Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CMYB
C M Y B
SAYFA CUMHURİYET 24 ŞUBAT 2010 ÇARŞAMBA
2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER
AÇI
MÜMTAZ SOYSAL
Normalleşme
BAŞBAKAN’IN yardımcısı, “tecrübeler”in
konuşulduğu bir televizyon programında,
“Devir değişti, Türkiye normalleşiyor” demiş.
Bir gün önce de, bir adliye binasında arama
yapılmasını “baskın” olarak nitelendiren
medyacıların yüzlerine tükürür gibi bir söz
söylemişti.
Oysa kendisi, konuşurken sözcüklerini
itinayla seçen, iyi tartan ve rahat ifade eden
politikacılarımızdan bilinirdi.
Bu nasıl bir normalleşmedir ki, normal
olarak duygularını belli bir süzgeçten
geçirdikten sonra denetimli biçimde
dışavurmayı becerenlerimiz bile böylesine
anormalleşebilmektedir?
Yalnız ruhbilim uzmanları değil, kutsal
kitaplar da hınç, öfke, kin gibi duyguların
insanları içten içe kemirdiğini söyler. Kimileri
bu duyguların insanları çelikleştirdiğini, bir
kılıç biler gibi bilediğini iddia etse de, “Keskin
sirke küpüne zarardır” ya da “Öfkeyle kalkan
ziyanla oturur” türünden atasözleri çoktur.
Sinirli, gerilimli, kavgacı, gergin, intikamcı
bir topluma dönüşmekte olduğumuz belli.
Yüzyıllar boyu savaşçı taşkınlıkla genlerimize
işlemiş olan bir kızgınlık, başka toplumların ve
ülkelerin üstüne yürüme dönemleri ortadan
kalktıktan sonra, artık yavaş yavaş birbirimizin
üstüne yürümeye dönüşmektedir.
Ama şunun farkında değiliz galiba: Bu hınç
furyası, bireyleri ve dolayısıyla kurumları,
kuruluşları, partileri, devletin organlarını
kemirmekle, yıpratmakla, zayıflatmakla
kalmıyor, ülkeyi de küçültmekte.
Çoğu zaman sanıldığı ve sık sık söylendiği
gibi “başkalarının, dünyanın gözünde” denen
bir küçülüş söz konusu değil artık. İşin o
yanını söylemeye bile gerek yok; zaten her
zaman ortaya çıkan komplekslerimizden
biridir bu; çok önemseriz o yanı.
Hayır, o değil asıl küçülüş ya da küçültülüş.
Tuhaf, kolay anlatılamayan, sözcüklere
dökülemeyen, insanın içini daraltan, bunaltan
bir küçülme söz konusudur. O kadar derinden
gelip dış dünyaya yayılan bir duygudur ki söz
konusu olan, böyle bir duygu yüzünden doğa
tersine döner, gökyüzü basıklaşır, denizler,
göller, ırmaklar kurumaya, rüzgârlar acıtmaya,
yağmurlar boğmaya başlar. Yüce dağlar
ufalmış, sonsuz ovalar daralmış, ay
silikleşmiş, yıldızlar sönmüştür.
Cennet ülke cehenneme dönmüş gibi gelir
insana.
Normalleşme bu mudur?
mumtazsoysal@gmail.com
PENCERE
Yaşamak Güzel Şeydir,
Ama Nasıl Yaşamak?
Yaşamak güzel şey hiç kuşkusuz... Güneş,
gökyüzü, toprak, deniz, ağaçlar, buğday
tarlası, sardunyalar, çocuklar ve tümüyle evren
kuşatmış dört bir yanımızı... Bu evrende soluk
almak, soluk vermek, düşünmek, yürümek,
koşmak, arkadaşIık etmek, sevmek, bir fincan
köpüklü kahveden bir yudum almak, bir
sigaradan bir nefes çekmek, şiir okumak,
saksıdaki çiçeklere su vermek güzel şey...
Avuç içinde başparmağın dibinden el
ayasına doğru kaydığınızda ilk gördüğünüz
eğri çizgi, yaşam çizgisi... Derler ki, bu çizginin
uzunluğu, belirginliği, kesinliğidir ömür boyunu
belirten... Kimisinde avuç içinde kaybolur,
yaşam çizgisi; kimisinde Apollo’nun
yörüngesine benzer bir yarım elips çizip bileğe
dayanır. Avucunun içine bakıp bakıp avunabilir
insan, yaşam çizgisi uzunsa:
- Ne mutluyum ki şu güzel dünyada çok
yaşayacağım.. diye.
Ancak bu kadarla da bitmez iş... Uzun
yaşayıp da anlamsız yaşantılarla takvim
yapraklarını koparmak ne değer taşır?
Yaşamak, ama insanca yaşamak, bağımsız,
özgür, onurla yaşamak gerekir.
Yüz elli yıl süren bir kölelik mi istersiniz, elli
yıl süren bir özgürlük mü?
Kısa olsun, uzun olsun, hayatı insana yakışır
biçimde yoğunlaştırmaktır muradımız. Bunun
yanı sıra uzun yaşadıkça bizden kopmaya
başlayan bedenimiz de başımıza dertler sarar.
İhtiyarladıkça gözümüzün ferinin kaçması,
cinsel ve fizik gücümüzün azalması,
damarlarımızın sertleşmesi, organların
zayıflaması bir şey değil...
Kafamızın yeteneklerinde de kısırlaşma
belirtileri başlar.
İşte önemli olanı budur.
İnsan yaşlandıkça ister istemez gençlerle bir
çatışmaya düşüyor. Kim kurtarabilmiş
kendisini zaman denen canavarın elinden? En
bilinmez karanlıklarda tuzak kurarak ağına
düşürür insanı bu canavar... Devrimciliğin
büyük yasalarına Tanrısal bir güçle bağdaşmış
kafalar bile yaşlandıkça yaprakları solmuş bir
sonbahar ağacının hüzünlü görünüşünü
yansıtıyorlar.
Hele devrim diyalektiğinin yanından bile
geçmemiş küçük yazarlar, yaşlandıkça ancak
müzelerin camekânlarına layık birer mumya
gibi dolaşıyorlar toplumda...
Elli yıl önceki Türkiye’nin yıkılmışlığı üstüne
gençlik anılarını kurmuş olan bazı kalemler
bugün aramızdadır. Bunların arasında Mustafa
Kemal’in sofrasına buyur edilmiş olanlar da
var. Ne yazık ki bugün kalemi ellerine
aldıklarında:
- Elli yıl önce rıhtımlarımız bizim değildi,
trenlerimiz bizim elimizde değildi.
Çanakkale’den İstanbul’a İtalyan vapurlarıyla
gelirdik. Çok şükür şimdi hepsi bizim.
Uçaklarımızı biIe Türk pilotları kullanıyor... diye
yazarlar.
Elli yıl önceki gençlik anılarına bakıp
bugünden iyimserlik ve iyimserlikten de
tutuculuk çıkarmaya çalışmak, ihtiyarlamış,
hatta kocamış bir kafanın mantığı değil de
nedir?
Zaman öylesine ilerlemiştir ki, sözgelişi
bugünkü gençlik için Kabotaj Bayramı bile
anlamsız kalmıştır. Balkan Harbi ilan edildiği
zaman Anadolu’daki kuvvetlerimizi Rumeli’ye
çıkarmak için İtalyan bandıralı Yunan kaptanlı
vapurlara başvururduk çaresiz... O yıllarda
İstanbul’dan İzmir’e tayin edilen bir zabit,
yabancı vapurlarıyla giderdi gideceği yere...
O acı günleri yaşayan bir genç, belki
ihtiyarlığında bir Türk gemisine bindiği zaman
mutludur.
Ama bugün yirmi yaşında, otuz yaşında, kırk
yaşında, elli yaşındakilere anlatamazsınız bu
mutluluğu...
1969’un gençleri elli yıl öncesine bakıp
avunmak veya içinde bulundukları durumu
öpüp başlarına koymak yeteneğinden
yoksundurlar.
Ve bereket ki öyledirler...
Öyle olmasalar toplumun itici kaynakları
kururdu.
Elli yıl süresinde dünya çok değişti. Uçak
katıştı insan hayatına... Lindberg Atlas
Okyanusu’nu aştı, atom parçalandı, Ay’a
gidildi, dünkü sömürgeler özgürlüğe kavuşup
bizi yarı yolda bıraktılar... 1969 Türkiyesi’nde
her kim yarım yüzyıl öncesinin hazin anılarına
bakıp avunmak ister, işte o ihtiyarlamış ve
kocamış kişidir. Kafasının yetenekleri
cılızlaştığı için çağımıza ayak uyduramamıştır.
Yeni gelen kuşakların dolaştığı eski eserler
müzesinin tozlu bir köşesindeki yazar
mumyası gibidir.
Yaşamak güzel şeydir kuşkusuz... ama
gelişen dünyaya ayak uydurarak yaşamak...
rezil olmadan yaşamak... kafa yeteneğini
kaybetmeden yaşamak... genç kuşakların
devrimcilik heyecanlarına tarla korkuluğu gibi
engel olmaya çabalamadan yaşamak...
(15 Eylül 1969 tarihli yazısı)
U
luslararasõ alanda çalõm ve
içerde de hava atmak ama-
cõyla yerli yersiz arabulucu-
luk önerisinde bulunmasõ,
AKP hükümetini müşkül ve
hatta gülünç durumlara düşürüyor. Sayõn
Davutoğlu’nun Tahran’õ ziyaret etmesin-
deki esas amaç da, Türkiye’nin İran’la
ABD arasõnda arabuluculuk yapmasõna
İran’õ ikna etmekti. Ne var ki meslektaşõ
Manuçehr Mutteki Türkiye’yi arabulucu
olarak kabul etmediklerini ortak basõn
toplantõsõnda açõklayõverdi. Oysa bu konuda
ders alõnmasõ gereken tatsõz ve mahcubi-
yet yaratõcõ bir olay Başbakan Erdo-
ğan’õn, 7 Aralõk 2009’da Washington zi-
yareti sõrasõnda yaşanmõştõ. Başkan Oba-
ma ile görüşmesinde Türkiye’nin İran’la
ABD arasõnda arabuluculuk misyonu üst-
lenmesine muhatabõnõ güç bela ikna ede-
bilmiş olan Başbakan Erdoğan, ertesi gün
İran’õn dõş politika sözcüsü Ramin Mih-
manperest’in “İran’ın Türkiye’nin ara-
buluculuğuna ihtiyacı olmadığı” yolun-
daki açõklamasõyla gayet müşkül bir du-
ruma düşmüştü. Böylece, Davutoğlu’nun
diline doladõğõ Türkiye’nin “pro-aktif
dış politikası” da birden “pro-komik” bir
hale dönüşüvermişti.
Hemen belirtelim ki, Tahran’daki yö-
netim Türkiye’nin İran’a gösterdiği ya-
kõnlõktan memnundur. Ancak, Ankara’nõn
uyarõlarõna kulak verdiği söylenemez. Zi-
ra, ülke ve rejimlerinin varlõğõnõn, ABD ile
İsrail’den kaynaklanan yaşamsal tehdit
altõnda olduğu kanõsõndaki İran’õn dini ve
siyasi liderleri, düşmanlarõnõ caydõrmanõn
yegâne çaresinin nükleer silaha sahip ol-
mak olduğuna inanmõşlardõr. Bu nedenle,
abluka ve ambargoyla İran’õ nükleer pro-
jesinden vazgeçirmenin mümkün olacağõnõ
düşünmek abesle iştigaldir.
İran çetin bir ceviz
Başkan Bush’un Irak’õn işgaliyle baş-
layan savaş sürecinin Ortadoğu’da değiş-
tirdiği dengeler, İran’õn bölgede kayda de-
ğer siyasi ve askeri nüfuz elde etmesine yol
açmõştõr. İran, bugün bir ahtapot gibi Or-
tadoğu’nun her yönüne ulaşan kollarıyla
olayları etkileme ve ABD’nin bölgede-
ki en hassas çıkarlarına ciddi boyutlar-
da zarar verme imkânını kazanmıştır.
Nitekim, Irak’ta devletin her kademesin-
de etkinliği hissedilen Tahran, bu ülkenin
istikrarõnõ derinden sarsabilecek unsurla-
rõn kontrolünü elinde tutmaktadõr.
Ayrõca, Tahran, İsrail’e karşõ “destan-
sı” direnişiyle kendini kanõtlayan Hizbul-
lah üzerinde sahip olduğu nüfuz sayesin-
de etkinliğini Akdeniz sahillerine kadar
yaymõştõr. Filistin sorununda kilit unsur
olan Hamas’la ilişkileri çok kuvvetlidir.
Bunlara ilaveten, Basra Körfezi’nin Batõ sa-
hillerindeki petrol ve gaz zengini kõrõlgan
Arap monarşileri bünyesindeki Şii cema-
atler üzerindeki derin etkisi ve Taliban ile
ilişkileri, İran’õn bölgede hegemon bir
güç olmaya aday olduğunu ortaya koyuyor.
İran’õn güç ve nüfuzunun daha da art-
masõna yol açacak bir gelişmeyi de,
ABD’nin askerlerini Irak’tan çekmesi so-
nucunda bu ülkenin etnik ve mezhepsel fay
hatlarõ ekseninde parçalanmasõ tetikleye-
cektir. Bu durumda güneyde doğacak boş-
luk İran tarafõndan doldurularak Irak pet-
rol rezervlerinin yüzde 65-70’ine sahip
olacak ve Tahran’ın vesayeti altına gi-
recek bir Şii devleti kurulacaktır. Bunu
fõrsat bilen ABD, kuzey Irak’ta kurulacak
Kürt devletine yerleşerek burayõ askeri bir
üs haline dönüştürecekse de, bu yeni jeo-
politik şekillenmede İran’õn Körfez’in iki
kõyõsõnõ da kontrol etmesi Washington
için tam bir kâbustur. Zira, bu konumda-
ki bir İran’õn bir de nükleer silaha sahip ol-
masõ olasõlõğõ, ABD’nin “Büyük Strate-
jisi” açõsõndan kabul edilemez ve mutlaka
bertaraf edilmesi gereken bir tehdit niteli-
ğindedir.
Nedir bu ‘Büyük Strateji’?
ABD’nin “Büyük Stratejisi” (Grand
Strategy), Amerika’nın Körfez bölge-
sindeki enerji kaynaklarının kontro-
lünde tekele sahip olmasını sağlamaya
yönelik tüm politikaları ve önlemleri içe-
rir. “Büyük Strateji”ye göre, ABD,
Körfez bölgesinde enerji alanına ilişkin
çıkarları açısından tek başına hareket et-
me serbestisine her zaman sahip ola-
bilmeli ve bu serbestiyi sınırlayıcı, den-
geleyici veya engelleyici başka hiçbir gü-
cün oluşmasına izin vermemelidir.”
Bu stratejinin kaynağõndaki 1980 tarih-
li “Carter Doktrini”ne göre ise “Basra
Körfezi bölgesinde bir başka devletin
kontrol sağlama yolundaki bir girişimi
ABD’nin yaşamsal çıkarlarına saldırı
anlamına gelir ve Amerika böyle bir sal-
dırıyı, askeri güç de dahil olmak üzere,
her türlü imkânla bertaraf eder.” Bu iti-
barla Obama’nõn da İran stratejisi, aynen
Bush döneminde olduğu gibi, İran’õ için-
den vurmaya, zayõflatmaya ve rejimi de-
ğiştirmeye çalõşmak, bu mümkün olmadõ-
ğõ takdirde de askeri müdahaleye başvur-
maktõr.
Rejimi devirmek hayal
Ancak, ABD’nin İran’da muhalefeti
güçlendirerek rejimi devirme planı bir
hayalden ibarettir. Bir kere rejim, siya-
si ve askeri açõlardan gayet sağlam bir şe-
kilde yapõlanmõştõr.
İkincisi, İran’da muhalefetin rejimi çö-
kertecek bir güce erişmesini beklemek
gerçekçi değildir. Üçüncüsü, muhalifler ik-
tidara gelse bile, bu, İran’õn nükleer poli-
tikasõnõ etkilemez, zira “bu konuda mu-
halefet lideri Mir Hüseyin Musavi en az
Cumhurbaşkanı Ahmedinejat kadar ka-
rarlıdır. Bunun sebebi, reformcu ve
muhafazakârı ile birlikte İran halkının
nükleer silah üretimi konusunda son de-
rece güçlü hislere sahip olmasıdır.”
Bu durum, ABD’ye askeri müdaha-
leden başka bir seçenek bırakmıyor.
Ancak, ABD’yi askeri seçeneğe başvur-
maktan caydõran üç neden var. Birincisi,
Irak ve Afganistan/Pakistan savaşlarõ
güç ve enerjisini tüketirken ve ağõr eko-
nomik krizin etkileri silinmemişken
ABD’nin bir ilave cephe açmasõna ülke
kaynaklarõnõn elvermemesidir. İkinci ne-
den, Irak’la mukayese edilemeyecek ka-
dar güçlü olan İran’a karşı girişilecek
klasik bir kara harekâtının başarı şan-
sının sıfır olması ve sadece havadan bom-
bardõman ile de sonuç alõnamayacağõ
endişesidir… Üçüncüsü, İran’õn bölgedeki
ABD çõkarlarõna vereceği ciddi zararlar
ile Hürmüz Boğazõ’nõ trafiğe kapatmasõ-
nõn petrol fiyatlarõnõn sõnõrsõz yüksel-
mesine yol açmasõ tehlikesidir. ABD’nin
arka planda kalarak İsrail’e yaptõracağõ bir
hava saldõrõsõna gelince, böyle bir ope-
rasyon pek büyük ölçekte olamayacağõ ci-
hetle, ne ülke sathõna yayõlmõş ve giz-
lenmiş olan nükleer tesislerin tümüyle im-
hasõna yol açacak, ne de İran’õn bölgedeki
hegemon gücünü yõpratma sonucunu do-
ğuracaktõr. Böyle bir saldõrõnõn yegâne so-
nucu, İran halkõnõn rejimle kenetlenme-
sini sağlamak olacaktõr.
Görüleceği üzere, bugünün koşullarõ
devam ettiği sürece ABD’nin İran’a askeri
operasyon yapmasõ olasõlõğõ pek yüksek de-
ğil. Ancak, ABD kuvvetlerinin çekilme-
sinden sonra Irak’ta iç savaş patlak vermez
ve Afganistan’da Taliban kontrol altõna alõ-
nabilirse, durum değişir ve müdahale gün-
deme gelir.
ABD’li strateji uzmanlarõnõn çoğu,
böyle bir müdahalenin amacõnõn, nükleer
tesisleri imha etmenin ötesinde rejimin de-
ğiştirilmesini de kapsayacağõnõ, bu nedenle
de hedef listesinin geniş tutulacağõnõ be-
lirtiyorlar.
Türkiye oylamada ne yapacak?
Batõ basõnõ, yaptõrõmlarõn Güvenlik Kon-
seyi’nde oylanmasõnda, Türkiye’nin, dos-
tu ve komşusu İran ile Batõlõ müttefikleri
arasõnda sõkõşacağõnõ belirtiyor ve Anka-
ra’nõn oyunun renginin Batõ ittifakõ içinde
yer alõp almadõğõnõ gösterecek güçlü bir
turnusol testi olacağõnõ vurguluyor. Ba-
kalım, Tahran’ın nükleer silah yapma-
yacağına kefil olduğunu uluslararası
forumlarda tafra atarak açıklayan Baş-
bakan Erdoğan, bu tavrını sürdürerek
Türkiye’nin oylamada daha önce yap-
tığı gibi çekimser kalması kararını ala-
bilecek mi?
Hiç zannetmiyorum. Çünkü, Türkiye
konumundaki Batõ ile ittifak ilişkileri olan
bir devletin bu şekilde hareket etmesi için
tutumunu “yapıcı tarafsızlık” gerekçesi-
ne dayandõrmasõ gerekir. Bunun için de
Başbakan Erdoğan’õn , İran’õ ilerde ABD
ile bir uzlaşma pozisyonunda buluştura-
bileceği hususunda sağlam bir beklentiye
sahip olmasõ icap eder. Ancak, yukarõda-
ki tahlilimiz bu hususta umutlu olmaya el-
vermiyor. Bu durumda, oylamada Türki-
ye’nin Batõ ülkeleri safõndan ayrõlmasõ
akõl kârõ görünmüyor.
(I) Listen to the Iranian People, Robert
Wright, The New York Times, 09. 02. 2010
Obama Yönetiminin İran’õ
Vurmaktan Başka Seçeneği Yok mu?
Şükrü M. ELEKDAĞ CHP İstanbul Milletvekili
Obama’nõn İran stratejisi, Bush döneminde olduğu gibi, İran’õ içinden
vurmaya, zayõflatmaya ve rejimi değiştirmeye çalõşmak, bu mümkün
olmadõğõ takdirde de askeri müdahaleye başvurmaktõr.
Çõkõş Yolu
Ü
lkede herkes birbirine
soruyor: “Ne oluyo-
ruz?” Aslõna bakar-
sanõz bir şey olduğu yok. De-
mokratikleşmenin son sancõ-
larõnõ çekiyoruz. Daha önce de
buna benzer sancõlar çekmiş,
ara rejimlerle geçici olarak
sancõlardan kurtulmuştuk.
27 Mayõs’la başlayan, 12
Mart ve 12 Eylül’le devam
eden askeri müdahalelere 28
Şubat, 27 Nisan eklenince
Türk Silahlõ Kuvvetleri’nin
müdahalelerdeki istiap hakkõ
doldu. Onlar da anladõlar ki bu
müdahaleler sorunlarõ çöz-
mekten çok, radikal uçlarõn
kuvvetlenmesine neden oldu-
lar. Üniter devlet ve ulusal bir-
lik darbelerle sağlanamõyor.
Bu net olarak ortaya çõkõn-
ca, demokratikleşmenin son
sancõlarõ yargõnõn gerçek ba-
ğõmsõzlõğõna kalõyor. Mevcut
iktidar 367’yi garabetle, 411’i
tanõnmamazlõkla suçlayarak
kendini haklõ çõkartmaya ça-
lõşõyor. Bunlarõ yaparken de
adresi Anayasa Mahkemesi,
Yargõtay Cumhuriyet Baş-
savcõlõğõ ve Türk Silahlõ Kuv-
vetleri olarak gösteriyor. Bu-
nun ne kadar doğru olduğunu
“ötekileştirmeyen” gözler ra-
hatlõkla görüyor.
Bir ülkenin sağlam temeller
üzerine oturabilmesi için 3
güce ihtiyacõ vardõr. Bunlardan
birincisi; o ülkeyi dõş etkilere
karşõ koruyacak olan güçlü
bir ordu, ikincisi; her konuda
bilimsel çalõşmalar yapmasõ
gereken sağlam üniversiteler,
üçüncüsü ise herkese eşit da-
ğõtõlmasõ gereken adalet.
Zaten bilimsel çalõşmalar
yapan üniversiteler ve eşit da-
ğõtõlan adalet demokrasinin
temel kurallarõdõr.
Ülkemizde durum böyle mi-
dir? Görünen o ki “hayır”.
Üniversiteleri suskun, adaleti
bölünmüş ve güçlü ordusuna
rağmen silahlõ kuvvetlerinin
üzerinden siyaset yapõlmaya
başlanmõştõr. Bu çok, ama çok
tehlikeli bir durumdur.
Ülkenin çoğu düşünürleri
dõş güçlerin üzerinde dur-
maktadõr. Amerika Birleşik
Devletleri, Türk Silahlõ Kuv-
vetleri’yle tam anlamõyla bir
anlaşma sağlayamamõştõr. Ku-
zey Irak’taki durumu kontrol
altõna almak isteyen ABD’nin
bunda pek başarõlõ olduğu
söylenemez. Bunun üzerine
hem Bush, hem Obama hü-
kümetleri mevcut iktidarõ
kontrol altõnda tutma çabasõ-
na girmiştir. Eşbaşkanlõğa ge-
tirdiği Erdoğan hükümetinden
kuşku duymaya başlamõştõr.
Dõş politikada net olarak gö-
züken hem silahlõ kuvvetlerin,
hem de hükümetin İran konu-
sunda ABD’ye sõcak bakma-
masõdõr. Bu ABD’yi rahatsõz
etmektedir. Türkiye her ne
kadar Avrupa Birliği’ne girme
çabasõ içinde görünse de işin
aslõ bu değildir. Türkiye Av-
rupa Birliği’ne giremeyeceği-
ni anlamõştõr. Avrupa Birli-
ği’nin de zaten Türkiye’yi al-
ma gibi bir çabasõ yoktur. Pe-
ki bu durum bu gruplarõ nere-
ye götürür? Bundan çõkarõla-
cak sonuç bellidir. Herkes
kendi başının çaresine ba-
kacaktır.
Bu bütün taraflar için en
doğru yoldur. Kimse kimseye
hamilik yapma durumunda
olmamalõdõr. Eğer bu sağla-
nõrsa mevcut hükümet daha ra-
hat bir hareket alanõ bulacak-
tõr. Aynõ şey Türk Silahlõ Kuv-
vetleri için de geçerlidir.
Dõşarõda kõsaca özetlemeye
çalõştõğõmõz bu durum iç poli-
tika için de geçerlidir. Bu sa-
atten sonra bu ülkeye radikal
hiçbir unsur egemen olamaz.
Bunu herkesin kabul etmesi la-
zõm. Türkiye hiçbir şekilde ge-
riye götürülemez. Laik Cum-
huriyet, üniter devlet Türk
halkõnõn yaşam tarzõ olmuştur.
Her kim ki bu tarzõ korkuyla
veya başka nedenlerle yõk-
maya çalõşõrsa onun altõnda
kendisi kalõr.
Burada en büyük görev hü-
kümete düşmektedir. Hükümet
sağduyuyla hareket etmek zo-
rundadõr. Anayasadaki ka-
nunlar mutlak uygulanmalõ
ve Türk halkõna ciddi anlam-
da güvence verilmelidir. Çok
geç de olsa 22 Temmuz gecesi
balkondan verilen sözler tu-
tulmalõdõr. Demokrasilerde
son sözü halk söyler. Görünen
o ki halkõn son sözü söyleye-
ceği seçim yõlõna girilmiştir.
Artõk Türkiye şu sloganõ ken-
disine düstur edinmelidir: “Se-
çimle gelelim, seçimle gide-
lim.” Kurtuluş budur.
Kim gelirse gelsin artõk Tür-
kiye’ye şu görüş hâkim ol-
malõdõr: “Çalmayacağım, çal-
dırmayacağım, Cumhuriyet
kanunlarını uygulayaca-
ğım.” Bu, ülkenin kurtuluşu-
dur. Bu sağlandõğõ zaman çok
şey kendiliğinden düzelir.
1950 yõlõndan bu yana çaldõ-
ğõmõz ve çaldõrdõğõmõz yeter.
Son söz milletindir.
Abidin AYDOĞDU
Kim gelirse gelsin artõk Türkiye’ye şu görüş hâkim
olmalõdõr: “Çalmayacağõm, çaldõrmayacağõm,
Cumhuriyet kanunlarõnõ uygulayacağõm.” Bu, ülkenin
kurtuluşudur. Bu sağlandõğõ zaman çok şey
kendiliğinden düzelir. 1950 yõlõndan bu yana çaldõğõmõz
ve çaldõrdõğõmõz yeter. Son söz milletindir.