na bağlı bulunan Sultanahmet Camii, yılbaşı gecesi kimliği belirsiz kişilerin saldırısına uğradı. Hollanda Cami Derneği Başkanı Ramazan Gül, hasarın büyük olduğunu, olaydan sonra polisin “bu saldırının kasıtlı olarak yapıldığını söylediğini” açıkladı. Gül, bundan sonra camiyi koruyacaklarını kaydetti. YARIN: TARİHİ BELGELERDE İMZALAR POLEMİĞİ C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle