23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER CUMHURİYET 3 OCAK 2011 PAZARTESİ AÇI MÜMTAZ SOYSAL Adliyelerin ve yurttaşın güvenlik hakkı Ülkemizde telefonları ve odaları yasadışı yollarla dinlenip ifşa edilerek özel yaşamlarının gizliliği ve haberleşme özgürlükleri ihlal edilen yargıç ve cumhuriyet savcılarının yaşama ve uygun koşullarda çalışma hakları da ciddi risk altındadır. Adalet aramak için adliyelere gelen yurttaşlar risk altındadır. Yargıçlar memurlaştırılıp susturuldukça sorunlar artarak sürecektir. Görmezlikten Gelmek BAHÇELİ, “Gül iki dilli tabelaların bulunduğu Diyarbakır Belediyesi’ni ziyaret etti” deyince Çankaya’dan açıklama geldi hemen: “Büyükşehir Belediyesi’nde, ne ziyaret öncesi yapılan incelemelerde, ne de ziyaret sırasında herhangi bir çift dilli tabela görülmemiştir.” MHP Genel Başkanı, “iki dilli levhalarla gösterilen hizmet birimleri”nden söz etmişti; açıklamada onlardan bahis yok. Haydi diyelim ki, devlet başkanı kalabalık maiyetiyle geçerken o levhaları görmemiş ya da gelişinden hemen önce tabelalar kaldırılmış olabilir. Tıpkı ışıklandırılmış iki dilli sokak levhalarının gezide karartılışı gibi. Peki, “Biz yasa ya da anayasa değişikliği beklemeyiz, iki dili kullanırız” diyen parti liderlerini, kentlerle kasabaların her yanına resmen asılan iki dilli tabelaları, TBMM’den değişiklik yasası geçirilmeksizin iki dille anılıp ikinci dilin alfabesiyle yazılarak herkesin gözüne sokulan köy ve ilçe adlarını n’apacağız? Bütün bunlar, açıktan açığa bir başkaldırışın, kafa tutuşun, ırkçı küstahlığın, hatta sivilasker karışımı Milli Güvenlik Kurulu uyarılarına karşın sinsi bir isyanın başlangıç belirtisi değil de nedir? Onu görmezlikten gelebilir miyiz? oksa örtülü bir anlaşmayla Cumhuriyet Türkiyesi’ne karşı yürütülen içli dışlı bir büyük komplonun “program fragmanları” mı? Önümüzdeki yıllarda dünya sahnelerine yansıtılıp oynanacak bir büyük oyuna gözler alıştırılmak mı isteniyor? Büyük oyun, yeryüzünün en zengin petrol kaynakları üzerindeki “Büyük Ortadoğu” halklarına öncü olabilecek ve daha kolay taklit edilecek bir Türkiye yaratmaktır. Mustafa Kemal, Cihan Harbi’nin galiplerine karşı direnişi ve zaferleriyle bu coğrafyada hayranlık uyandırmıştı ama, kurduğu cumhuriyet, devrimciliğiyle, aynı coğrafyanın insanları için kolay hazmedilecek bir örnek değildi. Yontulmalı, yalnız bölge halkına değil, dünya egemenlerine de ters gelen tarafları budanmalıydı. Oyunun birinci perdesi, abartılı yorumlarla Kemalizmi gülünçleştirip cumhuriyet ilkelerini yumuşatmak, çarpık demokrasi yorumlarıyla ve insan hakları bahanesiyle ulus kavramının, laikliğin, aydınlanmanın canına okuyup dünya egemenlerince istenen kıvamda bir Türkiye yaratacak taşeronlar bulma perdesiydi. Şimdi Kemalist cumhuriyeti zayıflattıkları, üniversitelerinden ordusuna kadar bütün güçlerini iğdiş ettikleri ve etnik bölünmeyi başlattıkları inancıyla ikinci perde için kollarını sıvamışa benziyorlar. Yanıldıklarını göstermek zorundayız. Cihan Harbi sonrasında da yanılmışlardı. Bilmezler ki, dağınık potansiyelimizi o zaman olduğu gibi akıllı yollardan toparlayıp seferber edebilirsek, zayıflatıldığını ve iğdiş edildiğini sandıkları cumhuriyetçi güçlerimizle öyle bir sürpriz yaratabiliriz ki, dıştaki oyuncularla içteki hainlerin dünyaları şaşar. Bu da görmezlikten gelinemeyecek bir seçenektir. Nuh Hüseyin KÖSE YARSAV Başkan Yardımcısı Y eçen ay İstanbul adliyelerinden birinde dehşet verici bir olay yaşandı: İnsan öldürme suçundan yargılanmakta olan bir tutuklu, mahkeme salonunda elleri kelepçeli halde, jandarmaların arasında, yargıçlar kurulunun önünde yani devlet koruması altındayken, duruşma salonundaki bir izleyici tarafından başından vuruldu. Bu olay, Türkiye açısından töre cinayetlerinden daha vahimdir. Yüzlerce adam öldürme ve organize suç örgütlerine ilişkin gerilimli davaların görüldüğü mahkeme binalarına ve duruşma salonlarına silahlı kişilerin ellerini kollarını sallayarak girebildikleri, bu olayla net olarak görülmüştür. Konuya anayasamızın 90. maddesi uyarınca iç hukukumuzun bir parçası olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) açısından bakınca, bu olay ile ülkemiz mağdura karşı AİHS’nin insan haklarına saygı yükümlülüğünü düzenleyen 1., yaşama hakkını düzenleyen 2., adil yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddelerini ihlal ettiği iddiasıyla AİHM’de yargılanabilecektir. Yargıçlar heyeti ve cumhuriyet savcı G sı ile adliye çalışanları ve yurttaşlar açısından da birçok hak ihlali söz konusudur. Bütün bunların dışında ülkemizde, yargıya verilen önem ve toplumsal güvenliğin sağlanması açısından kötü bir sınav verilmiştir. XRay cihazları Ülkemiz adliyelerinde çalışıp çalışmadığı belli olmayan XRay cihazından geçen herkes, kişilerin çantalarını taramaya yarayan görüntüleme cihazlarından yoksun kapılarda, mecburi danışmanlıkta çaresiz polis memurlarının yaptığı kaba bir aramanın ardından adliyenin cumhuriyet başsavcı odaları dışındaki her birimine, ağır ceza ve ticaret mahkeme başkanı odaları, yargıç ve cumhuriyet savcı odaları, duruşma salonları, kalemler ve eklentilerine kolaylıkla girebilir. Odasında dosya okuyan bir yargıca, içeriye dalan biri elindeki büyük kirli torbayı göstererek “Kaşar peyniri ister misin beyim?” derse yargıç şaşırmaz. Dilencinin, şizofrenin, şikâyet hastalarının mesken tuttuğu adliye koridorlarında çalışanların ve hak aramak üzere bulunan yurttaşların can güvenliği Tanrı’ya emanettir. Tutuklu sanıklar ve izleyicilerle aynı kapıyı kullanan yargıçlar, duruşma salonuna girebilmek için meraklı ve çoğu zaman hırçın kalabalıkları aralamak zorundadırlar. Oysa bir yargıç, cumhuriyet savcısı ya da bir avukat Adalet Bakanlığı binasına ise bakan ve bürokratların girdiği ana kapıdan asla giremez. Bakanlığın yan tarafındaki bir kapıdan, danışmaya kimlik bıraktırılıp yakasına ziyaretçi kartı takılıp nereye gideceği sorulup, turnikeden geçerek binaya alınır. Valilik, kaymakamlık, askeri binalar gibi yerlere yurttaşın girmesi fermana mahsustur. Anlaşılan ülkemizde yürütme organı ancak kendisini temsil ettiğini düşündüğü makamların korunmasını yeterli saymaktadır. Sıradan bir alışveriş merkezinden daha kötü korunan adliye bahçeleri ve koridorlarında her gün kavga görmeye alışkın olsak da, son olay yargıçların bile aklının almadığı kadar vahimdir. Yurttaş, sığındığı adalet dairesinde en güvenilir olduğunu sandığı yerde saldırıya uğramıştır. “Dünyanın en büyüğü” olmakla övünülen yeni adliye binalarında da durum şimdikinden pek farklı olmayacağa benziyor. Zira, akıllı bina diye takdim edilen Bakırköy Adliyesi’nde olduğu gibi yeni binalarda da koridorların güvenliğinden sorumlu özel güvenlik birimleri yok. Ya da bu saldırıdan sonra adliye binalarındaki güvenlik kadrolarının ihdasından sorumlu İçişleri ve Adalet bakanlarından hiçbir ses çıkmaması, yürütme organının adliyelerde güvenliği yeterince önemsemediklerini göstermesi açısından manidardır. Basının yaklaşımı Olayın üzücü yanlarından birisi de, basının yaklaşımıydı. Olayın akabinde YARSAV adına tarafımdan yapılan basın açıklamasında yürütme organına yönelttiğimiz eleştirilerin hiçbirisine yer verilmediği gibi açıklama sonrası sorulan soruya verdiğim tek satır yanıt magazinel olarak gösterilip kimi kanallarda benden de olayın tanığı hâkim diye söz ediliyordu. Bir gazetenin alt manşeti “Başıboş adliyede vahşet” idi. Yani yürütme organının kusuru yine yargıya ihale edilmişti. Halbuki adliyelerdeki güvenlik sorunu ülke genelini kapsamaktaydı. Basının, hükümeti koruma, hükümet üyelerinin canını sıkacak haberlerden söz etmeme ve sansür yükümlülüğünü de öğrenmiş olduk. Son olay göstermektedir ki, ülkemizde telefonları ve odaları yasadışı yollarla dinlenip ifşa edilerek özel yaşamlarının gizliliği ve haberleşme özgürlükleri ihlal edilen yargıç ve cumhuriyet savcılarının yaşama ve uygun koşullarda çalışma hakları da ciddi risk altındadır. Adalet aramak için adliyelere gelen yurttaşlar risk altındadır. Yargıçlar memurlaştırılıp susturuldukça sorunlar artarak sürecektir. Biz dünyanın en büyük adliyelerini yapan değil, gerçek adaletin tesisinde yargı kurumlarına gereken desteği veren idareler istiyoruz. Kapansın Elçilikler Yüksel PAZARKAYA öyle diyor ünlü romancı ve düşünür Umberto Eco, WikiLeaks belgeleri üzerine bir denemesinde. Bu belgeler, ona göre, her şeyden önce, diplomatların gündelik yaşamlarının harcıâlem işlerle geçtiğini göstermiştir. Yani teknolojik iletişimin günümüze göre salyangoz hızıyla yürüdüğü geçmiş dönemlerdeki işlevini yitirmiştir. Bir de buna bağlı olarak, cumhurbaşkanları, başbakanlar ve bakanlar devletler arasındaki ilişkileri ve pazarlıkları telefon, internet, SMS ya da telekonferans yoluyla doğrudan yürütüyorlar. Elçilere zeval değil, gerek bile olmuyor. Devlet yetkilileri anında iletişimin yanı sıra günübirlik ülke ziyaretlerini ve yüz yüze görüşmelerini de artık istedikleri sıklıkta yapabiliyorlar. Elçiye, aracıya gerek duymuyorlar. “Yok B mumtazsoysal@gmail.com sa Irak’a savaş ilan etmek için, bir Fırat teknesiyle elçi mi gönderildi?” diye alaycı soruyor Eco. Aracı kullandıkları zaman da, güvendikleri danışmanlarını ya da bakanlarını o ülkedeki elçilerine yeğliyorlar. Kendileri resmi ziyarette bulununca, Başbakan Erdoğan’ın Bush’u bir ziyaretinde yaptığı gibi, görüşmeye elçiyi almıyorlar. Umberto Eco, salt bu gerekçeyle, elçilikler kapansın, demiyor. WikiLeaks belegelerinin aslında sözde skandal yarattığını, bunun gerçek bir skandal olmadığını ileri sürüyor. Elçilik raporlarında, dolayısıyla açıklanan belgelerde yer alan bilgilerin hemen hepsinin, ülke basınında zaten sürekli yansıtılan bilgilerden başka bir şey olmadığı ya da söylenti biçiminde ülke insanları arasında dilden dile, kulak tan kulağa dolaşan gerçekler olduğu görüşünü dile getiriyor. Şöyle diyor: “Temsilcilik alıştırmalarını bir yana bırakırsak, elçilikler konuk bulunulan ülke hakkında salt bir belgeliğe dönüşmüştür. Ve elçi, eğer becerikliyse, bir sosyoloğun ve politoloğun işini yürütmektedir. En çetin durumlarda elçilikler gerçek birer casusluk üssü olurlar.” WikiLeaks belgeleri Açıklanan belgeler, Amerikan diplomasisini zaten bütün bunların gerçek olduğunu doğrulamaya zorlamıştır. Ve Eco’ya göre, bu belgelerden sızan bilgiler, gariptir, (Berlusconi, Sarkozy, Kaddafi, Merkel gibi) kurbanlardan çok, faillere zarar vermiştir. Amerika’yı hedefleyen Assange da, herhalde bunu gözler önüne sermek istemiştir. Umberto Eco, belgelerin ve bilgilerin, kurbanlara hemen hemen hiç zarar vermemesinin, belki onları güçlendirmesinin nedeni olarak, “bu maruf gizli bilgilerin” Avrupa’da herkesin konuştuğu, basın yansımalarından ibaret olduklarını, giderek Amerika’da “Newsweek”te yayımlandıklarını söylüyor. Elçilik raporlarında yer alan bilgilerin hiçbirinin gizli bir yanı yok. Hatta rapor edilen kişilerin kişisel özellik ve ilişkileri de, doğru ya da yanlış, kahve köşelerinde, arkadaş sohbetlerinde söylenegelen şeyler. “Amerikalıların, Berlusconi’nin ‘vahşi geceleri’ hakkındaki ‘müthiş’ açıklamaları, aylardan beri (Berlusconi’ye ait ikisi dışında) İtalyan gazetelerinde okunan şeyleri yansıtıyor.” Umberto Eco, gizli servislerin oldum olası zaten başka bir şey yapmadıkları savını da ekliyor. Çok satan kitapların da başka bir iş yapmadıklarını, daha önceki kitaplarda ve çalışmalarda yer alan bilgilerin temcit pilavı gibi, tekrarı olduğunu ileri sürerek, gizli servisler de bugün aynı şeyi yapıyorlar, diyor. “Muhbir de, gizli servisçi kadar tembel ya da geri zekâlı; yalnızca daha önce bildiği şeyi doğru diye kabul eder. Dünyada hiçbir ülkenin gizli servisi, New York’taki ikiz kulelere yapılan saldırıları önceden bildirme hizmeti vermiyor (bazen de yanıltılan kuruluşlar olarak bunlara kendileri alet oluyorlar). Bunun yerine, herkesin çoktan bildiği şeyleri arşivliyorlar, bu yüzden de hepsini lağvetmek gerekir. Ama özellikle şu zamanlarda bunca işyerini yok etmek de akıllıca bir iş değil.” Alıntının son tümcesi, Umberto Eco’nun, bu ufak denemesinde bazı gerçekleri dile getirirken, hicvi de elden bırakmadığını gösteriyor. İçi Boş ve Konseptsiz ‘Kürt Açılımı’ Prof. Dr. Hakkı KESKİN 20052009 Federal Almanya Parlamentosu Milletvekili ve Avrupa Konseyi PM Üyesi “Demokratik Özerklik Çalıştayı” tarafından dillendirilen istemler, Öcalan tutuklandıktan bir süre sonra yayımlanan iki ciltlik kitabında yer alıyordu. “Demokratik Özerk Kürdistan Toplum Kongresi” hedeflerinin “Demokratik özerk (bağımsız) Kürdistan’ın inşası” olduğu, “kendisini temsil eden özgün bayrak ve sembollere” sahip olacağı, “Türkiye ve Kürdistan’ı ortak vatan olarak” gördükleri, “Kürtlerin öz savunma” yoluyla “işgalci ve istilacı güçlerin saldırısından korunacağı”, “Özerk Kürdistan’da resmi dilin Kürtçe ve Türkçe” olacağı ve “Kürtçenin anaokulundan üniversiteye kadar eğitim ve öğretim dili olmasının sağlanacağı”, “Bölgedeki ekonomik kaynakların (madenler, barajlar, fabrikalar vs.) kullanım ve tüketim hakkının, kurulacak Kürdistan özerk yönetimi tarafından kontrol edileceği” belirtilmektedir. Artık her şey tam anlamıyla açıklık kazanmıştır. Hedef ilk aşamada Türkiye sınırları içerisinde bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasıdır. Aynı kongrede “Dünyada 40 milyon Kürt”ün varlığına dikkat çekilerek, daha sonraki hedefin Irak, İran ve Suriye’de yaşamakta olan Kürtlerin ortak bir devlet çatısı altında, bir araya gelme amacı da belirtilmektedir. PKK, bağımsız bir Kürt devleti kurmayı gerçekleştirmek üzere ortaya çıkarak bu amacına 26 yıldır terör yoluyla ulaşmayı sürdürmektedir. PKK bu hedefinden günümüze değin asla vazgeçmemiştir. Ancak koşullar elvermediğinden, bu ana hedefe varma sürecinde, bir süre için ve ilk önemli adım olarak “Demokratik özerklik” ambalajıyla, Türkiye’nin gündeminde kalmayı yeğlemektedir. Bunu yaparken de hem terörü baskı ve tehdit aracı olarak kullanmakta hem de “Barış ve Demokrası Partisi”ni amacına ilişkin olarak geliştirdiği stratejinin bir aracı olarak kullanmaktadır. Türkiye, son derece ciddiye alınması gereken bir TürkKürt ayrış ması ile karşı karşıya getirilmiştir. PKK, kuruluşundan günümüze yaptığı kanlı terör eylemleriyle, Türk ve Kürt halkını karşı karşıya getirmeyi amaçlamış, on binlerce insanımızın ölmesine rağmen, iki halkın sağduyusu buna olanak tanımamıştır. Bugün gelinen durum bu tehlikeyi belirgin olarak arttırmaktadır. Tahmin edilmesi bile güç olan ağır koşulları doğurabilecek ve yüzyıllardır aynı vatanda bir arada yaşayan, milyonlarca ortak evlilikle etle kemik misali kaynaşmış bulunan Türk halkının ve hatta Kürt halkının çok büyük bir çoğunluğunun, ülke bölünmesini kabul etmeyeceği çok açıktır. Sorumlu AKP’dir Bugünkü durumdan, öncelikle içi boş “açılım” politikasının mimarı AKP sorumludur. 9. Cumhurbaşkanı Demirel, “Devlet zaafa uğramıştır. Güçlü devlet kanunların hâkimiyetini sağlayan devlettir. Şimdi iki hukuklu bir devlet doğuyor gibi bir manzara var” sözleriyle hükümeti uyarıyor. Başbakan Erdoğan, son derece ciddi olan bu durum karşısındaki suskunluğunu hayretle gözlenen bir gecikmeden sonra nihayet bütçe görüşmelerinde bıraktı. Ancak Başbakan tarafından, içi tamamen boş olan ve önce “Kürt” sonra “demokrasi” denen açılımıyla başlatılan tartışmayı, bugün gelinen noktada, Öcalan ve taraftarları doldurmuştur. Hatırlanacağı gibi, uzunca bir süre Öcalan’dan gelecek bir “yol haritası” bile beklenmiştir. Ülkenin içine sokulduğu “iki hukuklu devlet” ve TürkKürt ayrışmasını beraberinde getiren bu tehlike karşısında, tüm siyasi partilerin, ivedi olarak açık ve net tavır sergilemeleri vazgeçilemez bir görevdir. Çünkü konu, hükümetmuhalefet, seçim ve benzeri hesapların ötesinde çok ciddi bir devlet sorunudur. Türkiye siyasi partileri ivedi olarak bir araya gelerek, birlik ve beraberlik içe risinde ortak bir tavır sergileyerek, anayasanın değişmesi bile teklif edilemez olan ilk üç maddesine dokunulamayacağını (benzer değişmez anayasa hükümleri birçok demokratik ülke anayasalarında da bulunmaktadır!) tüm kararlılıkla kamuoyuna açıklamalıdırlar. Bu maddeler Türkiye Cumhuriyeti’nin kırmızı çizgileri olarak ortak tavırla deklare edilmelidir. Parlamentoda temsil edilen partilerin, Kürt sorununa ilişkin olarak, ortak bir çözüm üzerinde anlaşmaları artık ertelenmemelidir. Kanımca Kürt halkının kültürel hakları yasal güvenceye bağlanmalı, resmi dilimiz olan eğitim ve öğretim dili Türkçenin yanı sıra, Kürtçenin okullarda da öğrenilebileceği (Kürtçenin anadil olarak öğrenilmesi, anadilde eğitim değildir!), üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatına ilişkin enstitülerin kurulabileceği, yerel yönetimlere daha fazla karar yetkisi sağlanacağı, ekonomik olarak geri kalmış bölge kalkınmasına kararlılıkla ve ivedi olarak öncelik verileceği, PKK’nin silahları ve terör eylemlerini tamamen bırakması koşuluyla, bir af yasası çıkarılabileceği karara bağlanmalıdır. Sonuç Irak’tan beslenen terörün önlenmesi içinse, ABD, Irak ve Irak’ın kuzeyindeki Kürt yönetimiyle yapılacak görüşmelerde, Türkiye’nin daha fazla oyalanmaya tahammülü olmadığı ve Irak’tan Türkiye’ye yapılacak terör saldırılarına karşı Türkiye’nin uluslararası hukuktan doğan halkını koruma hakkını kullanacağı, devletin ve siyasi partilerin ortak kararı olarak net ve açık olarak vurgulanmalıdır. Kanımca ülke bütünlüğü ve barışı bakımından vazgeçilemez önemi olan bu konunun, parlamento seçimleri sonrasına ertelenmesi son derece yanlış olacaktır. Siyasi partilerin bu ortak politikayı acilen ve yurtsever bir sorumlulukla ele almaları kaçınılmaz olmuştur. Atatürk’ün, “Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır” sözü tam da bugün için geçerlidir. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle