19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER CUMHURİYET 27 ARALIK 2010 PAZARTESİ AÇI MÜMTAZ SOYSAL Devlet Adamı İsmet İnönü... “Bir memlekette namuslular en az namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekete kurtuluş yoktur.” (5.7.1931) Dr. Alev COŞKUN nönü’nün aramızdan ayrılışının 37. yıldönümü... İnönü, Anadolu bağımsızlık savaşının ilk Genelkurmay Başkanı, Batı Cephesi Komutanı, Mudanya Ateşkes Antlaşması’nı imzalayan, Lozan Barış Antlaşması’nı gerçekleştiren baş delege. Atatürk’ün önderliğinde çağdaşlaşma ve aydınlanma devrimlerinin gerçekleşmesini sağlayan, siyasal iktidarın 15 yıl kesintisiz başbakanı. Kuşkusuz Atatürk’ün en yakın silah, siyaset ve devrim arkadaşı... Atatürk’e dil uzatamayanlar, İnönü’yü hedef alırlar. Bütün hataları İnönü’ye yüklerler. Hatta Atatürk’le dargın ayrıldığını, Atatürk’ün onu dışladığını bile söylerler... Ama tarihin gerçekleri böyle değildir... İşte gerçeklerden kırıntılar... Çanakkale Savaşları’nda başarılı bir komutan olarak sivrilen Mustafa Kemal Diyarbakır’daki Kafkas Ordusu’na gönderildi. 1916 yılı aralık ayı ortalarında 2. Ordu Komutanı Ahmet İzzet Paşa izinli olarak İstanbul’a gidince, Diyarbakır’ın Palu ilçesi civarında bulunan ordu komutanlığı görevi, vekâleten 16. Kolordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa’ya verildi. Atatürk’ün İnönü ile işbaşında yakın tanışması, ilk ilişkileri, bir çalışma ve emir komut düzeni içinde birbirlerini tanımaları bu döneme rastlar. Çünkü 2. Ordu’nun Kurmay Başkanı Albay İsmet Bey’dir. 2. Ordu Komutan Vekili, henüz general olmuş Mustafa Kemal, karakış gelmeden ileri hatlarda hafif birlikler bırakarak ordunun geri çekilmesine ve yeni bir cephe kurulmasının gerekli olduğuna karar verdi. Atatürk’le İnönü’nün ilk görev karşılaşması işte bu çok sıkıntılı ortamda olmuştur. Bu görev karşılaşması sonrası onu nasıl değerlendirdiğini Atatürk, Falih Rıfkı Atay’a anlatmıştır. İşte Atatürk bakın ne diyor: “Kendisine hemen ordunun bir geri çekilme emri hazırlamasını söyledim. Gitti, gelmez. Yaverim Cevat’ı bak ne yapıyor diye yolladım. Döndü, masasının başında düşündüğünü söyledi. Şehirler ve topraklar bırakacaktık. Orduyu kurtarmak için başka çare yoktu. Ama öyle bir karar vermek de güçtü. Git söyle, yazamıyorsa ben dikte edeyim, dedim. Bir müddet sonra emrini yazmış, getirdi. Askerlik edebiyatına örnek diye alınabilecek kadar iyi düşünülmüş ve yazılmıştı.” (1) Konstantinopolis’in Denizi Ç H B BİLİNDİĞİ gibi, kısaca Patrikhane dediğimiz Fener Rum Patrikliği, kendince haklı bulunan tarihsel nedenlerle hâlâ “Konstantinopol Patrikliği” adını sever ve Türk vatandaşı olan Patrik “ekümenik” unvanıyla tüm Ortodoksluğun başı olduğunu iddia eder. O âlemde aynı iddiayı taşıyan beşaltı başka patrikhane olduğunu ve Lozan imzacılarının ortak rızasıyla bizdeki patriğin Türkiye Rum cemaatinin dini başkanı sayıldığını, o koşulla burada kalıp Fatih Kaymakamlığı’nın himaye ve güvence alanı içinde bulunduğunu, bütün din adamları gibi saygı gördüğünü unutur. “Asıl iddiası Katoliklerin Vatikan’ına benzer bir statü edinmektir” diyenler Fener ya da Balat civarında tapulu arazi edindiğini söylerse de, bu çeşit dedikoduları bir yana bırakıp İstanbul’un toprağına değil, asıl denizine ilişkin olarak olup bitenlere dikkat etmek galiba daha doğru olacak. ünkü, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin CHP’li üyelerinden Bülent Soylan’ın 13 Aralık günü başkanlığa verdiği bir önerge önemli bir tehlikenin çanlarını çalmıştı ama, bu gazeteden Oktay Ekinci’nin bir yazısı dışında o konuyla ilgili hiç başka ses çıkaran olmadı. Ekinci’nin yazısı, daha çok İstanbul deniz ulaşımının kamu hizmeti olmaktan çıkarılıp özelleştirilmesine yönelikti. Elbet öyle bir özelleştirmenin toplu taşımacılık ve onun kamusal niteliği üzerindeki etkisi önemli bir yönetim ya da kabotaj hukuku konusudur ve kent halkı bu hizmetin belediyeye ek kaynak bulmak amacıyla elden çıkarılmasına mutlaka karşı koymalıdır. Ama 25 deniz otobüsü, 10 hızlı feribotu, 17 araba vapuru, 34 iskelesi, 19 hattı olan ve 31 noktaya insan taşıyan koskoca bir deniz ulaşım şebekesinin kuşku verici ellere geçmesinin bir de siyasal sonucu var: Bu, İstanbul’la birlikte Marmara’nın da kaybedilmesi demek değil midir? ele işin içinde konunun denizcilik yönüyle Finans YatırımARUP adında bir İngiliz şirketinin uğraşacağı, mali yönüyle FinansYatırım Bankacılığı adını taşıyan ve ortakları arasında NBG’nin, yani Yunan Milli Bankası’nın ilgilendiği ve onun içinde Yunan Ortodoks Patrikhanesi’nin de büyük pay sahibi olduğu düşünülürse? u kadar bilinçsizlik, ulusal davalara ve ülke çıkarlarına bu ölçüde sırt çevirmek, çıkarlara, tarihsel emellerini hiçbir yana itmeden ülkenizin kentlerine ve hatta denizlerine göz koymaktan bir türlü vazgeçmemiş olanlar karşısında bunca gaflet olur mu? [email protected] İ Askerlik edebiyatına örnek Dikkat edilirse Atatürk, İnönü’nün yazdığı çekilme emri için “Askerlik edebiyatına örnek diye anılabilecek kadar iyi düşünülmüş ve yazılmıştı” diyor. İşte, görev sırasında bu ilk tanışmadan sonra Atatürk, İnönü’yü hiç bırakmadı. İnönü de sonuna kadar Atatürk’e sadık kaldı, parlak bir zekâ ve hesap adamı bir kurmay ve ikinci adam olarak görev yaptı. Üst komutan olarak Mustafa Kemal’in, kendi komutası altında çalışan İsmet Bey’e, verdiği (20 Mayıs 1917) tarihli sicilden alınan aşağıdaki cümleler anlamlıdır: “Ciddi, faal, düşüncesi gayet açık ve yüksek fikirli... İyi bir görüş yeteneğine ve olayları süratle algılamaya sahip... Askerliğe ilişkin değerlendirmesi güzel ve kapsamlı. Doğru ve duraksamadan karar verebilmekte. Cesur ve kişisel kararı ile hareket etme yeteneğine sahip. Orduda ve memlekette üstleneceği önemli vatan görevlerinde ve hizmetlerinde kendisinden büyük hizmetler beklenir.” (2) Bu sicil, Mustafa Kemal’in, İsmet Bey’i beğenip takdir ettiğinin ve ona ileride önemli görevler vermekten çekinmeyeceğinin ilk işaretidir. Bu dönemde, Mustafa Kemal, Osmanlı ordularının Alman generallerin emrinde iyi yönetilmediğini bir raporla sadrazama bildirmeye karar verdi. Raporu hazırlamakla Albay İsmet Bey’i görevlendirdi. Devrim tarihimizde ünlü olan bu kapsamlı raporun hazırlanmasında gösterdiği başarı ve yetenek nedeniyle de İnönü, komutan Mustafa Kemal’in yeniden takdirini kazandı. Osmanlı devletinin SuriyeFilistin cephesindeki son savaşlarında (AğustosEylülEkim 1918) 7. Ordu Komutanı olan Mustafa Kemal’in kendisine bağlı iki kolordusunun komutanları, General Ali Fuat Cebesoy ve Albay İsmet İnönü’dür. Bu zorlu ve çetin savaşta Mustafa Kemal çok güç koşullar altında İngiliz saldırısına karşı ordusunu en az kayıpla korumasını bilmişti. Kuşkusuz Mustafa Kemal, Kolordu Komutanı Albay İsmet Bey’i, çelik iradelerin oluştuğu bu savaşlarda çok daha iyi tanımıştı. Mustafa Kemal Samsun’a çıkmadan önce, İstanbul’da kaldığı 6 ay içinde eski cephe arkadaşı ve kendisinin kolordu komutanı İnönü ile sürekli iletişim içinde bulundu. Anadolu’ya geçmeden önce son gün (15 Mayıs 1919), bizzat İnönü’nün evine gitti. Planlarını anlattı. İnönü’ye karşı olanlar burada da bir yalan uydururlar. Sözde Atatürk kendisine Anadolu’ya birlikte gitmeyi önermiş, İnönü “Çocuğum yeni doğdu, gidemem” demiş... Tamamen yalan. Öncelikle İnönü o sırada Milli Savunma Bakanlığı’nda görevliydi. Atatürk bilgi almak için onun görevini sürdürmesini istiyordu. Atatürk, evden ayrılırken İnönü’ye, zamanı geldiğinde kendisini Anadolu’ya çağıracağını söylemişti. İnönü karşıcıları, onun Anadolu’ya geç geçtiğini de söylerler. Bu da yanlıştır. tarafından İstanbul’a çağrıldı. Atatürk de bu aşamada İnönü’nün İstanbul’da olmasını daha uygun buluyordu. 16 Mart 1920’de İngilizlerin Meclis’i işgal etmelerinden sonra, İnönü tereddüt etmeden gizlice Anadolu’ya geçti ve Atatürk’ün yanına koştu. (9 Nisan 1920) Ondan sonraki aşamaları biliyoruz... Yinelemeye gerek yok... Atatürk Dolmabahçe’de hasta yatarken daima İnönü’yü soruyordu. Bizzat düzenlediği vasiyetinde İnönü’nün oğulları Ömer ve Erdal’ın eğitimleri için para tahsis etti. Dargın olsalar, onun çocuklarının eğitimi için para vasiyet eder mi? Demokrasi İnönü, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyanın gelişme çizgisinin demokratik düzende olduğunu görerek adım adım demokrasiyi gerçekleştirme yoluna girmiştir. 1950 seçimleri öncesi Meclis’te kabul edilen ve gizli oyaçık sayım ilkesini getiren, hukuka dayalı seçim yasası ve bu yasaya dayanarak 14 Mayıs 1950’de yapılan dürüst ve özgür seçimler, Türk demokrasisinin temel taşlarıdır. İnönü, 1950 seçimlerinden sonra iktidarı kendi eli ve isteğiyle, seçimleri kazanan DP’ye barış içinde devretti. “Türkiye engelsiz ve sıkıntısız şekilde, tek parti sisteminden çoğulcu demokratik sisteme geçiyordu.” İnönü de ülkeye demokrasi getiren bir lider olarak tarihte yerini alıyordu. İlhan Selçuk, onun için 26 Aralık 2003’te şöyle yazmış: “İsmet Paşa’yı anlamak, uygarlığın aydınlanma sürecinde Türkiye’nin ‘kurtuluş’ ve ‘kuruluş’ tarihini değerlendirmekle olanak kazanır. Yoksa yüzeysel siyasal çatışmaların içinde boğulup kalmak işten değildir. İnönü, ölümünün 30. yıldönümünde ‘mazi’ sayılmaz, günceldir...” İnönü’nün yukarıya aldığımız sözleri, özellikle günümüz koşullarında güncelliğini koruyor. Bir kez daha yineleyelim: “Bir memlekette namuslular en az namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekete kurtuluş yoktur.” 1. F. Rıfkı Atay, Çankaya, S. 93 2. Ş. Turan, İnönüYaşamıDönemiKişiliği; 2000, S. 1314 3. A. Coşkun, Samsun Öncesi 6 Ay, Cumhuriyet Yayını, S. 311 Gönüllü geçiş Mustafa Kemal Sivas Kongresi’nden sonra Ankara’ya geldi. 12 Ocak 1920’de İstanbul’da Meclis’in yeniden toplanması gerçekleşecekti. Seçilen milletvekilleri İstanbul’a gidiyordu. Tam bu sırada herkes İstanbul’a giderken, Albay İsmet Bey ansızın ve gizli olarak İstanbul’dan Ankara’ya geldi. Tarih 8 Ocak 1920’dir. Mustafa Kemal, İnönü’yü karşısında görünce şaşırdı, ama çok memnun oldu. İnönü’nün bu herkesten önce Ankara’ya gelişi pek bilinmez ama belgelerle kanıtlanmıştır. (3) İnönü bir ay Ankara’da kaldı. Daha sonra Mareşal Fevzi Çakmak Harbiye Nâzırı olunca, bizzat Çakmak OTAĞI HÜMAYUN YENİDEN İSTANBULLULARLA BULUŞUYOR! Başarılar da Sorgulanır Coşkun TECİMER H erkes başarılı olmak ister. Buna kimsenin itirazı yok. Burada göz ardı edilmemesi gereken soru başarının ne olduğudur. İkincisi, başarıya ulaşmak için hangi değerlerden ödün verildiği, nelerden vazgeçildiğidir. Sonuçta sorgulanması gereken, bir alandaki başarı çabasının, kişi ve yaşam bir bütün olduğuna göre bizi başka yönlerden güdük bırakarak, yanlışlara iterek bütünsel anlamda başarısız yapıp yapmadığıdır. Yaşamda referans noktaları çok önemlidir. Bilinçli ya da farkında olmadan, yaşamımızda, tercihlerimizde hep referanslara başvururuz. Bu referans noktalarının oluşumunda; annemiz, babamız, doğup büyüdüğümüz yer, yaşadığımız zaman parçası, çağın tercihleri, inançlarımız, okuduğumuz kitaplar, iletişim araçları ve içine doğduğumuz topluluğun ülke ve dünya ile etkileşimi temel rolü oynar. Tüm bunlar başarıdan ne anladığımızı belirleyen etmenlerdir aynı zamanda. Kalıcı ve evrensel olmaları da gerekmez. Doğamız gereği, ortaya konulan bir söz ve davranış ilk planda duygularımızı harekete geçirir, yargılamalarımızı buna göre yaparız. Çoğu zaman da bu değerlendirmelerin ötesine geçilmez. Oysaki yüzeysel bir bakışla doğru kabul edilen birçok düşünce ya da hareketin, derinlemesine incelemeyle yanlış olduğu görülür. Ya da bunun tersi olur. Çoğu kez unutulan, hedefler kadar bizi bu hedeflere götüren süreçlerin de dikkate alınması gerçeğidir. İnsanoğlu için başarıyla birlikte gelen görüntü, moda deyimle vitrin hep önemli olmuş, bunun arka planı görmezden gelinmiştir. Yüzeysel bakış Osmanlı tarihinin en önemli anıtlarından Otağı Hümayun Binası, kültürel amaçlı kullanıma yönelik restorasyonunun ardından yeniden ziyarete açılıyor. Mimarisiyle bir “müze” niteliğindeki bu eşsiz yapı kültürümüze hizmet etmeye, tarihimize ışık tutmaya kaldığı yerden devam ediyor. 27 ARALIK 2010 YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ DAVUTPAŞA KAMPÜSÜ www.2010etkinlik.com www.istanbul2010.org Kişinin yaşamındaki bir sonuç bir yönüyle, yani bir referans noktasına göre başarılı iken, kişiyi başka yönlerden yanlışlara itmiş ve başarısız kılmış olabilir. Ödül kazanmış bir yazarı düşünelim. Gelinen son nokta başarıdır. Şimdi de bu amaca götüren sürece bakalım. Yazar bu noktaya gelinceye değin hangi ödünleri vermiştir, hangi ince hesapların içinde olmuştur? Yapıtlarında kendisinin de iyi referans noktaları olarak kabul ettiği hangi durumlarla çelişmiştir, kimleri harcamış, nerelerde ideallerine ters düşmüştür? Ne pahasına olursa olsun ödül odaklı bir yaşam mı sürmüştür yoksa içten gelen coşkunun hesapsız serüveninde duyguların yazıya dökülmesi mi yaşamında etkili olmuştur? Kaldı ki bir edebiyat yapıtının oluşumundaki süreci sorgulayabildiğimiz gibi değeri hakkında da fikir yürütebiliriz. Zamanın, yapıtın gerçek değerini göstermede en güvenilir hakem olduğuna inanılırsa da bence her yapıt için bunu söylemek doğru olmaz. Tarihsel süreç bile yapıtın kalıcı olarak iyi ya da kötü olduğunu söyleyemeyebilir. Bir dönem başarısız bulunan bir yapıt zamanla başarılı kabul edilip sonra tekrar gözden düşebilir. Bu gelgitlerdeki en önemli neden, çağın referanslarının, düşünce labirentlerimize inceden inceye sızarak bakış açımızı etkilemiş olmasıdır. Ya da bir siyasetçiyi düşünün. Bir tarihte rahmetli Bülent Ecevit siyasette amaçlar kadar araçların da önemli olduğunu söylemişti. İktidara gelmek başarıdır, ancak oraya gelinceye kadarki süreç demokratik açıdan kabul edilemez olabilir. Makyavelist politikalar uygulayan, yani iktidar olmak için her yolu mubah gören partiler iktidara gelmiş olsalar da demokratik referanslar yönünden sınıfta kalmışlardır. Bazı iktidarlar, tarihte tapınılası bir güç sembolü haline gelmişlerdir. Hitler Almanyası ya da Mussolini İtalyası bunun tipik örnekleridir. Tarih, bu kişilerin insanlığın yüz karaları olduğunun anlaşılmasını geciktirmemiştir. Ancak bunun farkına varılması, her iktidar, her ideoloji ve düşünce için bu denli kolay olmamaktadır. Bazen uzunca bir süre geçse bile değerleri anlaşılamamaktadır. Tarihte bir dönem kabul gören bir durum, bir başka zaman reddedilebilmektedir. ‘Yanlış ve başarısız’ Sosyalist ideolojiyi ele alalım. Tüm dünyanın kapitalist piyasa ekonomisi kurallarıyla yönetildiği günümüzde pek revaçta değil. Konjonktürel olarak bugün böyle değerlendirilen bu ideoloji ileride dünya toplumlarının ve ekonominin geldiği koşullar içinde farklı yorumlanabilecektir. Referansların değişmesiyle doğrunun değiştiğini savunan bazı postmodernist yaklaşımlar gerçeğe ulaşmanın mümkün olmadığını ima ederler. Bu, bizleri karamsarlığa itmemelidir. Doğru bildiğimiz görüşleri savunmadan alıkoymamalı, başka doğruları olan insanları anlamamız gerektiği biçiminde yorumlanmalıdır. Böylelikle zihinlerdeki demokrasinin, yani asıl demokrasinin kurulmasına katkı sağlanmış olur. Bugün başarılı sayılan bazı insanlara ve olgulara bir başka gözle baktığımızda, bunları ‘yanlış ve başarısız’ kabul etmenin, her zaman haksız olmadığını görüyoruz. Doğru bulalım ya da bulmayalım, başarının göreceliliğini zamanında fark etmiş birçok insanın yarışmaya girmemiş olmasının altında yatan nedenlerden biri de budur. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle