18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 20 ŞUBAT 2010 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Topyekûn Çatışmanın Virüsleri YİNE İkinci Cihan Harbi’nin terimlerinden biridir “topyekûn savaş” sözü: Büyük çıkarların, hatta ölüm-kalımın gündeme geldiği olağanüstü çatışmalı durumlarda, cephe ile cephe-gerisi, asker ile sivil, görevli ile yedek türünden ayrımlar ortadan kalkar; her şey, herkes, her kurum, her kavram savaşa sürülür. Uzun süredir cumhuriyet karşıtlarıyla cumhuriyetçiler arasında yaşanan çatışmanın ülkeyi mecazi anlamda bir savaş sahnesine dönüştürdüğü hep söyleniyor. Buna bir de ülkenin stratejik durumu ve çevresindeki büyük çıkar çekişmeleri eklenince, çatışmanın “topyekûn” sayılması doğaldır. Gerçek savaşlarda bazen uluslararası sözleşmelerle yasaklanmış biyolojik silahların bile kullanıldığı düşünülürse, mecazi anlamdaki topyekûn cumhuriyet çatışmasında da siyasal- sosyal virüslerin sinsice kullanılması şaşırtıcı sayılmaz. Cumhuriyet konusundaki topyekûn çatışmanın en tehlikeli virüsleri, “etnik hakların kurcalanması” ve “din duygularının istismarı”dır. İstiklal Harbi’nin ardından etnik kökenleri hayli karışık bir toplumda ulus kavramına dayanarak kurulmuş bir “ulus-devlet” için “etnik hakları kurcalama” virüsünün ne ölçüde tehlikeli olacağı bilinmez miydi? Dikkat edilirse, o virüsü bu topluma neredeyse tavsiye edenler, başta ABD ve AB’nin Fransa’sı olmak üzere, hep kendi etnik sorunlarını çoktan çözmüş ülkeler oldu. Kendilerince tehlikesizleşmiş bir virüsü Türkiye bünyesine sokmakta beis görmedi o ülkeler. Son çeyrek yüzyıl boyunca bu silah kullanılıp Ankara’yla nasıl oynandığı, virüsün “açılım” kamuflajına nasıl sokulduğu, bu oynayışın toplumu kaça bölüp kaç cana mal olduğu çok iyi biliniyor. Kendi sistemlerini laikliğe dayandıran o devletler, din duygularının burada kötüye kullanılmasına göz yummayı ve böylece Türkiye gibi ölüm-kalım savaşında bile yobazlarla uğraşıp demokrasiye yönelişini laiklik ilkesine dayandırmış bir ülkeyi zayıflatmayı yine Batılılığa yakıştırabildiler. Kemalist devrimin aydınlanma ve aydınlatma politikalarının İslam dünyasındaki gerici yönetimleri üzmesini anlamak kolaydır. Din kavgalarından ve Kilise boyunduruğundan yeni kurtulmuş bir Batı’nın, İstiklal Harbi boyunca hilafetten yana oluşunu da. Ama aynı Batı’nın Müslüman bir toplumda laikliği ayakta tutmak için konan siyasal sınırlamaları dert edinmesi ve o konudan şikâyetçi bir iktidara din özgürlüğü adına arka çıkması Türkiye’yi ters bir köşeye sıkıştırıp zayıflığını kullanmaktan başka bir niyete yorumlanabilir mi? Bir haftadır yaşananlar, bu virüslerin cumhuriyetçi devlet sistemini nasıl şaşkına çevirdiğini ve ülkeyi ne ölçüde zayıflatmış olduğunu göstermiyor mu? Sözde dostlarımız bu manzarayı büyük keyifle seyrediyor olmalıdırlar. [email protected] PENCERE Kadının İnsanlığı Ne Zaman? John Stuart Mill İngilizlerin ünlü filozof ve ekonomisti; ama, bu kimliğinin rotasında bir devrimci girişimi de var; 1865’te parlamentoya seçilince, Mill, kadınların oy hakları için bir tasarı hazırlıyor... Sonuç?.. 194 hayır.. 73 evet. O yıllarda Amerikalı kadın, hem köleliğin kaldırılması için uğraşıyor, hem de kendisine oy hakkı verilmesi yolunda çalışıyor. Amerika’da zenciler oy hakkını kazandıkları zaman, kadınlara sandık yasak... Batı’da kadın, haklarını çekişe çekişe, didişe didişe koparıyor; kadın önderler öncü gösterilerinde polislerce yakalanıp içeri atılıyorlar; Birinci Dünya Savaşı’nda erkeklerin cepheye gönderilmeleriyle kadınlar iş yaşamında öne çıkıyorlar; barış döneminde geriye itiliyorlar; hakları esirgeniyor. Türkiye Cumhuriyeti’nde kadın 1934’te oy hakkını kazanıyor; Avrupa’nın çoğu ülkesinde, başta Fransa, kadın seçim sandığından uzak tutuluyor. Mustafa Kemal ne büyük adam.. Hayır “adam” değil, insan!.. Kadın hakları bugün bile yerkürenin çoğu yerinde ya yok ya da kâğıt üzerinde... Peki “erkek hakları” ne durumda?.. Düşünürken, fikirde saydamlaşmak yolunda, bir deyişi yinelemek zorundayız: “Aydınlanma Devrimi”. Bir ülkede kadının, erkeğin, özetle insanın haklarını kazanması için Aydınlanma Devrimi’nin gündeme girmesi gerektir; yoksa demokrasidir, çok partili rejimdir, kadın haklarıdır, rafta kalır, hayata geçirilemez. Uygarlık tarihindeki “Aydınlanma Devrimi”nin Anadolu’daki adı “Kemalizm” ya da “Atatürkçülük”tür. Batı’da Aydınlanma Devrimi “İnsan Hakları Bildirisi”nin felsefesini yarattı... “Bildiri”de önce erkek vardı.. Ardından kadın gündeme girdi.. Avrupa’da “insan hakları” sanayileşme devrimi gerçekleşip toplumda iki yeni sınıf, burjuva ile proletarya hayata kavuşunca bildirileşti. Türkiye’de sanayileşmeden Aydınlanma Devrimi’ni yaşamak zorundaydık; asker-sivil aydının başını çektiği bu devrim kadın haklarını savunurken yukarıdan aşağıya doğru bir yöntemi kullanmaktan başka bir yordam icat edemezdi. Şeriat hukukunun mirasını 1926’da “Yurttaşlar Yasası” (Medeni Kanun) ile reddeden Kemalizm, 1934’te kadınlara oy hakkını da tanıdı... Ama o dönemde Anadolu’da kadın erkeğin kölesiymiş, ne çıkar, ne yazar... Kadının uyanmasını beklemek, bu işin “reddiye”sinden başka bir anlam taşımazdı. 21’inci yüzyılın başında tüm İslam dünyasının yaşamını büyük çapta düzenlemeyi sürdüren şeriat hukuku, kadını köle sayar ve “taife-i nisa”nın sokakta güneş ışınlarına açılmasını yasaklar... Müslüman kadın daha tesettürden kurtulamadı... Daha da beteri, tesettürün karanlığından kaynaklanan türban köleliğini savunmayı özgürlük eylemi sayıp demokratik hak gibi algılamak yanılgısının politikasını yürütmek için sokaklara dökülüyorlar kızlarımız... 8 Mart 2003’te, Türkiye kadını, Aydınlanma’nın ışığını yaşarken şeriatçı karanlığın zifirine çekilmek tehlikesiyle göğüs göğüsedir... “Aydınlanma Devrimi” kolay değil, uygarlık alınteri dökmeden yaşanamıyor. (8 Mart 2003 tarihli yazısı) “Bağımsız yargı” adõna duyulan kaygõla- rõn, vahim gelişmelerle “hukuksuzluk” bo- yutuna taşõnmõş olmasõ, kaygõ katsayõsõnõ haklõ olarak yükseltmiştir. Tehlike ve tehdit algõsõ rejime yöneliktir. Ve tüm yaşananlarõn, işbaşõnda bulunan AKP’nin kendisini iktida- ra taşõyan halk kitlesini, iktidarõnõn yaratõcõ- sõ olarak görmesi ve anayasal çerçevenin sõ- nõrlarõnõn içinde hareket etmek yerine, bu sõ- nõrlarõn dõşõna taşarak kendisini güçlendirme eğilimi içine girmiş olmasõdõr. AKP ile rejim arasõndaki mesafe “laiklik” ekseninde belir- ginleşmektedir. Nitekim, laikliği yeniden ta- nõmlama söylemleri ile başlattõklarõ “değişim” talepleri, “yargı reformu” yapma, “anaya- sa”yõ değiştirme gibi konulara doğru kapsa- mõnõ genişletmiştir. Bu reform teklifinde öne çõkan, Anayasa Mahkemesi ve siyasal parti- lerin kapatõlmasõnõn önüne geçecek bir dü- zenlemedir. Böylece siyasal partilerin laikli- ğe karşõ odak olacak eylemlere girişmelerinin önündeki engel ortadan kaldõrõlarak, Türki- ye’nin demokratikleşmesinin yolu açõlmõş ola- caktõr(!)… Anayasalar iktidarõn yaratõcõsõ değildir. İk- tidarõn nasõl kullanõlacağõnõ gösterdiği için ik- tidar gücünün sõnõrlarõnõn belirleyicisi; rejimin temel kurumlarõnõn hukuki çerçevesidir. Si- yasal iktidarõn keyfiliğe kaymasõ ve fiili uy- gulamalarõnõn önünde hukuki bir engeldir. Fii- li olan ile hukuki olan arasõnda gitgeller ya- şanõyorsa -ki Türkiye’de bugün yaşanan bu- dur- hukukla çatõşma ya da siyasal irade ile hukuk arasõndaki mesafenin genişlemesi hu- kuka olan güveni sarsar, rejim aşõndõrõlõr. Türkiye’nin sorunu Türkiye’de temel sorun, anayasanõn kendisi olsaydõ sorunu çözmek çok kolaydõ. Oysa Tür- kiye’nin sorunu, anayasanõn kendisi değil; AKP’nin yönetim anlayõşõdõr. Sorun hukuki değil, siyasaldõr. Siyasetin hukukla olan so- runu toplum adõna değil, iktidarõn güçlendi- rilmesi adõnadõr. “Bu anayasa ile, bu yargı ile demokrasi olmaz” tümcesini kullanmak, bilerek konuyu saptõrmaktõr. Doğru tümce; “Bugün ülkeyi yönetemeyen anlayışla de- mokrasi olmaz”dõr. Çünkü anayasa ve ya- salar, özünde toplumun hak ve özgürlükleri- ni genişletmekten yana olan siyasal iradele- rin önünde bir engel değildir. Kendi yetkile- rini genişletme, keyfi yönetime kayma eği- limleri önünde bir engeldir. Demokratikleş- menin yolunu anayasa ve yasalar açamaz. En ileri demokrasiyi kurumsallaştõran anayasa ve yasalar, demokrasiyi içselleştirmemiş anla- yõşlarõn yönetiminde işlevsiz kalabilirler. Anayasa yapma telaşı Türkiye’de toplumun tüm kesitlerinin söz- leşmesi olarak ortaya çõkarõlabilecek bir or- tak mutabakat metninin, toplumun önünü açacak düzenlemelerin gereksinimine kimse karşõ çõkmõyor. Böyle bir mutabakatõn sağ- lanacağõ zeminin olmayõşõ göz ardõ edilerek demokrasiden uzaklaşmanõn hõzlandõrõldõğõ sü- reçte “reform” başlõklõ çalõşmalarla “ana- yasa” yapma telaşõna girişilmiş olmasõna haklõ bir tepki ve direniş var. Devletin çatõsõnõ oluşturan, anayasa ve ya- salarla korunmuş bir kurum olan “laiklik” si- yaset aracõlõğõ ile aşõndõrõlõrken yasaklanmõş olan cemaat oluşumlarõ, tarikat ilişkileri de yi- ne siyaset aracõlõğõ ile güçlendirilebilmiştir. Öyleyse neyin yasasõnõ yapmaktan söz edi- yoruz? Siyaset, toplumsal hoşgörüyü yasanõn yasakladõğõ alanda çalõştõrõrken, din, maneviyat sömürüsü ile oy toplama kolaycõlõğõna saptõ- ğõnda bunun getirisi, sandalye sayõsõnõ ço- ğaltmak olmuştur. Aynõ hoşgörü, toplum ve özgürlükler adõ- na mücadele edenlere gösterilmemektedir. Si- yaset; toplumsal ve ekonomik içerikli sorun- larõn çözümü yerine, “hukuk” kõlõfõ ve eti- ketleme üzerine yoğunlaştõkça Türkiye’deki kõsõrdöngü giderek daralmakta; otoriter eği- limler hem siyasetin hem de hukukun tõka- cõ olmaktadõr. Türkiye’yi yönetenler, ülkenin geride bõ- raktõğõ değerleri yeniden kurumsallaştõrmaya çalõştõklarõ çağõn, savunduklarõ değerleri üre- ten çağlarõn anlayõşõndan farkõnõ görmezlik- ten geldikçe, ülkeyi bir çatõşma ve kaygõ or- tamõna sürüklemektedirler. Hukuk ile siyasetin arasõnõ açõp, hukuku siyasetin emrine alma gi- rişimleri, çağõmõzda demokrasinin ulaştõğõ en ileri düzey olan “hukukun üstünlüğü” an- layõşõna terstir. Hukukun üstün kõlõndõğõ an- layõşta, güvence esastõr ve bu güvence; yurt- taşlarõn hak ve özgürlükler alanõ içindir (Si- yasal iktidarõn etki alanõnõ genişletmek için de- ğil.). Seçimle ortaya çõkan irade, oy vermiş olanlarõn tercihini yansõtõr. Bu tercihin her bir seçimde değişmesi ihtimali, yalnõzca de- mokrasilerde söz konusudur. Meclis’te ço- ğunluk oluşmuşsa, bu bir siyasal partinin ço- ğunluğudur. Bu parti içinde egemen karar alõ- cõlarõn sayõsõ, parti kurullarõnõn görünen sa- yõsõndan daha azdõr; dolayõsõ ile kararlara yan- sõyan milli irade değil; bir partinin azõnlõğõ- nõn yansõttõğõ iradedir. Çoğunluğun iradesinin bu şekilde çarpõtõlmasõna en yatkõn olan ül- keler, demokrasiyi kurumsallaştõramamõş, azgelişmiş ülkelerdir. Bu yüzden “hukukun üstünlüğü”, “milli irade” söylemini kulla- narak (saptõrarak) hükümranlõk kurmaya yat- kõn olan ülkelerde, demokrasinin kurumsal- laştõğõ ülkelerden daha çok önem taşõr. Türkiye bir an önce yargõ odaklõ, hukukun dinamizmini kõracak çatõşmalarõn dõşõna çõk- malõdõr. Hukuk öne çekilmeden bu sürecin sõ- kõntõlarõ aşõlamaz. Hukuk ve yargõ geriye itil- dikçe; iddianame, suçlama, tutuklama zinci- ri uzamakta ve bu zincire dahil edilenler, ta- raf medya tarafõndan yargõsõz infaza tabi tu- tulmakta; kamu vicdanõnda ise aklanmakta- lar. Bu garip ve vahim durum, hiçbir kuruma yarar sağlamaz. AKP rejimin temelini oluş- turan kurumlarla çatõşmak yerine; erimekte oluşunun muhasebesini yapmalõdõr. Totaliter özlemler Tek partili süreçteki Türkiye’yi diline do- lamõş olan iktidar temsilcilerinin tek partili sü- reçten alacaklarõ demokrasi dersleri var. Özellikle demokrasiyi kurumsallaştõrma an- lamõnda. Tek partili süreci bahane ederek to- taliter özlemleri yaşama geçirme çabalarõnõ perdeleyemeyeceklerini göremeyecek kadar iktidar sarhoşu olmalarõ anlaşõlõr gibi değil. Hukuka karşı, hukuktan dolanarak giri- şilen harekât, yargının sorun oluşundan de- ğil, ülkeyi yönetenlerin hukuk dışına çık- mış olmalarının ve kendi hukuklarını ya- ratma özlemlerinin bir yansımasıdır. Bu yazõ; cemaat soruşturmasõ nedeniyle, hu- kuk gaspõ ile Ergenekon zincirine eklemlenen Cumhuriyet Başsavcõsõ Cihaner’in yaşadõk- larõnõ da açõklamak; süreç devam ederse, zincire yeni isimlerin ekleneceği gerçeğini anõmsatmak için yazõlmõştõr. Bu zincir ne ka- dar daha uzayacak? Ergenekon torbasõnda daha kaç kişiye yer var? Tüm kurumlar kendilerine sõra gelince mi ses çõkaracaklar? Tek tek koltuklarõnda otu- ran ve bu edindikleri yerlerden hoşnut olup hü- kümete yaranmaya çalõşmõyor gibi yaparak, yerlerini korumaya çalõşanlar ne zaman mu- hasebe yapmaya başlayacaklar? Adaletin bo- zuk işleyen terazisi ortada dururken, adil ol- mayan düzenin bekçiliğini dolaylõ yoldan da olsa yapõyor olmanõn vicdani sorumluluğu da- ha ağõr olmalõ. Ses çıkaranların ödediği be- delden daha az olmayacak sessiz kalanla- rın ödediği bedel. Sahi, sõra şimdi hangi ku- rumda?!.. Adaletsiz Terazi… Hukuksuz Demokrasi(!) Prof. Dr. Tülay ÖZÜERMAN CHP PM Üyesi Adaletin bozuk işleyen terazisi ortada dururken adil olmayan düzenin bek- çiliğini dolaylõ yoldan da olsa yapõyor olmanõn vicdani sorumluluğu daha ağõr olmalõ. Ses çõkaranlarõn ödediği bedelden daha az olmayacak sessiz kalanlarõn ödediği bedel. Sahi, sõra şimdi hangi kurumda?!.. Ö zelleştirme, sözcük olarak, kamu kay- naklarõnõn, özel ki- şilere satõlmasõ anlamõna gelmektedir. Özelleştir- meler, ülkemizde ilk kez, 1986 yõlõnda Başbakan Özal tarafõndan dile geti- rildi. Önceleri, sanki, ka- muya ait ve zarar eden kaynaklar satõlacakmõş gi- bi söylendi, öyle davra- nõldõ. Daha sonraki yõllar- da ise kamuya ait ne var- sa, satõlmaya başlandõ. En çok da “Devlet tüccar de- ğildir. Devlet bu tür iş- lerle uğraşmaz” denildi. Zarar eden kamu kurum- larõ örnek gösterildi. “Bun- lar devletin üzerinde yüktü ” denildi. Devletin, vatandaşlarõna hizmet gö- türürken, kâr amacõ taşõ- mamasõ, sosyal devletin amacõnõn hizmet olduğu unutuldu. Cumhuriyetimiz kurulurken, 1920’den, Atatürk’ün öldüğü 1938’e kadar, Türkiye’de fiyatlar hiç yükselmiyor, Türk Li- rasõ’nõn değeri ABD Do- larõ’na eşittir. Ekonomik kalkõnmayõ sağlamak için o dönemde, kamu ekono- mik kurumlarõ (KİT) ku- ruluyor. Sümerbank, Eti- bank, Şeker Fabrikalarõ, Murgul Bakõr İşletmeleri, TEKEL, zaman içerisinde, demir çelik sanayi vb. iş- letmeler, bu dönemde ku- rulmuştur. Bu işletmeler, zaman içerisinde, 1950’li yõllardan sonra, sağ yöne- timler tarafõndan, yandaş- larõn yararlanmasõ için ar- palõk olarak kullanõlmõş- lardõr. 27 Kasõm 1994 ta- rihinde, Başbakanlõğa bağ- lõ “Özelleştirme İdaresi Başkanlığı” kuruldu. Böylece, özelleştirmeler, bu kurum aracõlõğõ ile yü- rütülmeye başlanõldõ. Sõ- rasõ ile Cumhuriyetten ve Atatürk’ten armağan tüm ekonomik kaynaklarõmõz yerli ve yabancõ anapara- ya satõlmaya başlandõ. Za- man içerisinde, yabancõ alõcõlar ağõrlõk kazandõ. Öyle bir dönem geldi ki li- manlarõmõz, haberleşme kaynaklarõmõz, önemli sa- nayi kurumlarõmõz, ulu- sal değerdeki ekonomik kaynaklarõmõz, yabancõ- larõn eline geçti. Özelleş- tirme adõ altõnda, yerli ve yabancõ anaparaya satõlan en değerli ekonomik kay- naklarõmõz, gerçekte, Ulu- sumuzun en önemli var- lõklarõdõr. Bu kaynaklar çoğu kez, gerçek değerle- rinin çok altõnda ve taksit- lerle satõlmõşlardõr. Alanlar, elde ettikleri kârlarõ ile taksitleri ödemişlerdir. Bir bölüm fabrikalar ise yeni alõcõlarõ tarafõndan kapa- tõlmõş, taşõnmazlarõ, aldõk- larõ paranõn çok üzerinde elden çõkarõlmõş, çalõşan işçilerin ise işlerine son verilmiştir. Türk Telekom Arap- lara satõlmõştõr. Bu yolla, haberleşmemiz yabancõ- larõn eline geçmiştir. Te- lekom’un kârõ, taksitleri- ni ödüyor. Seydişehir Alüminyum Fabrikasõ, en büyük alüminyum ku- ruluşumuz, yabancõlara satõlmõştõr. TÜPRAŞ, Av- rupa’nõn beşinci büyük rafinerisidir. 16.1 milyar dolarlõk cirosu, 491 mil- yon dolar net kârõ bulu- nan, ülke ekonomisine katkõsõ 8.9 milyar dolar olan TÜPRAŞ, değeri- nin çok altõnda satõlmõş- tõr. Erdemir, Yurdumu- zun demir – çelik üreten ve hep kâr eden en de- ğerli sanayi kurumlarõn- dan birisi olduğu halde, özelleştirme yolu ile ya- bancõlarõn eline geçmiştir. Şu Özelleştirme Dedikleri... Erol ERTUĞRUL
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle