25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 24 ŞUBAT 2010 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Normalleşme BAŞBAKAN’IN yardımcısı, “tecrübeler”in konuşulduğu bir televizyon programında, “Devir değişti, Türkiye normalleşiyor” demiş. Bir gün önce de, bir adliye binasında arama yapılmasını “baskın” olarak nitelendiren medyacıların yüzlerine tükürür gibi bir söz söylemişti. Oysa kendisi, konuşurken sözcüklerini itinayla seçen, iyi tartan ve rahat ifade eden politikacılarımızdan bilinirdi. Bu nasıl bir normalleşmedir ki, normal olarak duygularını belli bir süzgeçten geçirdikten sonra denetimli biçimde dışavurmayı becerenlerimiz bile böylesine anormalleşebilmektedir? Yalnız ruhbilim uzmanları değil, kutsal kitaplar da hınç, öfke, kin gibi duyguların insanları içten içe kemirdiğini söyler. Kimileri bu duyguların insanları çelikleştirdiğini, bir kılıç biler gibi bilediğini iddia etse de, “Keskin sirke küpüne zarardır” ya da “Öfkeyle kalkan ziyanla oturur” türünden atasözleri çoktur. Sinirli, gerilimli, kavgacı, gergin, intikamcı bir topluma dönüşmekte olduğumuz belli. Yüzyıllar boyu savaşçı taşkınlıkla genlerimize işlemiş olan bir kızgınlık, başka toplumların ve ülkelerin üstüne yürüme dönemleri ortadan kalktıktan sonra, artık yavaş yavaş birbirimizin üstüne yürümeye dönüşmektedir. Ama şunun farkında değiliz galiba: Bu hınç furyası, bireyleri ve dolayısıyla kurumları, kuruluşları, partileri, devletin organlarını kemirmekle, yıpratmakla, zayıflatmakla kalmıyor, ülkeyi de küçültmekte. Çoğu zaman sanıldığı ve sık sık söylendiği gibi “başkalarının, dünyanın gözünde” denen bir küçülüş söz konusu değil artık. İşin o yanını söylemeye bile gerek yok; zaten her zaman ortaya çıkan komplekslerimizden biridir bu; çok önemseriz o yanı. Hayır, o değil asıl küçülüş ya da küçültülüş. Tuhaf, kolay anlatılamayan, sözcüklere dökülemeyen, insanın içini daraltan, bunaltan bir küçülme söz konusudur. O kadar derinden gelip dış dünyaya yayılan bir duygudur ki söz konusu olan, böyle bir duygu yüzünden doğa tersine döner, gökyüzü basıklaşır, denizler, göller, ırmaklar kurumaya, rüzgârlar acıtmaya, yağmurlar boğmaya başlar. Yüce dağlar ufalmış, sonsuz ovalar daralmış, ay silikleşmiş, yıldızlar sönmüştür. Cennet ülke cehenneme dönmüş gibi gelir insana. Normalleşme bu mudur? mumtazsoysal@gmail.com PENCERE Yaşamak Güzel Şeydir, Ama Nasıl Yaşamak? Yaşamak güzel şey hiç kuşkusuz... Güneş, gökyüzü, toprak, deniz, ağaçlar, buğday tarlası, sardunyalar, çocuklar ve tümüyle evren kuşatmış dört bir yanımızı... Bu evrende soluk almak, soluk vermek, düşünmek, yürümek, koşmak, arkadaşIık etmek, sevmek, bir fincan köpüklü kahveden bir yudum almak, bir sigaradan bir nefes çekmek, şiir okumak, saksıdaki çiçeklere su vermek güzel şey... Avuç içinde başparmağın dibinden el ayasına doğru kaydığınızda ilk gördüğünüz eğri çizgi, yaşam çizgisi... Derler ki, bu çizginin uzunluğu, belirginliği, kesinliğidir ömür boyunu belirten... Kimisinde avuç içinde kaybolur, yaşam çizgisi; kimisinde Apollo’nun yörüngesine benzer bir yarım elips çizip bileğe dayanır. Avucunun içine bakıp bakıp avunabilir insan, yaşam çizgisi uzunsa: - Ne mutluyum ki şu güzel dünyada çok yaşayacağım.. diye. Ancak bu kadarla da bitmez iş... Uzun yaşayıp da anlamsız yaşantılarla takvim yapraklarını koparmak ne değer taşır? Yaşamak, ama insanca yaşamak, bağımsız, özgür, onurla yaşamak gerekir. Yüz elli yıl süren bir kölelik mi istersiniz, elli yıl süren bir özgürlük mü? Kısa olsun, uzun olsun, hayatı insana yakışır biçimde yoğunlaştırmaktır muradımız. Bunun yanı sıra uzun yaşadıkça bizden kopmaya başlayan bedenimiz de başımıza dertler sarar. İhtiyarladıkça gözümüzün ferinin kaçması, cinsel ve fizik gücümüzün azalması, damarlarımızın sertleşmesi, organların zayıflaması bir şey değil... Kafamızın yeteneklerinde de kısırlaşma belirtileri başlar. İşte önemli olanı budur. İnsan yaşlandıkça ister istemez gençlerle bir çatışmaya düşüyor. Kim kurtarabilmiş kendisini zaman denen canavarın elinden? En bilinmez karanlıklarda tuzak kurarak ağına düşürür insanı bu canavar... Devrimciliğin büyük yasalarına Tanrısal bir güçle bağdaşmış kafalar bile yaşlandıkça yaprakları solmuş bir sonbahar ağacının hüzünlü görünüşünü yansıtıyorlar. Hele devrim diyalektiğinin yanından bile geçmemiş küçük yazarlar, yaşlandıkça ancak müzelerin camekânlarına layık birer mumya gibi dolaşıyorlar toplumda... Elli yıl önceki Türkiye’nin yıkılmışlığı üstüne gençlik anılarını kurmuş olan bazı kalemler bugün aramızdadır. Bunların arasında Mustafa Kemal’in sofrasına buyur edilmiş olanlar da var. Ne yazık ki bugün kalemi ellerine aldıklarında: - Elli yıl önce rıhtımlarımız bizim değildi, trenlerimiz bizim elimizde değildi. Çanakkale’den İstanbul’a İtalyan vapurlarıyla gelirdik. Çok şükür şimdi hepsi bizim. Uçaklarımızı biIe Türk pilotları kullanıyor... diye yazarlar. Elli yıl önceki gençlik anılarına bakıp bugünden iyimserlik ve iyimserlikten de tutuculuk çıkarmaya çalışmak, ihtiyarlamış, hatta kocamış bir kafanın mantığı değil de nedir? Zaman öylesine ilerlemiştir ki, sözgelişi bugünkü gençlik için Kabotaj Bayramı bile anlamsız kalmıştır. Balkan Harbi ilan edildiği zaman Anadolu’daki kuvvetlerimizi Rumeli’ye çıkarmak için İtalyan bandıralı Yunan kaptanlı vapurlara başvururduk çaresiz... O yıllarda İstanbul’dan İzmir’e tayin edilen bir zabit, yabancı vapurlarıyla giderdi gideceği yere... O acı günleri yaşayan bir genç, belki ihtiyarlığında bir Türk gemisine bindiği zaman mutludur. Ama bugün yirmi yaşında, otuz yaşında, kırk yaşında, elli yaşındakilere anlatamazsınız bu mutluluğu... 1969’un gençleri elli yıl öncesine bakıp avunmak veya içinde bulundukları durumu öpüp başlarına koymak yeteneğinden yoksundurlar. Ve bereket ki öyledirler... Öyle olmasalar toplumun itici kaynakları kururdu. Elli yıl süresinde dünya çok değişti. Uçak katıştı insan hayatına... Lindberg Atlas Okyanusu’nu aştı, atom parçalandı, Ay’a gidildi, dünkü sömürgeler özgürlüğe kavuşup bizi yarı yolda bıraktılar... 1969 Türkiyesi’nde her kim yarım yüzyıl öncesinin hazin anılarına bakıp avunmak ister, işte o ihtiyarlamış ve kocamış kişidir. Kafasının yetenekleri cılızlaştığı için çağımıza ayak uyduramamıştır. Yeni gelen kuşakların dolaştığı eski eserler müzesinin tozlu bir köşesindeki yazar mumyası gibidir. Yaşamak güzel şeydir kuşkusuz... ama gelişen dünyaya ayak uydurarak yaşamak... rezil olmadan yaşamak... kafa yeteneğini kaybetmeden yaşamak... genç kuşakların devrimcilik heyecanlarına tarla korkuluğu gibi engel olmaya çabalamadan yaşamak... (15 Eylül 1969 tarihli yazısı) U luslararasõ alanda çalõm ve içerde de hava atmak ama- cõyla yerli yersiz arabulucu- luk önerisinde bulunmasõ, AKP hükümetini müşkül ve hatta gülünç durumlara düşürüyor. Sayõn Davutoğlu’nun Tahran’õ ziyaret etmesin- deki esas amaç da, Türkiye’nin İran’la ABD arasõnda arabuluculuk yapmasõna İran’õ ikna etmekti. Ne var ki meslektaşõ Manuçehr Mutteki Türkiye’yi arabulucu olarak kabul etmediklerini ortak basõn toplantõsõnda açõklayõverdi. Oysa bu konuda ders alõnmasõ gereken tatsõz ve mahcubi- yet yaratõcõ bir olay Başbakan Erdo- ğan’õn, 7 Aralõk 2009’da Washington zi- yareti sõrasõnda yaşanmõştõ. Başkan Oba- ma ile görüşmesinde Türkiye’nin İran’la ABD arasõnda arabuluculuk misyonu üst- lenmesine muhatabõnõ güç bela ikna ede- bilmiş olan Başbakan Erdoğan, ertesi gün İran’õn dõş politika sözcüsü Ramin Mih- manperest’in “İran’ın Türkiye’nin ara- buluculuğuna ihtiyacı olmadığı” yolun- daki açõklamasõyla gayet müşkül bir du- ruma düşmüştü. Böylece, Davutoğlu’nun diline doladõğõ Türkiye’nin “pro-aktif dış politikası” da birden “pro-komik” bir hale dönüşüvermişti. Hemen belirtelim ki, Tahran’daki yö- netim Türkiye’nin İran’a gösterdiği ya- kõnlõktan memnundur. Ancak, Ankara’nõn uyarõlarõna kulak verdiği söylenemez. Zi- ra, ülke ve rejimlerinin varlõğõnõn, ABD ile İsrail’den kaynaklanan yaşamsal tehdit altõnda olduğu kanõsõndaki İran’õn dini ve siyasi liderleri, düşmanlarõnõ caydõrmanõn yegâne çaresinin nükleer silaha sahip ol- mak olduğuna inanmõşlardõr. Bu nedenle, abluka ve ambargoyla İran’õ nükleer pro- jesinden vazgeçirmenin mümkün olacağõnõ düşünmek abesle iştigaldir. İran çetin bir ceviz Başkan Bush’un Irak’õn işgaliyle baş- layan savaş sürecinin Ortadoğu’da değiş- tirdiği dengeler, İran’õn bölgede kayda de- ğer siyasi ve askeri nüfuz elde etmesine yol açmõştõr. İran, bugün bir ahtapot gibi Or- tadoğu’nun her yönüne ulaşan kollarıyla olayları etkileme ve ABD’nin bölgede- ki en hassas çıkarlarına ciddi boyutlar- da zarar verme imkânını kazanmıştır. Nitekim, Irak’ta devletin her kademesin- de etkinliği hissedilen Tahran, bu ülkenin istikrarõnõ derinden sarsabilecek unsurla- rõn kontrolünü elinde tutmaktadõr. Ayrõca, Tahran, İsrail’e karşõ “destan- sı” direnişiyle kendini kanõtlayan Hizbul- lah üzerinde sahip olduğu nüfuz sayesin- de etkinliğini Akdeniz sahillerine kadar yaymõştõr. Filistin sorununda kilit unsur olan Hamas’la ilişkileri çok kuvvetlidir. Bunlara ilaveten, Basra Körfezi’nin Batõ sa- hillerindeki petrol ve gaz zengini kõrõlgan Arap monarşileri bünyesindeki Şii cema- atler üzerindeki derin etkisi ve Taliban ile ilişkileri, İran’õn bölgede hegemon bir güç olmaya aday olduğunu ortaya koyuyor. İran’õn güç ve nüfuzunun daha da art- masõna yol açacak bir gelişmeyi de, ABD’nin askerlerini Irak’tan çekmesi so- nucunda bu ülkenin etnik ve mezhepsel fay hatlarõ ekseninde parçalanmasõ tetikleye- cektir. Bu durumda güneyde doğacak boş- luk İran tarafõndan doldurularak Irak pet- rol rezervlerinin yüzde 65-70’ine sahip olacak ve Tahran’ın vesayeti altına gi- recek bir Şii devleti kurulacaktır. Bunu fõrsat bilen ABD, kuzey Irak’ta kurulacak Kürt devletine yerleşerek burayõ askeri bir üs haline dönüştürecekse de, bu yeni jeo- politik şekillenmede İran’õn Körfez’in iki kõyõsõnõ da kontrol etmesi Washington için tam bir kâbustur. Zira, bu konumda- ki bir İran’õn bir de nükleer silaha sahip ol- masõ olasõlõğõ, ABD’nin “Büyük Strate- jisi” açõsõndan kabul edilemez ve mutlaka bertaraf edilmesi gereken bir tehdit niteli- ğindedir. Nedir bu ‘Büyük Strateji’? ABD’nin “Büyük Stratejisi” (Grand Strategy), Amerika’nın Körfez bölge- sindeki enerji kaynaklarının kontro- lünde tekele sahip olmasını sağlamaya yönelik tüm politikaları ve önlemleri içe- rir. “Büyük Strateji”ye göre, ABD, Körfez bölgesinde enerji alanına ilişkin çıkarları açısından tek başına hareket et- me serbestisine her zaman sahip ola- bilmeli ve bu serbestiyi sınırlayıcı, den- geleyici veya engelleyici başka hiçbir gü- cün oluşmasına izin vermemelidir.” Bu stratejinin kaynağõndaki 1980 tarih- li “Carter Doktrini”ne göre ise “Basra Körfezi bölgesinde bir başka devletin kontrol sağlama yolundaki bir girişimi ABD’nin yaşamsal çıkarlarına saldırı anlamına gelir ve Amerika böyle bir sal- dırıyı, askeri güç de dahil olmak üzere, her türlü imkânla bertaraf eder.” Bu iti- barla Obama’nõn da İran stratejisi, aynen Bush döneminde olduğu gibi, İran’õ için- den vurmaya, zayõflatmaya ve rejimi de- ğiştirmeye çalõşmak, bu mümkün olmadõ- ğõ takdirde de askeri müdahaleye başvur- maktõr. Rejimi devirmek hayal Ancak, ABD’nin İran’da muhalefeti güçlendirerek rejimi devirme planı bir hayalden ibarettir. Bir kere rejim, siya- si ve askeri açõlardan gayet sağlam bir şe- kilde yapõlanmõştõr. İkincisi, İran’da muhalefetin rejimi çö- kertecek bir güce erişmesini beklemek gerçekçi değildir. Üçüncüsü, muhalifler ik- tidara gelse bile, bu, İran’õn nükleer poli- tikasõnõ etkilemez, zira “bu konuda mu- halefet lideri Mir Hüseyin Musavi en az Cumhurbaşkanı Ahmedinejat kadar ka- rarlıdır. Bunun sebebi, reformcu ve muhafazakârı ile birlikte İran halkının nükleer silah üretimi konusunda son de- rece güçlü hislere sahip olmasıdır.” Bu durum, ABD’ye askeri müdaha- leden başka bir seçenek bırakmıyor. Ancak, ABD’yi askeri seçeneğe başvur- maktan caydõran üç neden var. Birincisi, Irak ve Afganistan/Pakistan savaşlarõ güç ve enerjisini tüketirken ve ağõr eko- nomik krizin etkileri silinmemişken ABD’nin bir ilave cephe açmasõna ülke kaynaklarõnõn elvermemesidir. İkinci ne- den, Irak’la mukayese edilemeyecek ka- dar güçlü olan İran’a karşı girişilecek klasik bir kara harekâtının başarı şan- sının sıfır olması ve sadece havadan bom- bardõman ile de sonuç alõnamayacağõ endişesidir… Üçüncüsü, İran’õn bölgedeki ABD çõkarlarõna vereceği ciddi zararlar ile Hürmüz Boğazõ’nõ trafiğe kapatmasõ- nõn petrol fiyatlarõnõn sõnõrsõz yüksel- mesine yol açmasõ tehlikesidir. ABD’nin arka planda kalarak İsrail’e yaptõracağõ bir hava saldõrõsõna gelince, böyle bir ope- rasyon pek büyük ölçekte olamayacağõ ci- hetle, ne ülke sathõna yayõlmõş ve giz- lenmiş olan nükleer tesislerin tümüyle im- hasõna yol açacak, ne de İran’õn bölgedeki hegemon gücünü yõpratma sonucunu do- ğuracaktõr. Böyle bir saldõrõnõn yegâne so- nucu, İran halkõnõn rejimle kenetlenme- sini sağlamak olacaktõr. Görüleceği üzere, bugünün koşullarõ devam ettiği sürece ABD’nin İran’a askeri operasyon yapmasõ olasõlõğõ pek yüksek de- ğil. Ancak, ABD kuvvetlerinin çekilme- sinden sonra Irak’ta iç savaş patlak vermez ve Afganistan’da Taliban kontrol altõna alõ- nabilirse, durum değişir ve müdahale gün- deme gelir. ABD’li strateji uzmanlarõnõn çoğu, böyle bir müdahalenin amacõnõn, nükleer tesisleri imha etmenin ötesinde rejimin de- ğiştirilmesini de kapsayacağõnõ, bu nedenle de hedef listesinin geniş tutulacağõnõ be- lirtiyorlar. Türkiye oylamada ne yapacak? Batõ basõnõ, yaptõrõmlarõn Güvenlik Kon- seyi’nde oylanmasõnda, Türkiye’nin, dos- tu ve komşusu İran ile Batõlõ müttefikleri arasõnda sõkõşacağõnõ belirtiyor ve Anka- ra’nõn oyunun renginin Batõ ittifakõ içinde yer alõp almadõğõnõ gösterecek güçlü bir turnusol testi olacağõnõ vurguluyor. Ba- kalım, Tahran’ın nükleer silah yapma- yacağına kefil olduğunu uluslararası forumlarda tafra atarak açıklayan Baş- bakan Erdoğan, bu tavrını sürdürerek Türkiye’nin oylamada daha önce yap- tığı gibi çekimser kalması kararını ala- bilecek mi? Hiç zannetmiyorum. Çünkü, Türkiye konumundaki Batõ ile ittifak ilişkileri olan bir devletin bu şekilde hareket etmesi için tutumunu “yapıcı tarafsızlık” gerekçesi- ne dayandõrmasõ gerekir. Bunun için de Başbakan Erdoğan’õn , İran’õ ilerde ABD ile bir uzlaşma pozisyonunda buluştura- bileceği hususunda sağlam bir beklentiye sahip olmasõ icap eder. Ancak, yukarõda- ki tahlilimiz bu hususta umutlu olmaya el- vermiyor. Bu durumda, oylamada Türki- ye’nin Batõ ülkeleri safõndan ayrõlmasõ akõl kârõ görünmüyor. (I) Listen to the Iranian People, Robert Wright, The New York Times, 09. 02. 2010 Obama Yönetiminin İran’õ Vurmaktan Başka Seçeneği Yok mu? Şükrü M. ELEKDAĞ CHP İstanbul Milletvekili Obama’nõn İran stratejisi, Bush döneminde olduğu gibi, İran’õ içinden vurmaya, zayõflatmaya ve rejimi değiştirmeye çalõşmak, bu mümkün olmadõğõ takdirde de askeri müdahaleye başvurmaktõr. Çõkõş Yolu Ü lkede herkes birbirine soruyor: “Ne oluyo- ruz?” Aslõna bakar- sanõz bir şey olduğu yok. De- mokratikleşmenin son sancõ- larõnõ çekiyoruz. Daha önce de buna benzer sancõlar çekmiş, ara rejimlerle geçici olarak sancõlardan kurtulmuştuk. 27 Mayõs’la başlayan, 12 Mart ve 12 Eylül’le devam eden askeri müdahalelere 28 Şubat, 27 Nisan eklenince Türk Silahlõ Kuvvetleri’nin müdahalelerdeki istiap hakkõ doldu. Onlar da anladõlar ki bu müdahaleler sorunlarõ çöz- mekten çok, radikal uçlarõn kuvvetlenmesine neden oldu- lar. Üniter devlet ve ulusal bir- lik darbelerle sağlanamõyor. Bu net olarak ortaya çõkõn- ca, demokratikleşmenin son sancõlarõ yargõnõn gerçek ba- ğõmsõzlõğõna kalõyor. Mevcut iktidar 367’yi garabetle, 411’i tanõnmamazlõkla suçlayarak kendini haklõ çõkartmaya ça- lõşõyor. Bunlarõ yaparken de adresi Anayasa Mahkemesi, Yargõtay Cumhuriyet Baş- savcõlõğõ ve Türk Silahlõ Kuv- vetleri olarak gösteriyor. Bu- nun ne kadar doğru olduğunu “ötekileştirmeyen” gözler ra- hatlõkla görüyor. Bir ülkenin sağlam temeller üzerine oturabilmesi için 3 güce ihtiyacõ vardõr. Bunlardan birincisi; o ülkeyi dõş etkilere karşõ koruyacak olan güçlü bir ordu, ikincisi; her konuda bilimsel çalõşmalar yapmasõ gereken sağlam üniversiteler, üçüncüsü ise herkese eşit da- ğõtõlmasõ gereken adalet. Zaten bilimsel çalõşmalar yapan üniversiteler ve eşit da- ğõtõlan adalet demokrasinin temel kurallarõdõr. Ülkemizde durum böyle mi- dir? Görünen o ki “hayır”. Üniversiteleri suskun, adaleti bölünmüş ve güçlü ordusuna rağmen silahlõ kuvvetlerinin üzerinden siyaset yapõlmaya başlanmõştõr. Bu çok, ama çok tehlikeli bir durumdur. Ülkenin çoğu düşünürleri dõş güçlerin üzerinde dur- maktadõr. Amerika Birleşik Devletleri, Türk Silahlõ Kuv- vetleri’yle tam anlamõyla bir anlaşma sağlayamamõştõr. Ku- zey Irak’taki durumu kontrol altõna almak isteyen ABD’nin bunda pek başarõlõ olduğu söylenemez. Bunun üzerine hem Bush, hem Obama hü- kümetleri mevcut iktidarõ kontrol altõnda tutma çabasõ- na girmiştir. Eşbaşkanlõğa ge- tirdiği Erdoğan hükümetinden kuşku duymaya başlamõştõr. Dõş politikada net olarak gö- züken hem silahlõ kuvvetlerin, hem de hükümetin İran konu- sunda ABD’ye sõcak bakma- masõdõr. Bu ABD’yi rahatsõz etmektedir. Türkiye her ne kadar Avrupa Birliği’ne girme çabasõ içinde görünse de işin aslõ bu değildir. Türkiye Av- rupa Birliği’ne giremeyeceği- ni anlamõştõr. Avrupa Birli- ği’nin de zaten Türkiye’yi al- ma gibi bir çabasõ yoktur. Pe- ki bu durum bu gruplarõ nere- ye götürür? Bundan çõkarõla- cak sonuç bellidir. Herkes kendi başının çaresine ba- kacaktır. Bu bütün taraflar için en doğru yoldur. Kimse kimseye hamilik yapma durumunda olmamalõdõr. Eğer bu sağla- nõrsa mevcut hükümet daha ra- hat bir hareket alanõ bulacak- tõr. Aynõ şey Türk Silahlõ Kuv- vetleri için de geçerlidir. Dõşarõda kõsaca özetlemeye çalõştõğõmõz bu durum iç poli- tika için de geçerlidir. Bu sa- atten sonra bu ülkeye radikal hiçbir unsur egemen olamaz. Bunu herkesin kabul etmesi la- zõm. Türkiye hiçbir şekilde ge- riye götürülemez. Laik Cum- huriyet, üniter devlet Türk halkõnõn yaşam tarzõ olmuştur. Her kim ki bu tarzõ korkuyla veya başka nedenlerle yõk- maya çalõşõrsa onun altõnda kendisi kalõr. Burada en büyük görev hü- kümete düşmektedir. Hükümet sağduyuyla hareket etmek zo- rundadõr. Anayasadaki ka- nunlar mutlak uygulanmalõ ve Türk halkõna ciddi anlam- da güvence verilmelidir. Çok geç de olsa 22 Temmuz gecesi balkondan verilen sözler tu- tulmalõdõr. Demokrasilerde son sözü halk söyler. Görünen o ki halkõn son sözü söyleye- ceği seçim yõlõna girilmiştir. Artõk Türkiye şu sloganõ ken- disine düstur edinmelidir: “Se- çimle gelelim, seçimle gide- lim.” Kurtuluş budur. Kim gelirse gelsin artõk Tür- kiye’ye şu görüş hâkim ol- malõdõr: “Çalmayacağım, çal- dırmayacağım, Cumhuriyet kanunlarını uygulayaca- ğım.” Bu, ülkenin kurtuluşu- dur. Bu sağlandõğõ zaman çok şey kendiliğinden düzelir. 1950 yõlõndan bu yana çaldõ- ğõmõz ve çaldõrdõğõmõz yeter. Son söz milletindir. Abidin AYDOĞDU Kim gelirse gelsin artõk Türkiye’ye şu görüş hâkim olmalõdõr: “Çalmayacağõm, çaldõrmayacağõm, Cumhuriyet kanunlarõnõ uygulayacağõm.” Bu, ülkenin kurtuluşudur. Bu sağlandõğõ zaman çok şey kendiliğinden düzelir. 1950 yõlõndan bu yana çaldõğõmõz ve çaldõrdõğõmõz yeter. Son söz milletindir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle