19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
[email protected] 26 TEMMUZ 2010 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA EKONOMİ 13 CMYB C M Y B ANKARA PAZARI YAKUP KEPENEK Solcu, Neden ‘Hayır’ Der?! Bugünlerde genel kanı, devletlerin parasal ve mali kurtarma paketleri sayesinde bir “büyük depresyon”un önlendiği, ama dünya ekonomisinin, uzun süreli bir “büyük durgunluğa” girdiği yönünde. Bu noktada, uygulanması gereken ekonomi politikaları üzerinde büyük bir tartışma sürüyor. Karşımızda taban tabana zıt iki ekonomi politikası seçeneği konmuş durumda. Ancak, bunların ikisi de krizi derinleştirecek çelişkili sonuçlar üretebilecekler. Uzun sürecek bir büyük belirsizlikle karşı karşıyayız. ‘Dokuz yıllık durgunluk’ Üç yıl önce geçen hafta, kredi değerlendirme kurumları, alacaklara dayalı menkul kıymetlerin kredi notlarını düşürmeye başladıklarını açıklayarak finansal köpüğü patlatmışlardı. Geçen hafta ABD Merkez Bankası Başkanı Bernanke, Senato Komisyonu’nda ifade verirken, ABD ekonomisinin “olağandışı bir belirsizlikle” karşı karşıya olduğunu söyledi. ABD’nin önünde 5-6 yıl sürecek bir yavaş büyüme süreci varmış. “Depresyonu” önleyen kurtarma paketleri, 2008-2009 yıllarında 8.5 milyon kişi artan işsizliği azaltamayacakmış. İşsizlik daha bir süre artmaya devam edecekmiş. İngiltere Merkez Bankası başekonomisti Spencer Dale de The Independent gazetesine, ülkeyi gelecek beş yıl boyunca, düşük büyüme, yüksek enflasyon ve yüksek işsizlik üçlüsünün beklediğini söylüyordu. “İki çöküşlü” (double dip) bir durgunluk olasılığı gündemden kalkmamış. Geçtiğimiz haftalarda sanayi üretiminde, dünya ticaretinde, Çin’in ithalatında gözlemlenen gerileme eğilimi, gemi navlun fiyatlarında (Baltic Dry index), hem bu ticaretteki gerilemeyi, hem tanker sektöründeki kapasite fazlasını yansıtan rekor düşüşler “büyük durgunluk”un sürdüğünü söylüyor. Bu koşullarda, UPI editörü Martin Walker’in üç yılın geride kaldığından, Bernanke’nin 5-6 yıl beklentisinden hareketle geliştirdiği 9 yıllık “büyük resesyon” (UPI, 19/07) savı gerçeğe çok yakın görünüyor. Washington Post yorumcularından Matt Miller de köpüklerin patlaması, mali piyasalarda yaşanan panikler, kredi piyasasında tıkanma gibi olayları kalp krizine benzetiyor. Miller’e göre nasıl kalp krizinden sonra uzun bir toparlanma dönemi başlarsa “büyük durgunluk” da aslında yeni başlıyor. Miller’in krizi (ABD ve Batı açısından) aşmaya yönelik önerileri de krizin “hakikatini” gözler önüne seriyor. Gerilemeyi durdurmak için, sermaye yoğun, emek verimliliği yüksek işlerin yaratılması gerekiyormuş. Miller, “Ancak bunları yaratmak yetmez” diyor ve ekliyor “aynı zamanda bunlarla üretim yapmak gerekir”. Yoksa bu teknolojiler başka ülkelere göç ederek onların yükselmesine katkı yaparmış. Miller’in saptamaları, yeni bir sermaye birikim rejimi şekillenmeden krizden çıkılamayacağını düşündürüyor. Büyük tartışma Bugün birbiriyle çatışan iki ekonomi politikası seçeneğine dönersek birincisi, maliye ve para politikalarıyla ekonomileri desteklemeye devam etmek gerektiğini savunan Keynesçi yaklaşımdan kaynaklanıyor. Bu yaklaşıma göre, teşviklere son veren daraltıcı maliye politikaları bir depresyona, siyasi krizlere yol açacak. İkinci yaklaşıma göre, kriz atlatılmış, şimdi konsolidasyon dönemiymiş. Keynesçiler riskleri abartıyorlarmış. Kamu harcamaları kısılmalı, kamu sektöründe büyük tensikatlara gidilmeli, sermaye desteklenmeliymiş. Keynesçilerin önerileri devletlerin mali krizini derinleştirecek, yüksek enflasyona yol açacakmış. Bu seçeneğin arkasında, neo-liberal ekonomistler, Merkez Bankası guvernörleri, İngiliz, Alman, Fransız hükümetleri, Finans sektörünün sözcüleri var. Bir de Reagan’ın ekonomi danışmanı, Bilderberg, Trilateral Komisyon üyesi, Ulusal Ekonomik Araştırmalar Bürosu (NBER) onursal başkanı Harward profesörü Martin Feldstein var. Bu adam, “kemerleri sıkma politikaları iki çöküşlü bir durgunluğa yol açabilir. Ama uzun dönemde istikrar için buna değer” diyor. Wall Street ekonomistleri, Avrupa Merkez Bankası Başkanı Trichet gibi Feldstein de mali disiplinin yararlarının kanıtlandığına inanıyor. İyi de, 1990’ların mali sarsıntılarına, 1997 Asya krizine, bugünkü mali krize, hep mali disiplin dayatan ekonomi politikalarıyla gelmedik mi? Feldstein bu tartışmanın halktan gizlenen yanını açığa çıkarıyor o kadar: Kemer sıkma politikaları, finans sermayesini korurken, kurtarmanın faturasını halka ödetecek, verimsiz işletmeleri tasfiye edecek, ücretleri aşağı çekecek. İkisi de çözüm değil Keynes biyografisinin yazarı Lord Skidelski’nin neo-liberallere, ekonomist Andy Xie’nin de Keynesçilere yönelttiği eleştiriler, gündemdeki ekonomi politikalarının çıkmazını çok iyi özetliyor. Skidelski, “Mali teşvikleri çekmek isteyenler, bunu neye inandıkları için istiyorlar” diye soruyor. Skidelski’ye göre bunlar üç şeye inanıyorlar: Birincisi, rekabetçi piyasalar müdahaleye gerek kalmadan dengeye gelir. İkincisi, böylece, her zaman çalışmaya istekli insan sayısı kadar iş yaratılmış olur. Üçüncüsü piyasa oyuncuları bilgiye eksiksiz ulaşabildiklerinden riskleri doğru fiyatladıklarından, büyük çaplı mali çöküşler yaşanmaz. Bu inançlardan birincisinin ve üçüncüsünün 2007-2009 arasında pratikte iflas ettiğini gördük. Birincisi, arzın kendi talebini yaratacağını savunan (Say Yasası), ikincisiyse, işsizliğin, verili ücret düzeyinde çalışmak istemeyen işçilerin kendi tercihlerinden kaynaklandığını iddia eden saçmalıkların ürünü. Böyle bir teorinin krize çözüm üretme şansı yok. Öbür taraftan, ekonomist Andy Xie’ye göre, devletlerin borç krizi riskini arttıran, destekle, yaratılan taleple ithalatı körükleyerek gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerinde aşırı ısınma yaratan, küresel ekonomide enflasyon riskini arttıran Keynesçi yaklaşım da çözüm değil. Günümüzde, yatırımı ve üretimi küresel düzeyde düzenleyen, çokuluslu şirketlerin egemenliği, ulusal ekonomilerden dışarıya kaynak sızıntısına, teşviklerin, başka ülkelerin ekonomilerini desteklemesine yol açıyor. Borsalar da artık, ÇUŞ’ların performansına odaklandıklarından yerel ekonomiyle bağları koptu, “servet-talep- yaratma” etkisi yaşanmıyor. İyi de, merkez ülkelerde, Keynesçi teşvikler yerine neo-liberal kemer sıkma politikaları izlense de sermayenin krizi aşılamayacak. Çünkü, ihracata yönelik model sayesinde, Asya ülkelerinin Batı’ya ihracatı GSMH’lerin yüzde 48’ine ulaştı. Merkezdeki talep daralması, halen büyümekte olan çevreyi de vuracak… Bu bağlamda Morgan Stanley Asya CEO’su Stephen Roach’ın şu iki tespiti ilgiye değer. Birincisi, Asya ülkeleri dünya ekonomisinin talep açığını kapatacak derinlikten yoksunlar. Bunların, öncelikle ihracata yönelik büyüme modelini terk etmeleri, iç talebi güçlendirmeleri geriyor. Roach’ın, bu saptaması da yukarıda değindiğim bir “yeni sermaye birikim rejimi gerekiyor” savını destekliyor. İkincisi küresel dengesizliklerin büyük sorun yaratacaklarını yıllardır vurgulayan Roach, “bu dengesizliklerle ilgilenmenin tam zamanıdır” diyor ve ekliyor “dengesiz dünya bir başka şans daha yakalayamayabilir”. Euro Pacific’in CEO’su Peter Schiff de webde oldukça ilgi çeken bir yorumunda, 1930’ları düşünerek “Bize yine bir dünya savaşı gerekiyor galiba”… “neden ABD Rusya ve Çin yalancıktan savaşıyor gibi yapıp askeri harcamaları hızlandırıp tam istihdamı sağlamıyorlar” diyordu. Tabii şaka olsun diye… ‘Büyük Durgunluk’, Büyük Tartışma, Büyük Belirsizlik [email protected] http://erginyildizoglu.blogspot.com DÜNYA EKONOMİSİNE BAKIŞ / ERGİN YILDIZOĞLU / LONDRA Gümrük Müsteşarlõğõ, personeline ‘gümrük hizmeti yaparken vicdan aynalarõnõza bakõn, çağrõsõ yaptõ [email protected] Ekonomi Servisi - Gümrük Müsteşarlõğõ’nõn, merkez, taşra, döner sermaye işletmeleri ve yurt- dõşõ teşkilatõna yayõmladõğõ, ‘Güm- rük Personeli Meslek Etik İlke- leri’ genelgesine göre çalõşanlarõn gümrük hizmeti yaparken vicdan aynalarõna bakmalarõ istendi. AA’nõn haberine göre genelge etik konusunda ulusal ve uluslar- arasõ düzenlemelerde yer alan te- mel prensipleri içeren 15 bölüm- den oluşuyor. “Gümrük perso- nelinin gümrük hizmeti yapar- ken vicdan aynalarına bakma- ları ve vicdan terazisinde tart- maları”, çalõşanlarõn yaptõğõ işleri vicdanlarõnda sorgulamalarõ iste- nen genelgede, her çalõşanõn ken- disine, “acaba ben bir işveren ol- sam kendimi veya kendim gibi çalışan birini istihdam eder mi- yim” sorusunu sormasõ da öneri- liyor. Çalõşanlarõn en çok dile getirdiği konulardan birinin liyakat veya personelin niteliği olduğu belirtilen genelgede, çalõşanlarõn bu soruyu “her gün kendisine sorarak iş yapmasının, liyakat ve niteliği arttıracağı, bunun etik davra- nışları ve kuruma olan güveni de arttıracağı” ifade ediliyor. Genelgede, tüm çalõşanlarõn iş- le ilgili problem ve şikâyetlerine kurum içinde çözüm aramalarõ, başka kurum veya kişilere aktar- mamalarõ, bunlarõn kurumla ilgi- li imaj zedelemeden başka katkõ- sõ olmadõğõ belirtiliyor. Gümrük yetkilileri, genelgenin ceza hatõrlatan klasik talimatlar ye- rine vicdan ve ahlak ilkelerini ön planda tutarak içsel denetim ko- nusunda ve etik ilkelerin yerleş- mesinde önemli katkõlarda bulu- nacağõnõn düşünüldüğünü kay- dettiler. Genelgede, ifade edilen konulardan bazõlarõ şöyle:  Etik dõşõ davranan personel kadar, bu tür davranõşlara kayõtsõz kalan diğer personel veya amirleri de yapõlan etik dõşõ davranõştan so- rumludur.  Gümrük çalõşanõnõn tarafsõzlõ- ğõnõ, performansõnõ, kararõnõ veya görevini yapmasõnõ etkileyen veya etkileme ihtimali bulunan, ekono- mik değeri olan ya da olmayan, doğ- rudan ya da dolaylõ olarak kabul edi- len her türlü eşya ve menfaat hedi- ye yasağõ kapsamõndadõr.  Tüm personel eylemin suç ol- masõndan öte, kendisinin ve aile bireylerinin de toplumun bir par- çasõ olduğunun bilincinde ola- rak, bireysel ve toplumsal so- rumluluk anlayõşõ çerçevesinde, her türlü rüşvet teklifini reddet- meli.  Gümrük personeli ile muha- tap olanlarõn hiçbirisi rüşvet tek- lifinde bulunmamalõ. Yolsuzluk, rüşvet, kayõrmanõn önüne geçmek isteyen Gümrük Müsteşarlõğõ yayõmladõğõ genelge ile ceza hatõrlatan klasik talimatlar yerine vicdan ve ahlak ilkelerini ön planda tutarak etik ilkelerin yerleşmesini amaçlõyor. Ekonomi Sevrisi - İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Mü- şavirler Odasõ (İSMMMO), ‘Ba- ğımsız Adli Muhasebe Uzmanlığı’ sertifika prog- ramõ eğitimlerine başladõ. İSMMMO Başkanõ Yah- ya Arıkan, kurumsal çatõlarõ altõnda hizmet veren Aka- demi’de verilen sertifika programlarõ sonrasõ iş hayatõnda çok ya- kõnda “dedektif gi- bi hile verisi top- layan” muhasebe- cilerle karşõlaşõla- cağõnõ aktardõ. Arõkan, İSMM- MO Akademi b ü n y e s i n d e gerçekleştiri- len program- da 75 muha- sebeci ve mali müşavirin eğitim gördüğünü anõmsatarak, ABD’de Al Capone’u yakalayan meşhur adli muhasebeci örneğinde oldu- ğu gibi, Türkiye’de de işletme- lerde hilelerin önlenmesi ve or- taya çõkarõlmasõna yönelik çalõş- ma örneklerinin çok yakõnda gö- rülmeye başlanacağõnõ kaydetti. Arõkan, çalõşanlarõ hile yapmaya iten baskõ unsurlarõnõn ise 3 ana grupta toplandõğõnõ vurgulaya- rak, bunlarõn; ‘mali içerikli bas- kılar’, ‘kötü alışkanlıklardan doğan baskılar’ ve ‘işle ilgili baskılar’ olduğunu ifade etti. Arõkan, yapõlan araştõrmalarda, çalõşanlarõn ortalama yüzde 30’unun ilk üç yõlõnda yolsuzluk yaptõklarõnõ, yüzde 70’inin ise iş yaşamlarõnõn 4-35’nci yõllarõ ara- sõnda hileli işlemlere bulaştõkla- rõnõ belirtti. Kur riski 7.5 yılda dörde katlandı ANKARA (ANKA) - Şir- ketlerin kur riskini gösteren net döviz pozisyonu açõğõ son bir yõlda yüzde 12.4 oranõnda ar- tõş göstererek ilk çeyrek sonu itibarõyla 82 milyar 158 milyon dolara ulaştõ. Şirketlerin kur riski 2003 sonundan bu yana ise yüzde 301 artõş göstererek dörde katlandõ. Şirketlerin kõsa vadeli döviz pozisyonu açõğõ ise 3 milyar 746 milyon dolar oldu. Net döviz pozisyonu açõğõ, 2010’un ilk çeyreği itibarõyla, geçen yõl sonuna göre 5 milyar 783 milyon dolar, geçen yõlõn ilk çeyreğine göre ise 9 milyar 45 milyon dolar artõş gösterdi. 2010 ilk çeyreği itibarõyla 159 milyar 67 milyon dolar olan döviz yükümlülüklerinin 143 milyar 778 milyon dolarõ nak- di kredilerden kaynaklandõ. 10 milyon kişi kayıt dışı çalışıyor Ekonomi Sevrisi - DİSK tarafõndan hazõrlanan raporda, kayõt dõşõ çalõşanlarõn sayõsõnda geçen yõla göre artõş yaşandõğõ belirtilerek hükümetin, kayõt dõşõ ile mücadele konusunda karnesinin ‘zayıf’ olduğu vurgulandõ. Raporda hükümetin ‘işsizlik azaldı’ söyleminin altõnda kayõt dõşõ çalõşmanõn yaygõnlaşmasõna dikkat çekilerek 10 milyon kayõt dõşõ çalõşanõn olduğu belirtildi. TÜİK tarafõndan açõklanan verilere göre, işsizlik oranõnõn önceki yõlõn nisan ayõ dönemine göre 2.9 puan düştüğü anõmsatõlan raporda, ancak işsizlik verilerinde yaşanan düşüşün, kayõt dõşõnõn ve güvencesiz çalõşmanõn yaygõnlaşmasõnõn gölgesinde kaldõğõ ifade edildi. Raporda, 2008’in aynõ döneminde yaklaşõk 2 milyon 333 bin olan işsiz sayõsõnõn, son açõklanan resmi verilere göre yaklaşõk 3 milyon olduğuna dikkat çekilerek işsiz sayõsõnõn 2 yõlda yüzde 32 artõş gösterdiği vurgulandõ. DİSK raporunda “Kayıt dışı ile mücadele, cezai yaptırımlarda, sendikal örgütlenmenin önünün açılmasında değil, özel sektörü teşvikte aranıyor. ‘Ne kadar az vergi alõrsak, istihdam maliyetlerini ne kadar aşağõ çekersek, patronlar da o oranda kayõtdõşõ işçi çalõştõrmaktan vazgeçer’ anlayışı ile kayıt dışı ile mücadele daha en başından sakatlanıyor. Oysaki kayıt dışı ile mücadele aktif bir biçimde, sendikaların örgütlenmelerinin yaygınlaşması, sıkı denetimler ve cezai yaptırımların etkinleştirilmesi ile verilebilir” değerlendirmesine yer verdi. Başbakan, anayasa referandumu ile ilgili tartışmaları geçtiğimiz salı günü AKP Grup Toplantısı’ndaki konuşmayla başlattı ve görüşlerini 12 Eylül düzlemine yerleştirdi. Yine bugünlerde solcuların referandum karşısında nasıl bir tutum sergileyecekleri de tartışılıyor. Solcuların anayasa değişikliğine evet demesini isteyen görüşler de dillendiriliyor. Bu nedenle, Başbakan’ın referandum tartışmalarının bundan sonrasına damgasını vuracağı anlaşılan başlama vuruşunun düşünsel yönüne değinilmesi önem kazanıyor. 12 Eylül, idamları, öldürmeleri, işkenceleri, işten çıkarmalarıyla, bu toplumun milyonlarına tam anlamıyla kan kusturdu. Sımsıkı anayasası, yasaları ve kurumlaşmalarıyla, toplumu sardı, sarmaladı. O kadar ki daha sonraki siyasal kıpırdanmalar da, ya 12 Eylül duvarlarına çarparak un ufak oldu ya da o duvara uygun olarak çarpıklaştı. Referanduma sunulan anayasa değişiklik önerileri, 12 Eylül yıkımıyla hesaplaşmayı, hiçbir biçimde içermiyor. Ancak Başbakan, ağlayarak ve ağlatarak, olmayan bir şeyi, 12 Eylül ile hesaplaştığı kanısını yaymaya çalışıyor. Başbakan’ın Grup konuşmasında akıldan ve mantıktan eser yoktu; konuşma, gözyaşlarına karışan şarkı sözleri, şiirler ve kişisel öykü örnekleri eksenine yerleşikti. Başbakan’ın konuşması, akıl dışılığın tutsaklığıyla; fizik ötesinin yazgısıyla; doğa üstünün üstünlüğüne teslimiyetle; ruhların gizli derinliklerinden yeşeren dinsel filizlerin titreşimleriyle bezenmekteydi. Konuşmadan arta kalan, acı, ağrı, ıstırap, çılgınlık ve giderek ölümdü. Düşünce türleri içinde Başbakan’ın kısaca özetlenen görüşlerinin adı romantizmdir. Yalnız buradaki romantizm aşkla sanatın karıştığından farklıdır; düşünce ve eylem akımıdır. Bu düşüncenin egemen olduğu toplumsal yapılarda aklın egemenliğine yer yoktur; gerçeklerin görülmemesi için her şey yapılır; buğulanan gözlerin ıslak mendillerle kapatılan bakışlarıyla; duygu çağrışımları yapan dağların doruklarıyla; ovaların yalnızlığıyla; denizlerin sessizliğiyle nesne ötesi bir başka dünya düşlenir; AKP Grup toplantısında aldığı biçimiyle de içi öcülerle dolu korku yaratılır; içerde ya da dışarıda düşmanlar bulunur; herkesten düşmanlara karşı savaş vermesi istenir; savaş kutsanır. Öyle görülüyor ki, 12 Eylül’de noktalanacak referandum süreci, iliklerine dek sömürülecek ramazan dinselliğiyle bütünleşen bu duygusallığın tavan yaptığı bir gidişe göre biçimlenecektir. Romantizm, yarattığı korku ortamıyla 12 Eylül faşizmine de süt analığı etmiştir. Romantik bir Başbakan’ın, kendisi romantizmden beslenen bir 12 Eylül’ü tasfiye edeceğini beklemek, içi boş bir safsatadan başka bir anlam taşımaz. Anadolu toplumsal kültürünün güzel ürünleri vardır. Örneğin, öküzün altında buzağı aramak deyimi bunlardan biridir. AKP’nin anayasa değişikliğinin onaylanmasıyla demokratikleşmenin güçleneceği ve gelişeceğini ummak ya da varsaymak, tam anlamıyla budur! Anayasa değişikliği önerileri, demokrasinin altyapısını oluşturan temel hak ve özgürlüklerin genişlemesi konusunda çok yetersiz kalıyor. Çok daha olumsuzu, öneriler, özgürlüklerin güvencesi ve demokrasinin sağlığının önkoşulu olan erkler ya da kuvvetler ayrılığı ilkesini, var olan eksikli durumundan da daha geriye götürüyor. Nasıl mı? Türkiye’de yasama organı, hiçbir demokratik ülkede görülmedik bir biçimde, siyasi parti genel başkanlarının saptadığı adaylara oy verilmesiyle oluşuyor. Bunların içinde en çok oyu alan başbakan oluyor ve bu kez yürütmenin başı olarak, önceden saptadığı milletvekillerinin çoğunlukta olduğu bir yasama organıyla çalışıyor. Yasama ve yürütme tek vücut oluyor. Değişiklikler bu konuya, hiç, ama hiç, değinmiyor. Öneriler, yargının en üst kurumlarının oluşumunu da yukarıdaki yöntemle belirlenmiş olan yürütme artı yasama ikilisine bırakılıyor. 12 Eylül’ün iyice siyasallaştırdığı yargı, eğer referandumda evet denilirse, daha da siyasallaşacaktır. Siyasallaşan yargı, hak ve adalet dağıtamaz! Ek olarak, değişikliklerde, dünyada eşi bulunmayan seçim barajının indirilmesi yoluna gidilmiyor; kamu çalışanlarına sağlanan toplusözleşme hakkı grev hakkıyla desteklenmiyor; siyasi parti yapılarının demokratikleşmesi yönünde kaplumbağa adımı bile atılmıyor. Böylelikle, 12 Eylül’ün siyasal rejimi, halka bir kez daha onaylatılarak tamamıyla kalıcılaştırılmak isteniyor. Bunlar, hayır denilmesi için fazlasıyla yeterli. Ek olarak, AKP’nin YÖK eliyle baskıcı uygulama örnekleri; Darwin’in sansür edilmesi; internet kullanımına konulan yasaklar; bürokrasideki kendinden olan-olmayan ayırımcılığına dayanan korkutucu kadrolaşma uygulamaları ve dış politikada kurduğu arkadaşlıklar bir arada algılanırsa, bunların toplamı, Başbakan’ın ağlayarak sıraladığı bireysel ve tekil öykü örnekleriyle örtülemeyecek ölçüde bir bütüncül kötüye gidişi simgeliyor. Vurgulanmalıdır ki, referandumu boykot çağrısı ve buna uyulması da en az evet denilmesi kadar yanlıştır. Referandumu boykot, yalnızca AKP’nin işine yarar. İnsanlık tarihi, romantizmin karanlığından, özgürlük, eşitlik, barış, kardeşlik ve dayanışma değerlerinin çıkmayacağının örnekleriyle doludur. Kısaca, solun “s”sinin tek bir kıvrımıyla bile hiçbir biçimde uyuşmayan AKP anlayışına ve ülkenin bu anlayışın karanlığına sürüklenişine, solcuların kesinkes hayır demesi gerekir. Kaldı ki Türkiye solcuları, İran solcularının yaptığı Humeyni rejimiyle işbirliği örneğinde olduğu gibi, en önce kendilerini yok edecek bir yanlışa düşmeyecek kadar deney ve birikim sahibidir. Solcuların referandumda hayır demesi, düşüncelerine olan saygılarının ve derin toplumsal sorumluluklarının en doğal sonucudur. Gümrüklervicdanlaraemanet Muhasebeciler dedektif gibi çalışacak
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle