22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 10 AĞUSTOS 2010 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER PENCERE Süpermen Masal hayal ürünüdür, doğaüstü yaratıkları anlatır; cin, ejderha, peri padişahının kızı ve cadı karı, inanılmadık işler yaparlar; iyilerle kötüler çarpışır; sonunda iyiler kazanır; dinleyen “oh” çeker; onlar erer muradına, biz çıkalım kerevetine... Masalların çoğu eski zamanlarda uydurulmuş, kuşaktan kuşağa aktarılmış, günümüze ulaşmıştır; ama bir de çağımızın masalları var. Eski masallar çocukları uyutmak içindi, yenileri koca adamları uyutuyor; televizyonda ve sinemada üretilen öykülerin çoğunluğu masal masal matitas... Süpermen bunlardan biri. Süpermen ne zaman ortaya çıktı? Yıl 1939. Amerika’da “Büyük Buhran” ortalığı kırıp geçiriyor; işsiz, ezik, aç, yıkık ve umutsuzlara bir masal gerekiyor; oyalayacak, uyutacak, hayal dünyalarını süsleyecek... Joe Shuster’ın çizgileriyle bir günlük gazetede yayımlanmaya başlayan ‘Süpermen’ büyük ilgi görüyor. Gerçekte Shuster’ın çizgileri ahım şahım değil; ama, tutuyor. Çünkü toplum yaşanan haksızlıklara karşı çıkacak bir kahramanın özlemini yaşıyor. Kim olabilir bu?.. Doğaüstü gücüyle kötülere ders verecek Süpermen, değil mi?.. Kahramanımız bebekken ‘Kripton’ gezegeninden dünyaya gönderilir; büyüdükçe güçlerinin ayırdına varır. Sıradan insan rüyalarında uçmaz mı?.. Süpermen sokaktaki adamın özlemlerini çektiği tüm yetilere sahiptir; ‘Metropolis’te çıkan ‘Daily Planet’ gazetesinde çalışırken hiçbirini dışavurmaz; çalışma arkadaşı Lois’e âşıktır, kimliğini belli etmez; sevgilisine uzak durup gerçek adalet için savaşır; ‘Amerikan yaşam biçimi’nin en iyisi olduğunu kitlelere kanıtlamak için ne gerekiyorsa yapar. Süpermen’in filmi çekildi; arandı, tarandı, olağanüstü yapıda bir oyuncu bulundu: Christopher Reeve!.. Yakışıklı, güçlü, çarpıcı, çekici Christopher Reeve, Hollywood serüveninde başarı kazandı; Süpermen filmini TV ekranlarında milyarlarca kişi izledi; 21’inci yüzyılın eşiğine ayak basmış insanlığın masallarla oyalanması ya da uyutulması gerekiyordu; peri padişahının oğlu artık Süpermen’di; yani Christopher Reeve... Ne var ki talihsiz bir rastlantıyla gerçeğin acımasız yasası dişlerini zamansız gösterdi; uzaydaki yıldızlar arasında mekik dokuyan Süpermen, günlük yaşamda attan düşüp boynunu kırdı, tekerlekli bir sandalyede yaşayan felçliye dönüştü. İnsanlar olaydan etkilendiler mi?.. İnsan masala, yalana, üçkâğıda ve gerçek dışı gösterişli yaşama alabildiğine tutkulu... İnsan masallara koşullanmış... Eytişim -diyalektik- sıradan kişiye uzak bir düşünme biçimi! Bir ‘an’ın ‘doğru’sunu, ‘süreç’ kavramını da aşarak tüm zamanlara yaymak eğilimi, yeryüzü nüfusunun büyük çoğunluğunu kavrayıp köleleştirmiş. İmgelerin cangılında yolunu yitirmenin tadı, gerçeğin çıplak yüzüne yeğleniyor; güzelliğin, gücün, sağlığın ve ünün yaşamın çok kısa bir süresinde geçerliliğini koruyabileceğini insan unutmak istiyor; ‘an’ı yaşarken sürecin bilincine varmak, yaşananın tadını kaçırdığından kişi zaman kavramını dışlıyor, gerçeklikten kaçıyor; masallara bağlanıyor. Eskiden masal evde çocukları uyutmak için yatak odalarında söylenirdi; küreselleşen dünyanın tüm enlem ve boylamlarında, çağdaş yalanların masalları televizyon ekranlarıyla salonlarımıza giriyor; büyükleri sürükleyip büyülüyor. Christopher Reeve tekerlekli sandalyeye çakılmış, kimin umrunda! Biz TV’de Süpermen’i izliyoruz. (1 Aralık 1996 tarihli yazısı) D iyarbakõr Belediye Başkanõ Osman Bay- demir’in “Türk bay- rağının yanına Kürt bayrağını da çeksek ne olur?” sözleri, bu konulara iliş- kin tartõşmalarõ yeni bir aşamaya ge- tirmiş gibi görünüyor. Daha doğru- su, Baydemir’in çõkõşõ, çoktandõr içinde yaşamakta olduğumuz aşa- manõn niteliğini daha belirgin hale getirmiş oldu. Baydemir’in dile ge- tirdiği istek, sõnõrlõ bir özerklikle ye- tinmeyip, bir federasyona gitme he- defini dile getiriyor, sanõrõm. Nite- kim, basõnda yer alan yorumlar da bu sözlerin federasyona yönelik ola- rak anlaşõldõğõnõ gösteriyor. Durum buysa, bunca yõldõr, nasõl adlandõrõlacağõnda bile anlaşama- dõğõmõz “Güneydoğu Sorunu” ya da “Kürt Sorunu”nun çözümü, T.C’nin tekil (üniter) yapõsõnõn de- ğiştirilmesine ve bir federasyona gidilmesine bağlanmõş oluyor. Bu durum, “Kürt diye bir şey yok; Kürt, o yörelerin kışında ku- ru karlar üzerinde yürüyen Dağ Türklerinin ayaklarından çıkan ‘kart - kurt, kart - kurt, kart - kurt’ seslerinden kaynaklanan bir de- yimdir” gibi, ilköğrenim çocukla- rõnõ bile güldürecek bilimsel(!) açõk- lamalardan nerelere geldiğimizi gösteriyor. Geldiğimiz yerin, hiç kuşkusuz, çok daha sağlõklõ bir tar- tõşma zemini oluşturduğunu söyle- mek gerekir. Ancak “federasyon”u çözüm ola- rak gösterenlerin, savlarõnõ ku- laktan dolma bilgilerin ötesinde ciddi verilere dayandõrmasõ da zo- runludur. Çünkü benzeri başka kav- ramlar gibi, “federasyon” da so- runlarõ hemen ve bütünüyle çözü- me kavuşturacak bir “sihirli değ- nek” değil; enine boyuna tartõşõlmasõ gereken, karmaşõk yönleri olan bir kavramdõr. Böyle aldatõcõ “sihirli değnek” ör- nekleri siyasal tarihimizde görül- müştür. Örneğin, 1908 İkinci Meş- rutiyet (İlân-õ Hürriyet) döneminin başlarõnda “hürriyet” sözü, böyle sihirli bir anlam kazanmõş; ama kõ- sa bir süre sonra kimsenin bu konuda doğru dürüst bir fikri olmadõğõ or- taya çõkmõştõr. 1945 yõlõnda başlayan sola kapa- lõ “sınırlı” çok parti dönemine de (demagog politikacõlarõn ağzõnda çoğu zaman “demokraaasi” diye söylenen) demokrasi deyimine bel bağlanmõş, her sorunun çözümü için bu kavrama başvurulmuş; ama demokrasinin asgari koşullarõ ko- nusundaki bilgi ve birikim eksikli- ği nedeniyle sonuç yine hüsran ol- muştur. Yargının özel konumu 1960 sonrasõnda da “anayasa”ya “her derdin devası” gözüyle ba- kõldõğõ zamanlar olmuş, gelgelelim 10 yõl kadar sonra anayasa “suçlu” ilan edilmiş; onu her kötülüğün kö- keni sayanlar görülmüştür. “Federasyon”un çözüm olup ol- mayacağõ tartõşõlõrken üzerinde du- rulmasõ gereken pek çok soru vardõr. Bunlar, ciddi ve sağlõklõ biçimde tar- tõşõlmadan; “federasyondan yana” ya da “federasyona karşı” olmak, pek de anlamlõ değildir. Bu yazõmõz, başka önemli noktalarõ dõşarõda bõ- rakarak, sadece federasyonlarda yargõnõn özel konumunu belirtmeyi amaçlamaktadõr. Federasyonlarda ‘yargı’nın önemi Çağdaş devlet anlayõşõnda güçlü ve bağõmsõz bir yargõnõn ne denli önemli olduğu herkesçe bilinmesi gereken bir gerçektir. Yargõnõn, ba- ğõmsõzlõğõnõ yitirip, siyasal erkin güdümüne girdiği ülkelerde; hu- kuk devleti, insan haklarõ ve de- mokrasi gibi kavramlar, içi boş bi- rer kalõp haline gelmektedir. Bağõmsõz ve güçlü yargõnõn öne- mi, federal yapõlõ devletlerde daha özel boyutlar kazanõr. Çünkü bu tür devletlerde, yasama organõ, “ikili” bir oluşuma bağlanmõştõr. Bazõ ko- nularõn yasa yoluyla düzenlenmesi federal yasama organõnõn, bazõlarõ- nõn ise federe devlet yasama or- ganlarõnõn yetkisindedir. Ayrõca vergi salõnmasõ gibi her iki yasama organõnõn yetkisine giren konular da vardõr. ABD Anayasasõ’na göre anayasayla federal devlete veril- miş olanlar dõşõndaki yetkiler, ya- saklayõcõ özel bir hüküm yoksa ‘State’lere (Eyaletlere) aittir (1795 yõlõnda kabul edilen 10. Ek). Böy- lece, asõl yetkinin eyaletlerde oldu- ğu belirtilmiştir. Federal devletlerde yürütme or- ganlarõ da, federal ve federe olma üzere “ikili” bir yapõdadõr. Federal yasalar federal yürütme organõ, fe- dere devlet yasalarõ da federe yü- rütme organõ (seçilmiş valiler, yerel başbakanlar) eliyle uygulanõr. Bu emniyet örgütlerine kadar uzanan so- nuçlar doğurur. Holivut filmlerin- de ve TV dizilerinde görülen FBI ile eyalet polisleri arasõndaki yetki çekişmeleri, bundan kaynaklan- maktadõr. Hangi organõn neyi yapmaya, ne ölçüde yetkili olduğu konusunda uyuşmazlõklar, kaçõnõlmaz biçimde ortaya çõkar. Hangi konunun hangi organõn yetkisinde olduğu, sonuç olarak, yargõ organõnca belirlenir. Federal yapõlõ devletlerde mah- kemeler de, doğal olarak federal dev- letin mahkemeleri ve federe dev- letlerin mahkemeleri olarak “ikili” bir yapõdadõr. Uyuşmazlõklardan ve çatõşmalardan kaçõnmak için her bir yargõ türünün görev alanlarõ olabildiğince net biçimde belirlenir. Federal yapõlõ devletlerde mah- kemelerin ve özellikle ABD Yük- sek Mahkemesi, Alman Anayasa Mahkemesi gibi en üst düzey yargõ organlarõnõn başlõca görevi şu so- rulara yanõt bulmaktõr: Hangi ko- nunun düzenlemesi federal devletin yetkisi içindedir? Hangi konularda ise federe devletler yetkilidir? Han- gi hallerde her ikisi de yetkili ola- bilir? Bunlar saptanmadan, davala- rõn esasõ incelenmez. Öte yandan, federasyonlarda her- kesin federal devlet yurttaşlõğõ ya- nõnda bir de “federe devlet yurt- taşlığı” vardõr. Bunun sonucu ola- rak, yargõ organlarõnõn, insan haklarõ alanõndaki genel görevleri de yeni bir boyut kazanmõştõr: Federasyonu oluşturan birimlerden birinin yurt- taşõ olanlarõn, öteki federe devletteki haklarõnõn ve özgürlüklerinin ko- runmasõ. Sonuç Federasyonu bir çözüm olarak görenlerin; ABD, Federal Almanya, İsviçre Konfederasyonu gibi, de- ğişik adlarla anõlsalar da “başarı- lı federasyon” örneği olarak kabul edilmiş devletlerin iki özelliği üze- rinde düşünmeleri gerekir. Birincisi, bu ülkelerde federas- yon, var olan üniter yapõnõn çözül- mesi yoluyla değil, zaten var olan devletlerin birleşmesi sonucunda ortaya çõkmõştõr. Yani federe dev- letler, zaten var olan devlet örgüt- lenmeleriyle federasyona katõlmõş- lardõr. Var olan üniter yapõ içinden fe- derasyon çõkarmayõ istemek “fe- deralizm”den çok “ayrılıkçılık” kavramõnõ akla getirir. İkinci nokta ise federal yapõnõn sağlõklõ işlemesi için, gerek federal gerek federe düzeylerde çok güçlü, bağõmsõz ve saygõn yargõ organlarõna duyulan kesin gereksinimdir. Or- ganlar arasõndaki yetki uyuşmaz- lõklarõ ancak toplumda saygõnlõk kazanmõş, güvenilir yargõ organla- rõnca uygun çözümlere bağlanabilir. Doğum yeri ve memleketi federas- yonun Doğu’daki biriminde olan ama kendini “Kürt” saymayanlarõn ya da o bölgede işi olan öteki biri- min yurttaşlarõnõn haklarõ ve öz- gürlükleri de ancak saygõn ve etki- li yargõ organlarõnca korunabilir. Kuşkusuz, aynõ durum Doğu’daki birimin yurttaşlarõnõn Batõ’daki hak- larõ ve özgürlükleri için de söz ko- nusudur. Kõsacasõ, bağõmsõz ve güç- lü bir yargõ olmadan demokrasi ol- madõğõ gibi, federalizm de olmaz! Federalizmin başarõlõ örnekleri sayõlan ülkelerde yargõ organlarõnõn saygõnlõğõ, federal sistemin en sağ- lam güvencesidir. Yargõ organõnõn siyasal iktidarõn denetimine alõnmasõ için türlü ma- nevralarõn yapõldõğõ günümüz Tür- kiye’sinde, üstelik “federal” hukuk uygulamasõ konularõnda hiçbir bi- rikimi ve deneyimi olmayan hu- kukçularla, federal yapõnõn başarõ- lõ olmasõnõ beklemek değil, çok teh- likeli sonuçlara yol açmasõndan korkmak daha gerçekçidir. Federasyon Çözüm mü?.. Prof. Dr. Rona AYBAY Yargõ organõnõn siyasal iktidarõn denetimine alõnmasõ için türlü manevralarõn yapõldõğõ günümüz Türkiye’sinde, üstelik “federal” hukuk uygulamasõ konularõnda hiçbir birikimi ve deneyimi olmayan hukukçularla, federal yapõnõn başarõlõ olmasõnõ beklemek değil, çok tehlikeli sonuçlara yol açmasõndan korkmak daha gerçekçidir. “Siyasi, adli, iktisadi ve mali bağımsızlığımızı, sonuç olarak da yaşam hakkımızı yadsıyan ve yok saymayı amaçlayan Sevr Antlaşması bizce yoktur.” Atatürk G eçmiş zamanõ, olaylarõ ve kişileri unu- tursak yanlõşlara düşmemiz kaçõnõl- mazdõr. Dünü iyi bilmeyenin, bugünü an- lamasõna ve değerlendirebilmesine olanak yok- tur. Bu gerçeklerin õşõğõnda ve Sevr gerçeğine ulaşabilmek için Osmanlõ İmparatorluğu’nun ve Avrupa siyasetinin önde gelenlerinin bölgemi- ze ve Ortadoğu’ya bakõş açõlarõnõ bilmekte ya- rar vardõr. Dünya savaşõ öncesinde Bağdat Me- busu Babanzade İsmail Hakkı Bey, 14 Şubat 1908’de “Kerkük taraflarında öyle petrol ma- denleri vardır ki, Bakû madenlerine ve Ame- rika’daki madenlere eşdeğerdir. Çünkü akı- yor, nehir gibi akıyor” değerlendirmesinde bu- lunurken İngiliz Dõşişleri Bakanõ Sir Edward Grey 27 Mart 1911’de, adeta bölgeyi sahiple- niyor ve “Temel hedefimizi daima hatırda tut- mamızın önemli olduğuna inanıyorum. Bu da, Basra Körfezi’ndeki ve onu tamamlar nite- likteki Mezopotamya’da İngiliz çıkarlarını ko- rumaktır” buyuruyordu. İttihat ve Terakki döneminde Sadrazam Mahmut Şevket Paşa ise bölgeye gayet yü- zeysel bakõyor ve “Kuveyt ve Katar gibi çöl- den ibaret iki kaza yüzünden İngiltere ile ih- tilaf çıkarmayız. Bu ehemmiyetsiz toprak- lardan ne gibi faydamız olabilir ki” diyerek hafif ve ciddiyetten yoksun sözler sarf edebi- liyordu. İngiliz Dõşişleri Bakanõ James Balfour da 13 Ağustos 1918’de, bölgenin önemini kav- rayan bir anlayõşla “…ne Başkan Wilson, ne de bir başkası, Dicle ve Fırat’ın çevresindeki geniş toprakları Osmanlıların denetimine bı- rakmak isteyecektir. Bu durumda sormak isterim?.. Mezopotamya’daki Küçük Zap suyuna kadar ve yeterli derecede zengin su kaynaklarını denetim altına alacak şekilde, ordularımızla ilerlememizin büyük yararı yok mudur? Bunu başardığımızda, petrol yataklarının büyük çoğunluğu da elimize geçmiş olacaktır” sözleriyle konuya eğili- yordu. İngiliz Amirali Philip Dumas Şubat 1920’de “Bu, geniş ölçüde petrole yönelik bir savaştı. Geleceğin harpleri, o amaca yöne- lik olacaktır. Bismarck’ın ‘kan ve demir’ öz- deyişi, artık ‘kan ve petrol’ şeklinde ifade edi- lecektir” diyordu. İngiltere Donanma Bakanõ Walter Long 23 Mart 1920 günü yaptõğõ bir konuşmada şunlarõ dile getirmiştir: “Dünya- daki bilinen petrol yataklarını ele geçirebi- lirsek, dilediğimiz gibi kullanabiliriz. Olağan dışı fırsatların eşiğindeyiz; ya biz bu kapı- dan girmek için gerekeni yapacağız veya baş- kaları girecek ve geleceğin anahtarına sahip olacaklardır.” Görüldüğü gibi Osmanlõ yö- neticileri işin farkõnda bile değilken, dönemin büyük emperyal gücü İngiliz devlet adamlarõ Osmanlõ’nõn elinde bulanan Ortadoğu coğraf- yasõnõn önemini çoktan fark etmişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu’na son verildi Fransa Kralõ 15. Louis ve gözdesi Madam de Pompadour’un 1756 da Sevr’de kurduğu por- selen fabrikasõnõn “sergi salonlarından birin- de” yapõlan “Barış Görüşmelerinde” birbiriy- le ilişkisi olan 5 ayrõ anlaşma imzalandõ. Ana an- laşmaya da Türk anlaşmasõ denildi. İşte burada, Birinci Dünya Savaşõ’nõn galipleri 10 Ağustos 1920’de Paris’in Sevr banliyösünde toplanarak Osmanlõ İmparatorluğu’na fiilen son verdiler. Sevr, 19. yüzyõldan beri uluslararasõ ilişkilerde yaşanan “Doğu Sorunu” diye anõlan soruna, Av- rupa’nõn getirdiği çözümü temsil eder. Buna gö- re Osmanlõ İmparatorluğu, 19. yüzyõl emper- yalizmi çerçevesinde paylaşõlmasõ gereken bir devlet ve ülkedir. Eşine az rastlanan, göz ka- maştõrõcõ bir çalõşma ve akõl almaz bir araştõr- macõlõk sonucu ortaya çõkan Sevr, 19. yüzyõl sö- mürgeciliğini simgeleyen, sinsi ve acõmasõz bir çözümdü. Topraklarõ elinden alõnmõş ve düşmanlarõ ta- rafõndan kuşatõlmõş bir Türkiye vardõr artõk. Baş- kenti işgal edilmiş bir ülke ve kamp ateşinin çev- resinde açgözlerle fõrsat kollayan kurtlar gibi bü- yük devletler... Çünkü Osmanlõ Devleti’nin kaynaklarõnõn zenginliği, obur emperyalizmin iş- tahõnõ kabartõyordu. Adõ barõş anlaşmasõ olsa da Sevr’e göre, Rumeli’den kovulan Türkler artõk Anadolu’dan da kovulacaklardõ. Bu, yüz yõllõk bir Avrupa siyasetinin son aşamasõ olarak dik- te edilmiş olan bir siyasal projeydi. Sevr, basit bir yenilgi belgesi değildir, o zamanki Avrupa emperyalizminin sadece kendisinin avlanma sa- hasõ saydõğõ Avrupa kõtasõndan atmaya kararlõ olduğu Türkiye’ye karşõ girişilmiş yağmanõn da son aşamasõdõr. “Türklerin artık diğer ulus- lar üzerindeki egemenliklerine son vermenin ve onları uygarlaştırmanın zamanı gelmiştir” diye düşünülen Sevr’e göre, Türkiye neredey- se savaşõn tek suçlusudur. Anlaşmanõn imzalandõğõnõ Ziraat Mekte- bi’ndeki karargâhõnda akşamõn geç saatlerinde haber alan ve bu zilleti asla kabul edilemez bu- lan o eşsiz Mustafa Kemal “Halkın ve ülke- nin kaderi yabancıların insafına terk edile- mez” şeklinde isyanõnõ dile getirdi. Sevr, Mus- tafa Kemal’in önderliğindeki Kurtuluş Savaşõ’yla geçersiz kõlõnmõş ve uygulama alanõ bulmamõştõr. Sevr, Türk ulusunda bir yeis ve teslimiyet ya- ratmamõş, aksine ulusun vicdanõnda Milli Mü- cadele ruhunu ateşleyen itici bir güç olarak di- renme heyecanõ ve şevkini kamçõlamõştõr. Sevr’den sonra Türkiye’nin öldüğü sanõlmõş, Sevr imzalanacağõ sõralarda “Türkiye artık yok- tur” diyen L. George ile “Türkler için, as- kerlik mesleği tümüyle kapanmıştır... Artık Türkler Fransız lejyonuna gidebilir” diyen Lord Curzon’un bütün çabalarõna, kullandõklarõ her türlü zorbalõğa ve entrikaya karşõn Türkler- deki yaşama isteği üstün gelmiş ve Mustafa Ke- mal’in liderliğindeki Milli Mücadele başarõya ulaşmõştõr. Sevr’den çõkarõlacak ciddi dersler vardõr. Çünkü şimdi Sevr’i yaşama döndürmek iste- yenlerle, buna karşõ çõkan, Cumhuriyete kanat gerenlerin mücadelesini yeniden yaşamaktayõz. Genç kuşaklar Sevr olayõnõ ve o çirkin anlayõş- la mücadele etme gereğini hiç unutmamalõdõr. Özellikle gençler, Lozan kadar Sevr’i de bilmeli ve öğrenmelidirler. ‘Sevr’ kapanmış dosya değildir Türkiye için Sevr “kapanmış bir dosya” de- ğildir. Birçok hükmü, 19. yüzyõlda uluslarara- sõ siyasetin kavgalarõna yön vermiştir. Özellik- le Ortadoğu’nun bugünkü tehlikelerle dolu coğrafyasõ bu anlaşma hükümlerinden kaynak- lanmõştõr denilebilir. Oysa Türkiye Misakõ Mil- li ve Lozan ile Sevr’in kendisini ilgilendiren hü- kümlerini reddetmiş ve karşõ taraflara da bun- larõ kabul ettirmiştir. Acaba gerçek böyle midir? Batõ, Türkiye üzerindeki ezeli emel ve niyetle- rinden vaz mõ geçmiştir? Sevr’in Türkiye hakkõndaki hükümleri Batõ- lõlarca unutulmuş veya vazgeçilmiş hükümler mi- dir? Tarih bir değerler savaşõ ise, Cumhuriyetin ilkelerini oluşturan değerlere karşõ, Sevr hü- kümlerine yansõyan Batõ değerleri mücadele et- mekten vazgeçmiş olabilirler mi? Bundan baş- ka içimizde gerçekleri bilmeyen, göremeyen ve- ya gerçekleri çarpõtmaya çalõşan insanlar da var- dõr. Şayet Sevr uygulama alanõ bulabilseydi, o büyük adamõn liderliğini yaptõğõ Kurtuluş Savaşõ yapõlmasaydõ ve Laik Cumhuriyet kurulmasaydõ, Türkiye bugün Ortadoğu mozayiğinin bir kö- şesine itilmiş, Batõlõ efendilerine hizmet eden kukla bir yönetimin emrinde, zavallõ, küçük bir devlet olarak devam ediyor olacaktõ. Türkiye’nin Kanõna Ekmek Doğrayan Sevr... Prof. Dr. Metin KALE Osmangazi Üniv. Tõp Fakültesi / Üroloji Kliniği Ü niversite deyince sokaktaki insanõn aklõna genelde bilim insanlarõndan ve öğrencilerden oluşan, bilimsel veriler õşõğõnda araştõrma yapõlan ve bu nedenle güvenilir olduklarõ varsayõlan eğitim kurumlarõ gelir. Bu nedenle sokaktaki insana göre bilim insanlarõnõn her konudaki görüşü kesinlik ve doğruluk taşõr. Ancak bu olgu günümüz Türkiye’sinde üniversitelerin ve bilim insanlarõnõn misyonu açõsõndan tartõşma götürmektedir. Üniversiteler her şeyden önce toplumsal misyonu olan eğitim kurumlarõdõr. Bilim insanlarõ da üniversitelerle bir bütün oluştururlar ve dolayõsõyla onlarõn da topluma karşõ belli yükümlülükleri, görevleri, sorumluluklarõ vardõr. Üniversiteler, içinde sadece bilimin üretildiği, toplumdan uzak, fildişi kuleler değildir. Ayrõca toplumla senkronize kurumlar hiç değildirler. Eğer üniversiteler toplumla senkronize olursa asla öncü, yenilikçi, ilerici ve çağdaş olamazlar. Üniversitelerin görevi topluma uyum sağlamak değil, toplumun her zaman bir adõm ötesinde olmaktõr. Çünkü üniversiteler her türlü dogmatizmden uzakta, bilimsel ve çağdaş veriler õşõğõnda bilim üretmesi gereken kurumlardõr. Günümüz Türkiye’sine baktõğõmõzda üniversitelerimiz ve bilim insanlarõmõz toplumsal sorumluluklarõnõ ne ölçüde yerine getiriyorlar? Daha da acõsõ acaba toplumsal sorumluluklarõnõn bilincinde midirler? Türkiye’de bilim insanlarõ ne ölçüde toplumsal sorumluluklarõnõn farkõndalar? Bilim insanõ olmanõn nesnel ve çağdaş koşullarõ vardõr. Bilim insanõ hümanist, ilerici ve toplumcu olmak zorundadõr. Çünkü bilgi, toplum için üretilir. Bilim de sanat gibi evrenseldir ve evrensel yasalara göre işler. Siz istediğiniz kadar profesör, doçent unvanõ taşõyõn, bilimin evrensel yasalarõna karşõ çõktõğõnõz sürece asla çağdaş bir bilim insanõ olamazsõnõz. Örneğin kadõn eli sõkmaktan kaçõnarak, çocuğun ana karnõnda biçimlenmesini dinsel dogmalara yaslanarak açõklamaya çalõşõyorsanõz, cinsiyetçi ve õrkçõysanõz evrensel düzeyde bilim insanõ unvanõnõ hak ediyor olmazsõnõz. Ya da çok iyi bir fizikçi olabilirsiniz ama Nagazaki’ye, Hiroşima’ya bomba atarken elleriniz bile titremez. Ne yazõk ki günümüz Türkiye’sinde bu tip örnekler çoğalmakta ve bunlarõn çoğu da önemli mevkiler elde etmektedir. Burada can alõcõ nokta ise bu sözde bilim insanlarõnõn toplumda kanaat önderi olarak boy göstermesidir. Bu tip sözde aydõnlar toplum için büyük bir tehlike oluşturmaktadõr. Çünkü sokaktaki insanõn görüşlerini, adlarõnõn önündeki 3-5 harfli unvanlara sõğõnarak etkilemeye çalõşmaktadõrlar. Örneklerini her gün TV ekranlarõnda, gazete köşelerinde görmekteyiz. Ne yazõk ki özellikle devlet üniversitelerinde bu tip örneklere sõkça rastlanõlmaktadõr. Bu bakõmdan üniversiteler de bir ayrõşma içindedir. Bu durum ise ülkemizin en çok õşõğa, aydõnlanmaya gereksinim duyduğu bir dönemde karanlõğa bilimsel bir kõlõf uydurmaktan başka bir şey değildir. Yrd. Doç. Dr. Ayşe ATALAY Marmara Üniversitesi Üniversiteler ve Toplum..
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle