18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER CUMHURİYET 19 OCAK 2011 ÇARŞAMBA AÇI MÜMTAZ SOYSAL Başbakan’ın Söylemleri... Başbakan artık kendisini sanat dahil her konuda karar vermeye tek yetkili görmektedir. Başbakan’ın uygar bir biçimde içki içenlere bile tıksırıncaya kadar içiyorlar nitelemesi maddimanevi bir hakarettir. Türbanın, Anayasa Mahkemesi tarafından serbest bırakılacağı, önce kamuya oradan liselere ve ilköğretim okullarına kadar yayılacağı görülüyor. Anayasa yapımı Başbakan Erdoğan’ın bir başka açıklaması, anayasa yapımı ile ilgilidir. Başbakan “Seçimden sonra anayasayı anayasacılar değil, toplum yapacaktır” dedi. Henüz kapağı açılmamış bu kutunun ne anlama geldiği herhalde yakında anlaşılacaktır. ONUNCU KÖY BEKİR COŞKUN Satış Listesi ÖZELLEŞTİRME İDARESİ’Nİ yönetenler sanki ülkenin “hâkimi mutlak”ıymışlar ve kamunun malları da aileden miras kalmış gibi öyle bir satış listesi yapmışlar ki, okuyan küçük dilini yutuyor: Az kullanılmış iki Boğaz köprüsü, tam donanımlı iki liman, büyük bir telefon şirketinden elde kalan kamu hisseleri, kilometrelerce yepyeni karayolu, toplam 23 milyon metrekarelik arsalar, her yıl muazzam para kazanan bir ulusal havayolunun hisseleri ve daha neler de neler… Hürriyet’in yabancı dilde yayımladığı “Daily News” gazetesi dayanamamış, geçen hafta ekonomi sayfasının orta yerine yerleştirdiği bir “kutu” içinde iri kırmızı harflerle “SATILIK” başlıklı bir özetini sunmuştu bu uzun listenin. Hayretle soruyorlardır yabancılar herhalde o alaylı kutuyu okuyunca: Bu malların asıl sahibi olan ülke halkı uyuyor mu? O kuruluşlara emek veren işçiler, memurlar, hizmetlerinden yararlananlar? Devletin öbür sorumluları, Maliye ve Hazine diye bilinen ve Osmanlı’dan beri kamu mallarının güvenilir bekçileri sayılan ünlü kurumlar? Böylesine sahipsiz mi bu koca ülke? Çıkıp da “Hoopp! Durun bakalım, kimin malı kime satılıyor” diye soran birileri yok mu? abancı bilmez ki, bu sadece bir türlü bitmeyen bir büyük mirasyiyiciliğin devamı değil, gelip geçmiş ve şimdiki muhalefetlerce de iktidar sorumlularının yüzlerine bir türlü vurulamayan korkunç bir aldatmacanın sürüp gidişidir. Devlet çarklarının nasıl döndüğü kendilerine tam anlatılmayan halk yığınları, özelleştirme gelirleriyle sağlık, eğitim, adalet gibi vazgeçilmez devlet hizmetlerinin genişletilip iyileştirileceğine, hatta parasızlaştırılacağına, yeni yatırımlarla işsizliğin giderileceğine ve çalışanların ücretlerinde müthiş artışlar sağlanacağına inandırılmıştır. Ama şimdiye kadar Allah’ın hiçbir kulu özelleştirilmeyle sözde kazanıldığı söylenen paraların nereye gittiğini, sağlık ve eğitim hizmetlerinin niçin gitgide ticarileştiğini, bozulan okul sistemlerinin yerini alan dershane furyasının nasıl doğduğunu, işsizliğin niçin dizboyu kaldığını, çalışanların neden geçim sıkıntısı çektiğini açıklayamamış, özelleştirme gelirlerinin nerelere aktığını gösterecek bir denklem ortaya konamamıştır. Elbet devlet gelirleri ile giderler arasında bağlantı kurulamayacağını, “şuradan gelen para şu işe harcandı” türünden bir ilişkilendirmenin kamu maliyesi kurallarına sığmadığını devlet hukukundan birazcık anlayan herkes bilir. Yine de, “özelleştirmelerden elde edilen toplam net gelir şu kadar” diye bir hesabın ortaya konması ve “düzeleceği, genişletileceği, ucuzlatılacağı vaat edilen hizmetlere harcanan toplam para da bu” diye bir bilançonun yapılması çok mu zordur? erçek şu ki, ekonominin genel görüntüsü, cari giderlerdeki ürkütücü açık, doğrudan üretime yönelik kamu yatırımı eksikliği, özgün teknoloji yaratamayan ve dışsatımı sürdürebilmek için pahalı dış girdilere muhtaç kalan bir sanayinin durumu, bütün bunlar kamu işletmelerinin elden çıkarılmasıyla nereye gelindiğini açıkça gösteriyor. Bitmeyen işsizlik, gitgide bozulan gelir dağılımı, sağlık, eğitim ve adalet hizmetlerindeki perişanlık, hepsi küreselleşme politikalarını körü körüne uygulamakla geçilen yolun pek de hayırlara vesile olmadığını belli etmekte. Böyle olduğu halde, aynı yola devam mı? Özelleştirme İdaresi’nin açılımına, daha doğrusu saçılımına bakılırsa, galiba öyle. Bereket, bir hukuk devletinde günü gelir, bunun da hesabı sorulur. Adam Olacaksınız!.. Öyle eskisi gibi değil işler... Her şey değişti… Hâlâ anlamadıysanız, anlayacaksınız… İmamı “Başbakan” yaptınız, içki içmek istiyorsunuz birader… Olmaz öyle şey… Adam olacaksınız!.. Yok öyle açık havada biramira… Rakı dört yanı kapalı yerde, sigara dört yanı açık yerde içilecek… Yok eğer, illa ikisini bir araya getirmek istiyorsanız… Bir içeri, bir dışarı… Koşacaksınız… Adam olacaksınız!.. “Çok mesafe aldık, çoğu gitti azı kaldı, inşallah onu da yaparız…” dediğine göre adamımız… Maazallah “aksırıptıksırırken” biri gördü mü diye sağasola bakacaksınız… Şeriatçıdan demokrasi beklemek gibi bir ahmaklığı kim yapabilir?.. Ve kızlardan 45 santimetre uzak duracaksınız… Adam olacaksınız!.. Kars’takine kafayı taktığına bakmayın siz, bütün heykeller “ucubedir” aslında imama göre… Ben söyleyeyim; sanat görmek istiyorsanız, ha bire şiir okuyor ya size… Onun şiirini bunun, bunun şiirini öbürünün adı ile… Artık hangi şiir kimindir, siz anlayacaksınız… Adam olacaksınız!.. Duyuyorsunuzdur; aralıksız “ahlak, terbiye, edep” diyor… ‘Oy’unu satan avantacıbeleşçiye 2 katrilyonluk kömür gönderirken… Ve böylece sağladığı iktidarda yandaşları bin defa köşeyi dönerken… Demek ki siz daha çooook benzini dört liradan yakacaksınız… Sekiz yıldır biz ve okurlarımız anlatamadık gitti… Sıradan petrol zengini bir Arap ülkesine benzemeyi istikrar ve büyüme sandınız… Cumhuriyeti yok etmeyi, laik hukuk devletini tekmelemeyi ise demokrasi… Şimdi ben en çok; bu iktidarın “müthiş demokratik açılımlar yaptığını” söyleyenlerin, iki satır eleştiri yazısı yazınca, hapse atılmak üzere mahkemeye verilmelerine gülerim… Yok öyle eleştirmekmeleştirmek… Adam olacaksınız!.. [email protected] Alev COŞKUN Siyaset Bilimcisi eçimler yaklaştıkça, Türk siyaseti ısınıyor... Başbakan’ın söylemleri sertleşiyor, epeyce de sinirli olduğu gözleniyor. Siyasal iktidarın seçim öncesi ve sonrasıyla ilgili önemli tasarımları var... Kısaca irdeleyelim. Başbakan Kars’ta henüz tamamlanmamış bir heykele “ucube” nitelemesini yaptı. Bu söylemle, bütün dünyada Başbakan’ın prestij kaybedeceğini düşünen Kültür ve Turizm Bakanı Günay bu nitelemeyi tevil etmeye çalıştı. Başbakan’da “Kıvırtmaya gerek yok, ben bunu heykel için söyledim” diyerek Günay’ı yanıtladı. Başbakan Yardımcısı Arınç’ta “Allah kimseyi Günay’ın durumuna düşürmesin” diyerek Günay’ın acınacak durumuna açıklık getirdi. Bu olay bize şunları anlatıyor: Başbakan artık kendisini sanat dahil her konuda karar vermeye yetkili görmektedir. Bu, Türk demokrasisi açısından “vahim” (ürkütücü) bir durumdur. Arınç’ın konuşmasıyla, Günay’ın kullanma tarihinin bittiği anlaşılmaktadır. İçki yasağı nuya açıklık getirdi. Başbakan, “Bireysel başvuruyla, başörtüsünde yeni bir süreç başlayacak” dedi. Böylece Anayasa Mahkemesi’ne yapılacak bireysel başvuru ile türbana izin verileceğini belirtti. Erdoğan gazetecilerin, “üniversitede başörtüsü serbest, ama kamuda ne olacak” yönündeki sorularını şöyle yanıtladı. “İleri demokrasi olarak, kamuda da türban Anayasa Mahkemesi’ne yapılacak bireysel başvuruyla çözülecek”. Başbakan Erdoğan’ın bir başka söylemi içki yasağı ile ilgilidir. Başbakan, “8 yıldır kimin yaşamına müdahale ettik, tıksırıncaya kadar içiyorlar” dediği gazetelere yansıdı. “Tıksırmak” nitelemesinin kullanılması Başbakan’ın uygar bir düzeyde de olsa içki içenlere ne kadar karşı olduğunu, ne kadar kızdığını göstermeye yeterlidir. Bu nitelemeyi bir Başbakan’ın kullanması demokrasilerde olur mu? Bu niteleme “maddi ve manevi” bir müdahale değil midir? Türk siyaseti ısınıyor. Bu gidişle çok ateşli, çok yakıcı bir seçim atmosferi Türkiye’yi beklemektedir... S Seçimlere gidilirken Yepyeni bir aşamaya geçiliyor. Daha önce Danıştay’ın, Anayasa Mahkemesi’nin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) verdiği kararlar, Anayasa Mahkemesi’ne yapılacak bireysel başvuru ile ortadan kaldırılmak isteniyor. Bu olabilir mi? Bilindiği gibi referandumdan sonra Anayasa Mahkemesi’nin yapısı değişti. Anayasa Mahkemesi’nde daha önceden gelen 8 üyenin (Paksüt, Akyalçın, Erten, Kaleli, Perktaş, Özgüldür, Kantarcıoğlu ve Oto) türban yasağının kaldırılmasına karşı oldukları; ancak Cumhurbaşkanı Gül tarafından atanan 6 üye (Kömürcü, Altan, Üstün, Yıldırım, Necipoğlu, Tercan) ile Meclis tarafından seçilen Dursun ve Akıncı’nın türbana taraftar olduğu, belirtiliyor. Bu 8 üyeye Başkan Haşim Kılıç’ın da eklenmesiyle türbana geçit vermeye yakın duran 9 üyenin oluştuğu anlaşılıyor. Böylece, Anayasa Mahkemesi’ne yapılacak olan bireysel bir başvuru sonucu 8’e karşı 9 oyla türbanın gerek üniversitelerde, gerekse bütün devlet dairelerinde serbest bırakılmasının olasılığı çok güçlüdür. Doğaldır ki, bu hareket burada bitmez, adım adım liseler, ortaokullar ve ilköğretim okullarına yayılır. Öyle görünüyor ki, huzur ve barış önemli değildir, yeterki türban yayılsın. Y Bir not: İhata yeteneği Sabah’ta Emre Aköz “86 Yıldır Süren Siyasi Gözbağcılık” başlığıyla Cumhuriyet’e çatmaya yelteniyor (5.1.2011). Yanıta değmez böyle yazılar. Ama söz konusu Cumhuriyet gazetesi ve Yunus Nadi olunca iş değişiyor... Yunus Nadi, gazetenin ilk sayısındaki başyazısında: “Cumhuriyet (gazetesi) sadece Cumhuriyetin, bilimsel ve yaygın ifadesiyle demokrasinin savunucusudur” demiş. Aköz, buna takmış, bu düşünceyi eğip büküyor. Bu başyazı, 7 Mayıs 1924’te yazılmış, henüz padişahlıktan, tek adam yönetiminden kurtulunmuş. Saltanat ve halifeliğin geleneksel otoritesi ve egemenliğin kaynağı “iradei seniyye”den “iradei milliye”ye dönüşmüş. Cumhuriyetin ilanının üzerinden henüz beş ay geçmiş. O dönemde, Cumhuriyetle demokrasi aynı anlamlarda kullanılıyor... Türk demokrasisinin gelişim tarihini anlama “ihatası” olmayanlar, ancak böyle sapla samanı karıştırırlar. Ne diyelim!.. Türban Türban konusunda yeniden sıcak tartışmaların çıkacağı anlaşılıyor. Neden mi? İrdeleyelim: Anayasa Mahkemesi’nin görev ve yetkilerini düzenleyen yeni bir tasarı Meclis komisyonlarında. Buna göre, Yargıtay’da bir dava kesin olarak sonuca bağlanmış olsa da Anayasa Mahkemesi’ne kişisel başvuruda bulunulabilecek. Böylesi yeni bir usul, Türk adalet sistemini altüst edecek bir nitelik taşımaktadır. Böylesi bir başvuru yoluna neden gidiliyor? Bu konular üzerinde hukukçular tartışırken Başbakan’ın geçen hafta Katar’da yaptığı basın toplantısı ko G Biri Bizi Gözetliyor... Telekulak Yetmedi Telegöz... Ömer Faruk EMİNAĞAOĞLU mniyet Genel Müdürlüğü’nün 2010 yılı performans raporunda, kısa adı MOBESE olan Mobil Elektronik Sistem Entegrasyonu’nun, Kent Güvenlik Yönetim Sistemi içerisinde, ülke genelinde E [email protected] yaygınlaştırılarak yürütüleceği ifade edilmiştir. Bu bağlamda bulvar, cadde, sokak ve kavşaklardaki trafik hareketlerinin izlenmesi, buraların daha güvenli hale getirilmesi ve asayiş boyutu yönünden suç ve suçlulukla et kin mücadele için, kamera kaydına dayalı görüntülü bir veri tabanı oluşturan MOBESE, birçok ilden sonra ekim ayı içerisinde Ankara’da da faaliyete geçirilmiştir. MOBESE; kamu düzeninin korunması, toplumun huzur ve güvenliğinin sağlanması ve suçla mücadele söylemleriyle olağanüstü dönemleri anımsatırcasına, güvenlikle ilgili genel hükümlere dayalı olarak uygulamaya sokulmuştur. Hukuksal altyapı oluşturulmadan, teknolojik gelişmelerden etkin yararlanma anlayışı, ülkemizde doğal bir davranış modeli olarak kanıksandığı için, herhangi bir tepki ortaya çıkmamıştır. Hukuksal güvenceler, bütünüyle uygulama sırasında özel yaşamın korunacağı vaatlerine ve kurumların iç denetimine terk edilmiştir. Özel yaşam da dahil olmak üzere temel hak ve özgürlüklere bu yolla getirilen kısıtlamanın, mutlaka hukuk devleti ilke ve kurallarına uygun yasal bir dayanağının bulunması gerektiği göz ardı edilmiştir. MOBESE üzerinden ulaşılan verilerin işlenerek, buradan anlamlı sonuçlar elde edilip, olaylara da anında müdahale yoluyla, suç ve suçlulukla etkin mücadele yapılacağı söylemi, kitleler üzerinde etkileyici ise de, hukuksal dayanağı ihmal edilen bu sistem, hukuksal güvenlik açısından son derece sakıncalıdır. MOBESE yoluyla elde edilen kayıtların, özel hukuk yanında, ceza ve disiplin hukuku ile idari yönden hukuksal değerinin ne olduğunu, hangi görüntülü kayıtların kesin olarak MOBESE yoluyla elde edildiğini, bu kayıtların açıkça hangi sınırlı durumlarda kullanılabileceğini, hangi birimlerle paylaşılabileceğini, ne kadar süreyle saklanabileceğini, yine sabit ka meraların hangi ölçütlere göre nerelere yerleştirileceğini, seyyar kameraların hangi durumlarda nasıl kullanılabileceğini ve benzeri konuları açıklığa kavuşturan, aksi hareketler için de, caydırıcı ve etkin yaptırımlar içeren, kişisel verilerin korunmasına yönelik bir yasa çıkarılmamıştır. Siyasi iktidarın, 2010 anayasa değişiklikleri sırasında üstelik fişlemeye hayır sloganını da kullandığı hatırlandığında, şu an ki durum itibarıyla MOBESE yoluyla ülkemiz yeni ve daha kapsamlı ikinci bir telekulak ve fişleme skandalı ile karşı karşıya bırakılmıştır. Bu kez telekulaktaki sesli, fişlemedeki yazılı kayıtların yanına, MOBESE yoluyla elde edilsin veya edilmesin, her durumda MOBESE adı kullanılarak, görüntülü kayıtlar da eklenebilecektir. Sabit MOBESE yanında seyyar MOBESE de süreçte olabildiğince artabilecek, herkes adeta teknik takibe alınabilecektir. Sonuçta 70 milyon için süresiz ve görüntülü olarak, kayıt altında bir yaşam söz konusu olabilecektir. Bu durum yapılan başvurulara rağmen, şu ana kadar adli denetimden özellikle kaçırılan, ancak 70 milyonun izlenmesine yönelik alındıkları 2008 yılında kamuoyuna yansıyan, MİT ve EGM tarafından suç öncesi (istihbari) aşamada yargıç kararlarıyla sağlanan sonuçların, üstelik artık yargıç kararına bile gerek duyulmadan elde edileceği ileri bir adıma dönüşebilecektir. Belirli kişi veya kuruluşlara en yakın bulvar, cadde, sokak veya kavşaklar üzerine kurulabilecek ya da fiili durum yaratılarak konuşlandırılabilecek bu sabit (kablolu) ve seyyar (kablosuz) sistemle, anılan kişi veya kurumlar için sürekli bir gözetleme hali de ayrıca söz konusu olabilecektir. Temel hak ve özgür lükler olağanüstü dönemlerde, iktidarın silah zoruyla yarattığı baskıyla, şiddetle ve zor kullanılarak; üniformasız dönemlerde ise, iktidar gücünün silahsız baskısıyla, ayrıca topluma yönelik etkin söylemlerle yaratılan beklentiler sonucu hak arama bilincinin ortadan kaldırılmasıyla, yine hukukun dışlanmasıyla, ihlal edilmekte ve her iki durumda da aynı sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Geçmişte yaşadığımız sokağa çıkma yasakları ile günümüzdeki hukuksal altyapı sağlanmadan herkesin başına kamera yönelterek sokağa çıkmanın serbest bırakılması karşılaştırıldığında, bu iki durum arasında hukuksal sonuçlar yönünden özde bir fark bulunmamaktadır. Günümüzde, insan haklarının bu denli korumasız kılınmasının kanıksanması ve hiçbir tepkinin ortaya çıkmaması oldukça dikkat çekicidir. Kuşkusuz teknik gelişmelerden mutlaka yararlanılmalıdır. Ancak bu yapılırken telekulak skandalından sonra şimdi ikinci bir perdenin açılmaması, MOBESE’nin telegöz olarak sürdürülmemesi için, öncelikle ve ivedilikle temel hak ve özgürlükleri, bu bağlamda özel yaşamı güvencesiz kılmayacak ve sistemin kötüye kullanılmasını engelleyecek, etkin bir hukuksal altyapının gerekli olduğu hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Sonuç olarak MOBESE kuralsız bir ortamda devreye sokulduğu için, telegöz niteliğine bürünmüştür. Bu kuralsızlığı, ileri sürülebilecek hiçbir gerekçe haklı gösteremez. Hukuk, arkadan dolanılacak ya da sonradan devreye sokulabilecek bir konu olarak görülemez. Hukuk devletinin, temel hak ve özgürlüklerin etkin koruma ve güvencelere bağlandığı bir kurallar rejimi olduğu asla unutulmamalıdır. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle