23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER CUMHURİYET 18 OCAK 2011 SALI EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Muhteşem Sansür! Geçmiş geçmişte kaldı. Ne yapıyordu Abdülhamit’in sansür memurları? “İstibdat, cumhuriyet, yıldız, mebus, müsavat, burun, suikast, anarşi, dinamit, ihtilal, dinamit, dinamo…” sözcüklerini kullanmak yasaktı. Bunların geçtiği tümcelerin üstü çiziliyor, yazıdan çıkarılıyordu. ONUNCU KÖY ilk tepki olarak Nâzım Hikmet’e verdiği randevuyu iptalle başlamış işe. Nice zaman sonra kızgınlığı geçmiş de öyle görüşmüş Stalin, Nâzım’la… Kars Belediye Başkanı AKP’deyken heykel projesinin tüm formalitesini tamamlamış, hukuki hiç sorun kalmamış. Heykelin yapımı başlamış. Belediye başkanı AKP’den istifa edip CHP’ye katılınca, olan olmuş! Düşüncenin, söz özgürlüğünün, sanat özgürlüğünün olmadığı otoriter toplumları, liderlerini zaten onaylamıyoruz. Onlar bu çerçevede mazurdur. Ama daha yeni kabul edilmiş maddeleriyle üstelik de, anayasamız artık daha demokrat daha özgür anayasa oldu denilerek, üstelik de böyle olacağıyla ilgili verilen sözler daha gökkubbeden yere düşmeden, sanata sansür uygulamak, neyin nesi olmalı diye düşünmeden edemiyor insan. Olur şey değil! Ama oluyor! Tıpkı daha önce yapılanlar gibi! Geçmiş geçmişte kaldı. Ne yapıyordu Abdülhamit’in sansür memurları? “İstibdat, cumhuriyet, yıldız, mebus, müsavat, burun, suikast, anarşi, dinamit, ihtilal, dinamit, dinamo…” sözcüklerini kullanmak yasaktı. Bunların geçtiği tümcelerin üstü çiziliyor, yazıdan çıkarılıyordu. Şimdi ne yapılıyor? Farklı yöntemlerle sansürler uygulanıyor. Sanatçıya engel konup, yaratma özgürlüğü baskı altında tutulurken aynı zamanda halkın sosyal yaşamı sansür ediliyor. Bu da bir tür sansür değil mi? Hem de muhteşem sansür! BEKİR COŞKUN ‘Haziran’da Ölmek Zor’ Haziran... En sevdiğim aydır haziran... Hem de hiç sevmediğim!.. Yakınlarımı bu ayda yitirdim. Dedem, babam... Sayısız dostlar, arkadaşlar. En sonuncusu da İlhan Selçuk... Artık korku veren bir ay oldu haziran... Şiir, öykü, güzellik, aşk, sevgi, dostluk duygularını getirirdi eski günlerde. Soğuk kış günlerinin bitişi, nisanın, derken haziranın bütün coşkusu, saltanatıyla gelişi, bizlere bir çeşit bayram sevinci verirdi. Haziran 2011!.. Gerçek bir korkunun başlangıç tarihi mi olacak? Soruyorlar “Sen başörtüsü yasağının ilkokullarda uygulanmasından yana mısın?” Yanıt vermiyor! “Bekleyin haziran seçimlerini, ondan sonra her şey değişecek!..” Her şey, ama ne? Türkiye Cumhuriyeti yeni bir yola, yeni bir çizgiye mi sapacak, saptırılacak? Yepyeni bir anayasa kimin kaleminden çıkacak? Tek adam mı egemen olacak koskoca bir ulusa! Ama, daha önce görmedik mi ‘tek adam’ların koskoca uluslara yıllar yılı egemen olduğunu!.. Ne demişti sayın Başbakanımız 23 Nisan’da koltuğuna oturttuğu kıza: “Sen başbakansın, artık astığını asar, kestiğini kesersin”... Astığını asmak!.. Öyle bir şey şimdiki yasalarda yok! Ama asmaktan beter işler var. On yıllık hapisler, yüzlerce sayfalık iddianameler... Adalet önünde yargılanmadan, mahkum edilmeden, zindanlarda aylarca yatırılan insanlar!.. Hem de çoğu aydın kişiler, Prof’lar, doktorlar, gazeteciler, yazarlar, bilginler, yani Cumhuriyet Türkiyesi’nin yetişkin aydınları... Birçok ‘tek adam’lar gördük geçmiş günlerde. Tayyip Bey de bu örneklerden yararlanmak istiyor gibi!.. Ama bir de bu kişilerin sonlarını düşünse! Nerden gelip nereye gittiler diye!.. Evet şairin yazdığı gibi: “Haziran’da Ölmek Zor”! Ama ölmemenin yolunu bulmak o kadar zor değil! Haziran seçimlerinde ayakta kalmak, Cumhuriyeti, demokrasiyi yaşatmak, üstümüze yüklenen, yükletilen, gerçek darbelere karşı durabilmek için, sağduyulu bir birliktelik yaratmak gerekiyor. Tayyip’in ‘tek adam’ diktasını yıkmak bütün partilerimizin ortak amacı olmalı!.. Şunun şurasında beş ay mı kaldı? Günler gelip geçtikçe Atatürk Türkiyesi bir uçurumdan aşağı düştü düşecek! Kısır, anlamsız çekişmeler yok olmalı! Haziranda ölmemenin, yok olmamanın çaresini bulmalı!.. Daha vakit varken, daha fazla gecikmeden!.. Üç Günden Beri Galatasaraylıyım… Hikmet ALTINKAYNAK Yazar / ehmet Aksoy’un Kars’taki ‘İnsanlık Heykeli’ ile Show TV’de gösterilen ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizi filmi tartışmaları, gündeme yeniden sanat ve edebiyatta sansürü getirdi. Tarihimizde sansürün muhteşem örnekleri vardır; sansürü tanıyoruz! Yakın, orta, uzak dönemlerden onlarca örnek gösterilebilir. Sansürün kaldırılması üzerinden, yani 1908’den bu yana 112 yıl geçmiş, 113. yıldan gün alınmaya başlamışken, yeniden sansür kurullarının kurulması elbette düşünülemez, kabul edilemez. Ancak o sansürcü kafa, aynı bakış açısı, sansür zihniyetinin hortladığı algısını yaratmaktadır. İstenen hep şudur: “Halk düşünmesin, gelişmesin, yaratıcı, yeni bir düşünce ortaya koymasın!” Var olanı korusun, hatta geriye gitsin, çağdaş olanların üstüne otursun… Sanatçılar topluma yol göstermesin, akıl vermesin! Gelecekte daha demokrat, daha özgür olacaksınız diye halkın yüzde 42’sinin istemediği anayasa maddelerini zorla, baskıyla halkoylamasından yüzde 58 oy oranıyla ge Öğretim Üyesi M çiren iktidar, o çok övündüğü anayasa maddelerinden hareketle “Bu nasıl heykel”, “Bu nasıl film” diyerek, heykeli yıkmakla, dizi filmi yasaklamakla gözdağı vermektedir. Bu da topluma verdiği sözle çelişmektedir. İster istemez halk sormaktadır: “Bu mu demokrasi, bu mu özgürlük? Hani daha demokrat, hani daha özgür olacaktık?!” Mehmet Aksoy, sanatın ne olduğunu bilen bir evrensel sanatçı. Figüratif Türk heykel sanatında büyük bir mühre sahip olan usta. Onun eserlerini görmemiş olanlar Aydın Engin’in yazdığı ‘Çekicin Rüzgârında Kırk Yıl’ ve ‘Heykel Oburu Mehmet Aksoy Kitabı’nı okumalılar. İstanbul’da İş Kule girişindeki ‘Kibele Çeşmesi’ heykelini görmeliler. Ondan sonra da bu heykel, heykel falan değil, bir ‘ucube’ demeliler... Soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği’nde benzer bir olayın Nâzım Hikmet’in başından geçtiği hep anlatılır. Belleğimde kaldığı kadarıyla aktarayım. Diktatörlüğüyle ünlü Stalin (18811953), bir gün mimarların işine de karışmış, Nâzım Hikmet de “O mimar mı, niye karışıyor?” diye Stalin’i eleştirmemiş mi? Hemen Stalin’e jurnallemişler ve Galatasaraylılar kömürü kabul etmediler… Bu nedenle üç günden bu yana Galatasaraylıyım… Bir gurur yoksulluğunun ortasında, kim bilir kaç insan kendini Galatasaraylı hissetti, o gururun ucundanköşesinden bir parça tatmak için… Hani aç kalmış kuşların ekmek kırıntısına koşması gibi… Spor yazısı deyince, futbol camiasını ve taraftarı yıllarca “ülke sorunlarına duyarsızlıkla” suçlayan bir yazar olarak, ömrümde ilk kez taraftarım… Ve takımımı açıklıyorum: “Galatasaray…” Kimi yöneticileri ya da oyuncuları, kendi seslerinden korksalar dahi, Galatasaray bir gecede halkın takımı oluverdi… Bundan böyle takım gol yediğinde oturup ağlarım bile… Niçin?.. Çünkü; üniversitesinden medyasına, ordusundan yargısına, aydınından halkına kadar herkesin sindirildiği ve susturulduğu bir zamanda, Galatasaraylıların önlerine konulan 600 trilyonluk ikrama(!) kanmayıp, demokratik tepkilerini bir ağızdan göstermeleri az şey midir?.. “Galatasaraylılığın centilmenliğine yakışmadı”, “Misafire bu yapılmaz”, “Spor ahlakına aykırı” gibi savlar normal zamanlar için doğru olsa bile; çıkar uğruna yalakalık, saygısızlıktan daha büyük suçtur… Ayrıca “Bize stat yaptı… Yan yolları da koydu…” diyerek Türkiye’de olup bitenleri görmemezlikten gelmek… Ve orada o kömür alanlardan farksız “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye zıplamak… Yakışır mıydı spor insanlarına?.. Osmanlı Tarih(çin)in Konusudur... Salih ÖZBARAN Emekli Tarih Profesörü 6 Mayıs 2010 günü medya merkezlerinden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bir konuşması yankılandırılmıştı, hem de tarihçilik üstüne: “Ya tarih yazacaksınız ya da tarih olacaksınız”. Başbakan’ın partisindeki milletvekillerine yaptığı ve tarihin nasıl ve kimler tarafından oluşturulduğunu ve yazıldığını anlatmaya çalıştığı söyleminin ya da çok daha önceleri, 11 Eylül 2006’da, Söğüt şenliklerinde yaptığı konuşmasındaki “Uzakdoğu’dan Balkanlar’a, Ortadoğu’dan Avrupa’ya kadar Osmanlı İmparatorluğu dönemi özlemle aranıyor. Osmanlı’nın çekildiği coğrafyalarda yokluğu hissediliyor” hükmünü; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “dışişleri bakanı” sanını taşıdığı yıllarda partisinin Çubuk İlçe Kongresi’nde, Arap ülkelerinin Osmanlı egemenliği altında kaldığı yüzyıllara ilişkin “arşivler, tapular, haritalar bizim elimizde” diyerek ve tarih kaynağı olan belgeleri/defterleri armağan ettiklerini hatırlatarak ulaştığı tarih yargısını ve o arada Bakan Kürşat Tüzmen’in “Büyük Osmanlı Projesi” için yaşadığı nostaljiyi; buna benzer Adalet ve Kalkınma Partisi yetkililerinden yansıyan “tarih dersleri”ni burada konu etmeyeceğim. “Osmanlıyı Özlemek ya da Tarihçilik Tasarlamak” başlıklı kitabımdaki notlarımı bu kısacık anımsatmada yinelemeyeceğim. Ancak Başbakan’ın pek çok konuşmasında ima ettiğini sandığım ve son günlerde geçmişin olaylarına yukarıda saydıklarımdan daha çok mürekkep yaladığını sandığım Dışışleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Amerika Birleşik Devletleri’nden yankılandırdığı, sonra da bu yankılandırmaya “mal bulmuş magribi” gibi sarılan “medya” tellallarınca Türkiye sınırları içine “dercedilen”, özellikle muhafazakâr cephede 7 Aralık 2010 tarihinde yoğunluk kazanan ve dillendirilen “Osmanlı milletler topluluğu” fantezisi üstüne bir şeyler söyleyeceğim. “Medya”nın çok daha önemli sayılması gereken işlevini bırakarak, bir öğretmenin kara tahtaya günün ders konusu gibi “Osmanlı milletler topluluğu”nu ekrana kaydeden, bakanlık da yapmış bir politikacının Osmanlı hayalleriyle bezenmiş sözlerini yansıtan (ciddiyetlerine inandığım kimi tarihçilerin de aralarında kaynayıp gittiğini üzülerek izlediğim) televizyonların sarsılmaz müdavimleri olan “akilleri tarikıyla” neye hizmet ettiklerini kendi kendilerine sormalarını isteyeceğim. Okyanus ötesinden gelişigüzel yazılmış “İmparatorluk geri dönüyor” yaftasına yapışıp neyi kopya ettiklerinin farkına varamayan, “İngilizce bilen”, modernlerimizin zaman tünelinde nasıl olup da geri gideceklerini merak ederek. Bilindiği gibi tarihçilik, özellikle geçen yüzyılın ortalarından itibaren önceki yüzyıllarda geliştirdiği yöntem ve yaklaşımlara yeni değerler ekledi; konularını ayrıntılara götürdü, bu bilgi dalına yeni bir nefes aldırdı. 21. yüzyıla yaklaşırken ve bu yüzyıl başlarında, çoğalan tarihçi sayısıyla birlikte çoksesliliğini yükselterekortaya koydu, başarı grafiğini yukarı çekti; “postmodern”in yarattığı karmaşaya karşın. Ancak “medya”nın ve politikacıların çoğunu devşirme olarak gördüğüm yaklaşımlarla yağmaya da açıldı bu bilim, sanat ve felsefe dalı. Bu yağmalamanın pervasızca yapıldığı ortamı getirdi. Osmanlı değerlendirmelerini eksik bırakmayan halen yaşamaya ve yaşatmaya çalıştığımız Cumhuriyet sürecini ezip geçme işaretleri verdi. Osmanlı’ya övgü döşemek amacıyla “tarihi normalleştirmek” gibi benim hiç bilemediğim, tarihçilikte mantığını yakalayamadığım bir anlayışla, “medya”nın önü alınamaz söz cülük görevleri arasına sokuldu tarih. Yerinde ve zamanına ait değerler taşıyan, mimari eser kopyalamalarıyla (sadece beton yığınları yükselten beceriksizlikten ötürü geçmişe sığınarak, Mimar Sinan’a saygısızlık ederek) şaşkınca işlere tevessül edilirken, yüzyıldır yediğimiz yemekleri kapısına astığı “Osmanlı mutfağı” marifetiyle adeta keşfeden ticari anlayışın Osmanlı özlemine yağ sürdü. Tarihi “ölü mazi” olarak tanımlıyorsa eğer ünlü İngiliz Cristopher Hill; gazeteci Taha Akyol’u “Batı, Türkiye’ye karşı 19. yüzyılda Osmanlı’ya uyguladığı politikayı sürdürmektedir. Cumhuriyet Türkiye’sinin Osmanlı olmadığını anlatmak bizim görevimizdir” biçiminde uyarıyorsa güngörmüş tarihçi Halil İnalcık; “Tarih hakkında başka alanlarla uğraşanlar da konuşabilirler” diyorsa “ancak hadlerini bilerek” diye ekliyorsa ve “Bana bile resmi tarihçi deyip geçiyorlar” açıklamasında bulunuyorsa bilge kişi Şerafettin Turan; toplumu kavramaya çalışan tarih(çiliğ)in başı fena halde dertte demektir. Ömrünün büyük bir bölümünü “medya” ortamında geçirmiş olan tarihçi Orhan Koloğlu’nun “Bilimselden ‘Medyatik’e Tarih” kitabından duayeni olduğu bir mesleğin sonradan tarihçi mümessili olarak ortaya dökülen temsilcilerine yararlı olmasını dileyerek bir alıntıyla bitirmek istiyorum bu anakronik (çağa uymayan) meseleyi: “Bugün ‘Osmanlı yaşıyor’ diyenler ciddi araştırma yapmadan konuşan insanlardır. Ben Osmanlı’nın tamamen unutulması, yok sayılması taraftarı değilim. Zaten bu mümkün de değil. Ancak tarihe gömülmüş bir geçmişin yeniden canlandırılabileceğine dünya tarihinde tek bir örnek bile gösterilemez.” Unutmamak gerekir; Osmanlı’nın değerlerini (tabii tarihçilik gereği olumsuzluklarını da) ortaya koyanlar Cumhuriyetin kadirbilir bilginleridir. Yine hatırlatmakta yarar var: Milli mücadeleyle yaratılan ve bugüne kadar uzayıp gelen ortam olmasaydı, tarihe hangi emperyalist versiyonunun gözlüğünden kimden, nereden, kime ve nereye bakılırdı acaba? Geçmişle keyfi oynanmaz; bilen kişilerce ortaya konur tarih; ve tabii Osmanlılar. Bu bir dönüm noktası da… Anı kitapları o geceyi, karşıdevrimin “kırılma yeri” olarak gösterecekler gelecek kuşaklara… Göreceksiniz… Bundan böyle kendi partisinin devşirme kalabalıkları ya da kapalı alanlar dışında hiçbir yerde huzur içinde konuşamayacaktır padişah… Çünkü… Çünkü “Tribünler” diyordunuz… İşte tribünler… bcoskun@cumhuriyet.com.tr C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle