19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 4 AĞUSTOS 2010 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Asya Köprüleri PENCERE Kimlik?.. Kimlik önemli bir konu... Türkiye’de kimliksiz dolaşmak sakıncalıdır. İnsanın başına her şey gelebilir, Allah göstermesin, yolda uslu uslu yürürken bir damperli kamyonun yargısız infazıyla nalları havaya diken sıradan yurttaşın kim olduğu nasıl saptanacak?.. Polis “vaka mahalli”ne gelir, öteki dünyaya bilet alan kurbanın ceplerini karıştırmaya başlar... Peki, ölünün cebinde kimlik bulunmazsa ne olacak?.. Ressam Agop Arad, Melih Cevdet’e demiş ki: - İnsanın yanında çok para taşıması doğru değildir... - Neden?.. - Yolda düşüp ölürsen parayı çalarlar... İnsan cebinde çok para taşımamalı, ama kimliğini yanında bulundurmalı... Hele olağanüstü dönemlerde, sıkıyönetimlerde, ara rejimlerde üstünde kimliği bulunmayan kişinin vay haline!.. Ya kimliğini yanında taşırsan?.. Yine de vay haline!.. Ne var ki günümüzde bir kimlik de kişiye yetmiyor... Bir alt kimliğin olacak... Bir de üst... - Senin üst kimliğin ne?.. - Ben Türk’üm... - Alt kimliğin? Her yiğidin bir yoğurt yiyişi var; bu soruya herkes gönlüne göre bir yanıt veriyor: - Benim alt kimliğim Kürt... Ya da: - Çerkez... Olmadı mı: - Rum... Alt kimlik, üst kimlik, orta kimlik, ara kimlik, yan kimlik!.. Anadolu halkı göçlerle savaşlarla harman olup karıştığından, aile şeceresinde kimlik tespiti güçleşiyor; ama herkes geçmişini karıştırıp kimliğini aramaya başladı; herkes sayıklar gibi konuşuyor: Süryaniyim, Arap’ım, Fellahım, Ermeniyim, Yahudiyim, Zazayım, Lazım, Osmanlıyım, Melezim, Tatarım... Sonra?.. Süleymancıyım, Kadiriyim, Acz- mendiyim, Nurcuyum, Yezidiyim, yedilerdenim, dokuzlardanım, kırklardanım, iyi saatte olsunlardanım... - Ulan sen kimsin?.. - Hık pık.. - Kimsin ulan?.. Adam utanıyor söylemeye, meğer Türkmüş... Bak sen şu kerataya!.. Avrupa Birliği’ne girmeye kalkan kendini bilmez zalim, ilkel, barbar, işkenceci, uygarlığın başına bela kara bıyıklı... Hepimizin başında kavak yelleri esiyor, tırlattık, zıvanadan çıktık, cinnet getirdik, Türk olmaya yanaşmıyoruz, kimliğimizi arıyoruz, saçlı sakallı koca adamlar, kalıbı kıyafeti yerinde insanlar, kimlik arayışına geçtiler, ama kimlikler de birbirine karışıyor; herifi polis müdürü sanıyorsun, mafya çıkıyor; milletvekili sanıyorsun, eşkıya çıkıyor; namuslu sanıyorsun, hırsız çıkıyor; kız sanıyorsun, dul çıkıyor; kadın sanıyorsun, dönme çıkıyor; yürekli sanıyorsun, işkembeci çıkıyor; hacı sanıyorsun, foyası çıkıyor; adam sanıyorsun, cüdam çıkıyor... Kimlik üstüne kimlik herkesin benliğinde sefertasları gibi üst üste binmiş... Tasları açıyorsun.. Boş çıkıyor. Milletçe kendimizi yitirdik... Peki, ne yapmalı?.. Gazeteye ilan verelim: “Kimliğimizi yitirdik, yenisini çıkarıncaya kadar eskisinin hükmü yoktur.” (7 Kasım 1996 tarihli yazısı) A vrupa Birliği’ne üyelik uğru- na; sevdiği kõzõn kapõsõnõ aşõndõrõp duran, arada gönül alõcõ birkaç söz işitip umut- lansa da, çoğu zaman önüne aşõlmasõ güç engeller konulan karasevda- lõlara döndük. Bu tür sevdalardan, çok ro- man ve tiyatro yapõtõ çõkmõştõr. Bunlarõn ara- sõnda zavallõ sevdalõyõ alaya alan komedi- ler de az değildir. Bizim AB aşkõmõzõn öy- küsü bu türlerin hangisine giriyor acaba? Türkiye’nin AB’nin öncüsü AET ile ilişkilerinin başladõğõ 1960’lardan bu yana yarõm yüzyõl geçti. O tarihte doğanlar bu- gün orta yaşlarda… O zamanlar, bağõmsõz devlet olarak adõ geçmeyen nice devlet “de- mokrasi yolundaki başarıları”nõn karşõ- lõğõ AB üyesi oldu. Bize de arada umutla- nõp, kendi kendimizi gaza getirmek ve ha- vai fişek gösterileriyle “başarımızı kut- lamak” düştü. İngiltere gibi kimi AB devletleri; lütfe- dip, yarõm yüzyõldõr kapõda bekletilen Tür- kiye’nin üyeliğini desteklediğini açõkla- yõnca, aramõzdan “sevindirik” olanlar çõ- kõyor. Bu arada, İngiliz Başbakan’õn “Şu Kıbrıs sorunu da, AB ile aranızda engel oluşturuyor; artık o sorunu da çözüme bağlayıverin” yollu öğütleri de, kimilerince tepkiye değer bulunmuyor. Örneğin, “Kıb- rıs sorunu derken, şu sizin Kıbrıs Ada- sı’ndaki askeri üslerinizin durumunu da bu arada gündeme alsak nasıl olur?” Ya da “Askerlerinizin Irak’ta yaptıklarını AİHS kapsamında bir irdelesek ne der- siniz?” demek, akõllarõna gelmiyor. Öte yandan, İngiliz bakanõn üyeliğimizi “destekleyen”(!) demeç verdiği gün bakõ- yorsunuz, Alman Başbakan Yardõmcõsõ tam tersini söyleyip, AB üyeliğine hazõr de- ğilsiniz diyor ve kalplerimizi fena halde kõ- rõyor! Aslõnda Türkiye’nin üyeliğini destekler görünüp, kimilerini “gaza getirenler”in de, “Yok henüz hazır değilsiniz, biraz daha gayret edin!” diyenlerin de, hangi hesap- lar içinde olduğunu görenler görüyor, bi- lenler biliyor elbette. Bu lakõrdõlar karşõsõnda uyanõp, şu tek taraflõ aşktan vazgeçmenin zamanõ hâlâ mõ gelmedi? Ali Sirmen’in yazdõğõ gibi “Ne zaman bir Türk devlet adamı bu lafları yemediğimizi, artık bunların kabak tadı verdiğini gülümse- yerek bunlara anlatacak acaba?” (Cum- huriyet, 29 Temmuz 2010). Değerli dostum Sirmen’in bu feryadõ ba- na, bir yakõnõmdan dinlediğim yaşanmõş bir öyküyü anõmsattõ. Öyleyse kalsın! Anadolu’da yaşayan bir ailenin babasõ hastalanmõş; oğullarõ hastayõ alõp İstanbul’a ünlü bir özel hastaneye getirmişler. Ama ba- ba ameliyat masasõnda ölmüş. Üzüntülü ai- le bireylerine de mevtayõ alõp, defnedilmek üzere memlekete götürmek kalmõş. Gelgelelim, hastanede önlerine, başlan- gõçta konuşulmuş tutarõ çok aşan öyle bir fatura koyulmuş ki; ödemelerine olanak yokmuş. Ödeme yapõlmadõkça da, hastane ölüyü vermiyormuş! İstanbul’da avukat olan bir hemşerilerini araya koyup, hastaneden biraz indirim için ricacõ olmuşlar; lakin has- tanenin muhasebesindeki görevli ricala- ra,yalvarmalara karşõn “Bir kuruş aşağı ol- maz” demiş başka bir şey dememiş . Avukat bunun üzerine “Peki öyleyse kal- sın!” deyip, odadan çõkmaya davranõnca, görevli, “Ne oluyor? Ne kalıyor?” diye te- laşlanmõş. Bizim avukat da “Fiyatta an- laşamadık, mal kalsın, sizin olsun!” de- yince, roller bir anda değişmiş; hastanenin üst düzey yetkilileri işe el koymuş ve bir çö- züm bulunmuş. Evet, bakalõm ne zaman , “Şu fasıl da açıldı”, “Müktesebatla uyum sağlıyoruz” , “Gözümüz aydın, Estonya da bizi des- tekliyor; üyeliğimize az kaldı” laflarõnõ bõ- rakõp “Öyleyse kalsın!” demeyi akõl ede- ceğiz ve şu tek taraflõ aşkõn sonunu getire- ceğiz. Avrupa’yõ ve Avrupa ülkelerini yöne- tenleri biraz yakõndan bilenler; eğer çõkar- larõ gerektiriyorsa, onlarõn Türkiye’nin üyeliğini ciddi olarak müzakereye hemen oturacaklarõnõ bilirler. O zaman da, AB’nin memurlarõyla değil üst düzey siyasal yet- kilileriyle görüşülür, tartõşõlõr ve bir sonu- ca ulaşõlõr. Yoksa, biri bizi “destekler” (!) öteki “Yok, henüz hazır değilsiniz!” der ve kapõda bekletilen tek taraflõ âşõk rolümüz sürüp gider. Sonuçta da, havai fişek gös- terilerinden başka bir “müktesebatımız” olmaz! Tek Taraflõ Aşkõmõz: AB Üyeliği G azetede bir başlõk: ‘Bey- ler,kendinize geliniz!’ Kedi, ciğeri kap- mak için her yolu de- niyor. Kural, yasa din- lemiyor. Engellere pençe atõyor, tõrnaklõ- yor, tüm gücüyle sal- dõrõyor. Ciğerden ya- na olanlar, onun birin- ci derece düşmanõ. On- lar da nasibini alõyor. Gazete başlõğõ kimi gösteriyor? Ciğere sal- dõranõ mõ, ciğeri koru- yanõ mõ? Siz, ikisini eşit mi görüyorsunuz? Konuşmanõn, yazõ- nõn iki yanõ bulunur; konuşan ve dinleyen. Ortaya konuşma, õs- sõz dağ başõnda kendi kendine konuşmaya Rona AYBAY benzemiyor mu? Bakõ- yorsunuz, koca koca adamlarõn ne dedikleri, kimi kastettikleri seçi- lemiyor. Ortaya konuşma, bir konuşma kirliliğidir. Bir yazõnõn, bir konuşmanõn ilk temel niteliği açõk, anlaşõlõr olmasõdõr. Konfüçyüs’e sorar- lar, “Bir ülkeyi yönet- meye çağrılsanız, işe nereden başlarsınız?” Büyük düşünür,’ “Dil- den”der. “dil, kusurlu olursa anlaşma olmaz’ diye sürdürür sözünü. Oysa bizimkiler, dili hep kü- çümsemişlerdir. Ata- türk’ün, İnönü’nün Türkçemize katkõlarõ örnek alõnmalõ. TDK’nin canõna oku- dular, işlevsiz kõldõlar. Böylesi, birilerinin işi- ne mi yarõyor? İşte ge- linen yer. Geçenlerde bir parti ileri geleni Meclis’te almõş eline bir vuvuze- la çalõyor. Duyulan sadece gü- rültü. Sözcü ardõndan, “Başbakanımızın söy- ledikleri işte bunun aynısı.” dedi … “Elinizi taşın altına koyun.” Kim? Kimler?Herkes mi? “Dini kullananlar var.” ‘Onun adõ yok mu? 12 Mart 1971’de TSK’nin muhtõrasõ TRT’de okundu. Tam anlamõyla ortaya ko- nuşma kaçamağõydõ. Önce üstüne alan ol- madõ. Geç de olsa Sü- leyman Demirel şap- kasõnõ alõp sessizce uzaklaştõ. Büyük gü- rültü ana muhalefet par- tisi genel sekreterinden Ecevit’ten geldi. Ona göre, “Muhtıra,mu- halefete verilmiş- ti”.Olamazdõ. Ana mu- halefete verilmiş muh- tõranõn, dünyada bir baş- ka örneği yoktu. Bülent Ecevit öyle algõlamõş, görevi çoktan bõrak- mõştõ. Ortaya konuşmanõn kaynağõ mõ? Korku. Ne şiş yansõn, ne kebap. Kõzõm sana söylüyo- rum, gelinim sen işit. Ya, gelin işitme özür- lüyse… Kimseleri kõr- mamak, üzmemek. En acõsõ, bir konuşmayõ vuvuzelanõn sesiyle eş tutmak… Ortaya Konuşma Kaçamağõ… Nusret ERTÜRK KÜÇÜK bir konser, geniş ufuklar açıp yeni köprü düşünceleri kurabiliyor bazen insanların düşüncelerinde. Konser, TÜRKSOY Uluslararası Gençlik Oda Orkestrası’nındı. İlk ağızda ürkütücü olan, adın sanki “soy sop” ilişkisi veriyor gibi olmasıdır. Aslında hiç ilgisi yok; Baştaki sözcük, “Türk Kültür ve Sanatları Ortak Yönetimi” biçimindeki kurum adının ilk harflerinden oluşuyor. Merkezi Ankara ve resmi dili Türkçe olan bir kültürel işbirliği kuruluşu bu. On sekiz yıl önce, 1992’de alfabe sırasına göre Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Türkiye’nin kültür bakanları İstanbul ve Bakû’da bir araya gelip böyle bir işbirliğini kararlaştırmışlar, 1993 Almatı toplantısında da “TÜRKSOY’un Kuruluşu ve Etkinlik İlkeleri Hakkında Antlaşma” imzalanmış. Sonradan, “gözlemci üye ülke” statüsü çerçevesinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu’na bağlı Altay, Başkurt, Hakas, Yakut, Tataristan, Tiva cumhuriyetleri ve Moldova Cumhuriyeti’ne bağlı Gagavuz Yeri Özerk Bölgesi de bu kuruluşa alınmışlar. Kısacası, eski Sovyet topraklarında Türkçeyle ya da eski Türk dünyasıyla uzaktan yakından ilişkili ne kadar toplum varsa hepsini bir araya getirip kültür ve özellikle başta müzik olmak üzere sanat alanlarında bağdaşma yaratmayı amaçlayan bir kuruluş söz konusu. Bir zamanların Ankara diplomatik çevrelerince çok iyi tanınan ve şimdi Azerbaycan’ın Moskova Büyükelçesi olan Polat Bülbüloğlu kurulun ilk genel yönetmeniymiş. İşleri vaktiyle Kazakistan Cumhuriyeti’nde Kültür Bakanlığı da yapmış olan Genel Sekreter Düsen Kaseinov yürütmekte artık. Uygur asıllı Anvar Akbarov’un, yani Enver Ekber’in yönettiği ve bu akşam İstanbul’un Aya İrini’sinde de çalacak olan Oda Orkestrası işte böyle bir kuruluşun ülkelerinden gelme gençlerden oluşuyor. Üyeleri arasında Beste Sevindik, İdil Küçükdoğan, Buğu Can Eroğlu, Melis Ezgi Sakabaş, Deniz Yılık gibi Türkiye konservatuvarlarında yetişenler de var ama, büyük çoğunluk eski Sovyet müzik okullarının yeni ürünleri sayılır. İlginç olan, eski Türklük üzerine kurulduğu söylenen bir sanat ortaklığı vesilesiyle çağdaş Rus ve Türk kültürleri arasında oluşan bu kaynaşmanın yavaş yavaş halklar arasındaki yakınlaşmayla da örtüşüyor olmasıdır. Karadeniz güvenliğindeki işbirliğiyle de uyumlaşan bu ilişkinin Ankara’nın dış politikası açısından ABD ve AB unsurlarının iç ve dış etkilerini dengeleyici yeni bir ağırlık yaratmakta olduğu kesin. Bu da gösteriyor ki, büyük kurtuluşun ve Cumhuriyetin hamurunda yatan bağımsızlık ilkesi, kim ne desin ve ne yaparsa yapsın, her fırsatta kendisini belli etmekte ve mutlaka hesaba katılması gereken bir maya niteliği taşımaktadır. [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle