25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 10 HABERLERİN DEVAMI İstanbul B Edirne B Kocaeli B Çanakkale B İzmir B Manisa B Denizli PB Zonguldak PB Sinop PB Samsun PB Trabzon PB Giresun PB Ankara PB 21 21 25 22 23 24 23 24 24 24 25 24 24 Eskişehir Konya Sıvas Antalya Adana Mersin Diyarbakır Şanlıurfa Mardin Siirt Hakkâri Van Kars PB PB PB PB PB PB B B B B B B B 21 22 18 23 26 26 20 24 21 21 17 13 13 Oslo K 11 Belgrad B 8 Helsinki K 10 Sofya B 7 Stockholm K 7 Roma Y 14 Londra K 2 Atina Y 21 AmsterdamK 0 Zürih Y 2 Brüksel K 2 Moskova K 2 Paris K 2 Aşkabat B 19 Bonn K 2 Taşkent B 16 Münih K 0 Baku PB 15 Berlin K 0 Bişkek B 10 Budapeşte Y 4 Tiflis PB 18 Madrid B 7 Kahire B 27 Viyana K 2 Şam B 23 Ülkemizin genelinde yağış beklenmiyor. Ülkemizin kuzeybatı kesimleri parçalı bulutlu, diğer yerler az bulutlu ve açık geçecek. Rüzgâr Marmara ile Kuzey Ege kıyılarında güney ve güneybatı (lodos) yönlerden kuvvetli 4060 km/saat) ve yer yer kısa süreli fırtına şeklinde esecek. CUMHURİYET 29 KASIM 2010 PAZARTESİ TARİHTE BUGÜN MÜMTAZ ARIKAN 29 Kasım 2000’Lİ YILLARDA ERDAL ATABEK Güç Kayması... ‘Güç kayması’, Alvin ve Heidi Toffler’de okuduğum bir terim. Çeşitli alandaki güçlerin kayma süreçlerini açıklayan bir terim. Türkiye de bir süredir belirtileri çatışmalarla ortaya çıkan bir ‘güç kayması süreci’ yaşıyor. Olaylara bakıp anlamaya çalışanların gözden kaçırdığı da budur. Üç generalin görevden alınması olayı. Sivilleşmeyi mi gösteriyor, AKP’nin orduyu yolunun üzerinden çekmesini mi? İktidarın yoksullara yardım amacıyla dağıttığı eşya ve erzak olayı. Gelir dağılımı eşitsizliğini düzeltmeyi mi amaçlıyor, yoksulları bu yardımlar yoluyla iktidarın destekçisi yapmayı mı? Yargı reformu adıyla amaçlanan yargının bağımsızlığı mı, yoksa yargının siyasal iktidarın denetimi altına alınmasını mı? Bu sorular, iki yandan tam karşıt savlarla yanıtlanabilir. Öyle de olmaktadır. Ama asıl gerçek, ‘Türkiye’de yaşanan güç kayması’ gözden kaçmaktadır. Yaşanan ‘güç kayması’ nedir? Türkiye ‘bağımsız, laik, ulusal, üniter Cumhuriyet’ yapısından ‘GÜÇ KAYMASI’ yoluyla yeni bir yapıya dönüştürülmektedir. Bu yeni yapı ise ‘dışa bağımlı, Sünni İslamcı, dinsel ve etnik ayrımcılığa açık yeni Cumhuriyet’ olarak tanımlanmalıdır. 1923 yılında kurulan Atatürk Cumhuriyeti, saltanatı kaldırarak ve halifeliği ilga ederek, tekke ve zaviyeleri kapatarak dini toplumu düzenleme işlevinden uzaklaştırmıştır. Din, laik sistemde, kişilerin kendi inançları olacak ve din yoluyla kimse ötekinden üstte ya da aşağıda tutulmayacaktır. Asıl ‘güç kayması’ bu alanda yaşanmaktadır. Sünni İslam hem kişinin dinidir hem de toplumu yönetmenin kurallarını koymalıdır. Elbette 1400 yıl içinde değişiklikler olmuştur ama konunun özü değişmemiştir. Bu da zorla değil, yavaş değişimlerle gerçekleşecektir. Toplum ‘ikna edilecektir’. Toplum açısından fazla zorluk yoktur. Türk toplumu özünde inanmaya yatkındır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kulluk ve kölelik anlayışı belleklerdedir. Toplum, Batı toplumlarının evrimini geçirmemiştir. İnsanlarımıza inanç yakın ve sıcak gelmektedir. Özeleştiriye dayalı bilinç ise uzak ve soğuktur. İnsanımız ‘sen sorumlusun, yaşamını sen kuracaksın’ önerisinden uzaklaşır. ‘Sen bana güven, benim dediğimi yap, merak etme’ sözü ona çok yakındır. Bu kültürde iktidarın odağına inancı koyanların işi daha kolaydır. Kültürel yapıdan kaynaklanan engel budur. Şimdi bu durum, toplumu dinselleştirmek isteyenlere yardımcıdır. Ama iş bununla başlamamıştır, bununla da bitmeyecektir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkmenistan gezisi sırasında Cumhuriyet’in de aralarında yer aldığı gazetecilerle sohbeti sırasında, AB İlerleme Raporu’nda Türkiye’de antisemitizmden duyulan kaygıların da yer aldığının anımsatılması üzerine, yanındaki danışmanlarının da verdiği destekle “Bu yönde ifadeler yer almasının mümkün olmadığını” belirtmiş ve “Böyle bir şey varsa buna önce ben karşı çıkarım” diye eklemişti. Kendileri sonra ne kadar takibini yaptı bilemeyiz ama ziyaret akabinde, resmi kurumumuz olan AB Genel Sekreterliği’nin web sitesinden ulaştığımız İlerleme Raporu’nda “Türkiye’de antisemitizmin kaygı verici bir mesele olmayı sürdürdüğü” tespitinin yapıldığını okudum. İlgili paragrafta, ülkemizdeki antisemitizmin ‘İslamcı ve aşırı milliyetçi basında yer alan nefret içerikli söylemle bağlantısı’na da özel olarak vurgu yapılıyordu. Durumun vahametini ve ulaştığı noktayı bilmek isterlerse Köşk danışmanlarına Şahlıurfa’da bir esnafın vitrininde yer aldığını basından öğrendiğimiz “ ‘İt’ Girebilir, İsrailliler Asla” yazısını da hatırlatmak isterim. Bizden sonra kendisiyle NATO zirvesinin yapıldığı Lizbon’a uçan meslektaşlarımız da, Hint asıllı İn ANALİZ UTKU ÇAKIRÖZER ne tür büyük acılara yol açtığı henüz hafızalarda yerini korurken, yetkililerimizden beklentimiz bu tür tartışmalara ‘siyasetçi’ değil ‘devlet adamı’ gibi yaklaşarak topluma örnek olmalarıdır. Naipaul tartışmasında sessiz kalan bir başka lider de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’ydu. Geçirdiği ameliyattan sonra dün yaptığımız görüşmede bu konudaki görüşlerini şöyle özetledi: “Sanatçılar aykırı insanlardır, sanatlarına saygı duymak lazım. Biz onların fikir özgürlüğüne, onlar da kitlelerin inançlarına duyarlı olmalı. ancak bir sanatçının görüşleri ve sanatı yüzünden Türkiye’ye gelemiyor olması ya da Türkiye’yi terk etmek zorunda kalması kabul edilemez. Türk halkı hoşgörüsüz değildir. Mustarip olduğumuz bu hoşgörüsüzlük kültürü, AKP medyada güçlendikçe daha fazla artmaya başladı. Böyle bir kültür halka yerleştirilmeye çalışılıyor. Asıl hoşgörüsüz olan, kendisini aydın sanan AKP yandaşlarıdır. Biz siyasetçilere düşen ise hoşgörüyü toplumda olabildiğince egemen kılmaktır. Aykırı düşünceleri, gerekirse büyük sabırla dinlemeyi bilmeliyiz.” ucakirozer@cumhuriyet.com.tr DEĞİŞEN DÜNYADAN HÜSEYİN BAŞ Türkiye’de Hoşgörüsüzlük Neden Artıyor? giliz yazar Naipaul’un İstanbul’daki “Avrupa Yazarlar Parlamentosu”na onur konuğu davet edilmesine karşı başlatılan linç kampanyasını gündeme getirdiklerinde Cumhurbaşkanı Gül, konuya girmek istememiş. Araştırılsa muhtemelen Sırp yönetmen Emir Kusturica’nın Antalya Film Festivali Jüri Başkanlığı’nı bırakarak Türkiye’yi terk etmesinin nedenlerine de girmemiştir Cumhurbaşkanımız. Bu sessizliğinde yalnız da değildir. İslam dini ile diğer dinleri buluşturma iddiasındaki Medeniyetler İttifakı projesinin eşbaşkanı sıfatını taşıyan Başbakan Tayyip Erdoğan, Balkanlar’da dinlerarası uzlaşı için onlarca kez zirve toplayan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Avrupa başkentlerinde Türkiye’de ‘farklı dinlere gösterilen hoşgörü’yü anlata anlata bitiremeyen Başmüzakereci Egemen Bağış, ne Naipaul ne de Kusturica aforoz edilirken kendi mahallelerine karşı seslerini çıkarmışlar ya da çıkarabilmişlerdir. Kültür Servisimizin yöneticisi Celal Üster’in “sanatsal değil dinsel bir linç” tespiti ile birlikte Taraf yazarı Nilüfer Kuyaş’ın “Türkiye son zamanlarda niçin müminlik yarıştırmaya, Müslümanları kim kötülemiş bekçiliği yapmaya başladı?” sorusuna katılmamak elde değil. Bu soru, ‘Türkiye’de neden antisemitizm kaygı verici biçimde sürmektedir?’ ya da ‘Neden Türkiye gayrimüslim din adamlarının öldürüldüğü bir ülke olarak anılmaktadır’ gibi sorularla genişletilebilir. Sorunun yanıtı sekiz yıllık AKP iktidarında yatmaktadır. “Biz yapmıyoruz ki” demek, Türkiye’yi yönetenlerin sorumluluktan sıyrılmalarını sağlayamaz. İster Cumhurbaşkanı olsun ister başbakan ya da bakan, yönetim makamında oturan kişilerin yapılanlara sessiz kalmaları da bir şekilde bu olumsuzluğa teşvik anlamı taşımaktadır. Din konusunun istismarının yakın geçmişimizde NATO Yeni Stratejisiyle Küresel Rol Üstleniyor... NATO’nun Lizbon zirvesi öncesinden başlayan, ne ki koparılan onca gürültüye karşın sonuçta dediği olan ittifakın çoktan hazır olan yeni stratejisinin önemli hedefleri arasında, NATO üyesi ülkelerde yaşayan 900 milyon nüfusun, önümüzdeki yıllarda karşı karşıya kalması muhtemel füze saldırıları, nükleer silahların yaygınlaşması, siber saldırı ve terörist tehditleri bertaraf edecek, üye ülkelere boru hatları ve deniz taşımacılığıyla enerji sağlanmasının güvence altına alınması yer alıyor. Çok sayıda yorumcunun da vurguladığı gibi NATO’nun kurulduğu 1949 yılından bu yana, özellikle de son on yıldaki gelişmeler, ittifakın yeni stratejiler benimsemesini gerektirmiştir. Nitekim yeni strateji, Bill Clinton’ın Yugoslavya’ya karşı düşmanlığıyla ünlenmiş Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın başkanlığında 12 uzman tarafından kaleme alınan rapordan sonra gerçekleşme aşamasına ulaşmıştır. Söz konusu rapora göre, NATO anlaşmanın sınırları dışında da askeri harekâta hazır olmalı, dünyanın neresinde olursa olsun “çağdaş toplumlara” yönelik tehditlerin önü kesilmelidir. Nitekim, Dominique Bari’nin L’Humanite’deki yazısında anımsattığı gibi (18.11.2010), Bayan Albright NATO’ya yazdığı bir mektupta benimsenen stratejik konsepti şöyle dile getirmektedir: “Küresel boyutta, küresel ortaklarla, küresel misyon gerçekleştirilmelidir. Daha açık bir deyişle ittifak dünyanın tüm ülkeleriyle ve söz konusu ülkelerin NATO temel politika ve değerlerini benimsemesi koşuluyla yoğun politik ve pratik ortaklıklar kurabilecektir.” NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’e göre Avrupa Birliği ve Birleşik Devletleri birbirine bağlayan ticari ilişkiler, dünya gayri safi iç hasılasının yarıdan fazlasını ifade etmektedir. Burada söz konusu olan ittifakın dünyanın bu iki bölgesini birbirine bağlayan biricik köprüsü rolü sürmektedir. NATO çağdaş toplumlarının, özellikle Amerikan çıkarlarını ve piyasa ekonomilerini besleyen yaşamsal önemdeki kaynakların güvence altına alınmasında sayısız çıkarları bulunmaktadır. Genel Sekreter, NATO’nun temel misyonunu, en açık şekliyle şöylece özetlemektedir: “Kuzey Atlantik Antlaşması’nın misyonu dünya nüfusunun %15’inin enerji gereksinmelerini ve enerji yollarının güvenliğini sağlamaktır.” Görülen o ki, yeni strateji ile NATO küresel sorumluluklar üstlenmektedir. Füze savunma sistemi, Rusya ile işbirliği düşünüldüğünde bu yeni konsepte uygun görünmektedir. Füze savunma sisteminin hangi ülkeye yönelik olduğu tartışmaları, hele “Düğmeye ben basarım” türünde içe dönük efelenmelerin ise herhangi bir kıymeti harbiyesi olmadığının anlaşılması uzun sürmemiş, sonunda taşlar yerine oturmuştur. Füze savunma sistemi “nereden gelirse gelsin” muhtemel saldırgana yöneliktir. Bu arada füze savunma sisteminin “maliyeti” de unutulmamalıdır. Ajanslara düşen ilk bilgilere bakılırsa bu, on yıllık bir sürede 200 milyon Avro gibi oldukça düşük bir rakamdır. Ancak bunun sadece kumanda sistemiyle ilgili olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Buna hemen operasyonlarda yer alan NATO güçlerinin korunması için geliştirilecek “koruyucu şemsiye”nin maliyeti de eklendiğinde rakam milyor Avro’ya ulaşmaktadır. Ama asıl maliyet üye ülkelerin radarları ve düşman füzelerini önce saptayacak, ardından yok edecek sistemlerle ilgilidir. Uzmanlara bakılırsa, bu yine on yıllık sürede 20 milyar Avro (yaklaşık 40 milyar dolar) olacaktır. Üyeler arasında aşılması gereken bir başka “anlaşmazlık” ise nükleer silahsızlanmadır. Başkan Obama’nın 2009 Nisanı’nda nükleer silahsız bir dünyadan söz etmesine Almanların yakın durmasına karşın Fransa aynı fikirde değildir. Fransızlara göre “füze kalkanı” sadece bir tamamlayıcıdır. Nükleer caydırıcılığın yerine geçmesi söz konusu değildir. NATO Genel Sekreteri de bu görüşe yakındır. Ancak füze savunma sisteminin dünyada Soğuk Savaş’ta olduğu kadar önemli olmasa da yeni bir silahlanma yarışı başlatması olasılığı da yok sayılmamalıdır. Nitekim Birleşik Devletler, şu sıralarda Suudi Arabistan’a tarihinin en büyük silah satışını başlatmak üzeredir. Söz konusu “mega kontrat” yaklaşık 60 milyar dolar gibi devasa boyuttadır. Ancak Birleşik Devletler’de neredeyse devlet içinde devlet sayılacak ölçüde güçlü dev askersel endüstri kompleksi için bu rakamlar ne denli “devede kulak” da olsa, özellikle ekonominin zorda olduğu şu sıralarda yine işe yaramıştır. Nitekim büyük siparişin bir bölümünden F15 uçakları ve çeşitli modelde helikopterler konusunu üstlenen ünlü Boeing, siparişleri karşılaması için 77 bin işçi alacak, satıştan ise 24 milyar dolar kazanacaktır. Buna, kuşkusuz, NATO için kurulacak füze savunma sisteminden gelecek paralar dahil değildir. Gerçek şu ki, saldırı ya da savunma, fark etmez, malı götüren hep kaçınılmaz biçimde Birleşik Devletler olmaktadır. Haydarpaşa Garı’nın çatısı nedeni belli olmayan yangın nedeniyle tahrip oldu İstanbul Haber Servisi Tarihi Haydarpaşa Garı’nın çatısı henüz belirlenemeyen nedenle çıkan yangında kül oldu. Can kaybı ve yaralanmanın olmadığı yangın, 15.30’da başladı, 16.30 sıralarında ise kontrol altına alınarak soğutma çalışmalarına başlandı. Olayın ardından iki kişi sorgulanmak üzere emniyete götürüldü. Yangına, itfaiye ekipleri karadan, yangın söndürme römorkları da denizden su ve köpükle müdahale etti. Gar binası çalışanları ve yolcular tahliye edilirken polis de bölgede güvenlik önlemi aldı. Yangının neden olduğu kara duman, Ortaköy sahillerine kadar ulaştı. Tahribat büyük Yangına çatı katında onarım ve izolasyon çalışmaları sırasında kaynak yapılırken sıçrayan kıvılcımların neden olduğu iddia edildi. Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’nden Sami Yılmaztürk, yangını duyur duymaz Haydarpaşa’ya ulaştığını, ancak itfaiye ekiplerinin kendilerinden sonra geldiğini öne sürdü. Yılmaztürk, “Havadan da müdahalenin yapılmış olması gerekirdi. Yangın ciddi bir tahribat yaptı” diye konuştu. Dünyada güç kayması Bu dönüşüm kendiliğinden olmamıştır. Dünyada büyük bir ‘güç kayması’ yaşanmıştır. Sovyetler Birliği 1989 yılında dağılmıştır. Amerika tek küresel güç olarak ortaya çıkmıştır. Misyonu, dünyayı yeniden biçimlendirmektir. Politikada Amerikan egemenliği, ekonomide özelleştirilmiş dünya pazarlarının yayılması. Bu politikaların önündeki engel ‘ulusdevlet’lerdir. İşte Türkiye’ye yönelik saldırının amacı da bu sosyopolitik projedir. Kürt kartı bu amaca yönelik olarak devreye sokulmuştur. Irak parçalanıp yağmalanmıştır. İran hedeftedir. Afganistan, İkiz Kuleler saldırısı bahane edilerek işgal edilmiştir. Amerika Asya’ya girmiştir. Ortadoğu kilit önemdedir. Anahtar ülke de Türkiye’dir. Ayrıca Türkiye, İslam ülkelerinin anahtarı konumundadır. AKP de Türkiye’de bu işlerin anahtarıdır. Ekonomi borçlarla yürütülmektedir. Yoksulların durumu düzeltilmemekte, sadaka dağıtılmaktadır. Toplum inanç yoluyla yatıştırılmaktadır. Bilinçli kesimin üstüne de şiddetle gidilmektedir. Yetkiler, yargı yolu, vergiler, denetimler bu amaçla kullanılmaktadır. Sivilleşme, demokratikleşme adı altında aslında cihat yapılmaktadır. Güç kayması devam etmektedir. ‘İyi de ne yapalım?’ sabırsızlığına kapılmadan anlamak gerekiyor? Yaşadıklarımız nedir? Ve ‘nedendir?’ Şimdi ‘ne yapmamız gerekiyor’? Göreceğiz... erdalatak@gmail.com ‘Spekülasyonlar yersiz’ Garın çatısında izolasyon çalışması yaptıklarını anlatan Ulaştırma Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Talat Aydın, yangının bu çalışmalar nedeniyle çıkmış olabileceğini söyledi. Aydın, gazetecilerin “Tarihi eserlerde kullanılmaması gereken malzeme kullanıldığı iddiaları var” şeklindeki anımsatmaları üzerine “Böyle bir spekülasyon çok yersiz” diye konuştu. Yangının ardından ana hat seferleri başlarken Haydarpaşa çıkışlı banliyö seferleri ikinci bir emre kadar yapılmayacağı bildirildi. ‘Onarım varsa kaçak çalışma var demektir’ Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk Haydarpaşa Tren Garı’nda belediyenin denetiminde bir onarım olmadığını belirterek, “Eğer yangın onarım yapılan yerde çıktıysa kaçak çalışma var demektir” dedi. Tarihi binaları onarmak için her ilçede KUDEP adlı birimler olduğunu, bu birimlerin onarım ruhsatı verdiğini ve yapılan çalışmaları denetlediğini belirten Öztürk, “Burasıyla ilgili belediyemiz tarafından verilmiş bir onarım ruhsatı söz konusu değil. Başvuru var. Tabiat ve Kültür Varlıkları Kurulu’ndan onay alınmış. Daha sonra ödenek yokluğundan bizden ruhsat alınmamış. Belediyenin denetiminde yapılan bir onarım yok” diye konuştu İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, yaptığı incelemenin ardından yangına hızlı bir şekilde müdahale edildiğini belirtti. Bölgede inceleme yapan CHP İstanbul İl Başkanı Berhan Şimşek “Tarihi eserin tuzlu deniz suyu ile söndürülmesini” “Cehalet değildir, cahilliğin daniskasıdır, yazıktır, günahtır, ayıptır” şeklinde değerlendirdi. ‘Yangının nedeni Haydarpaşa yağması’ Mimarlar Odası Genel Başkanı Eyüp Muhcu, Haydarpaşa kıyı alanı ve kamusal alanının 56 yıldır dönüştürülmek istendiğini belirterek, bu yolla bölgenin yağma niteliğindeki uygulamalara açıldığını, bunu gerçekleştirmek için ise her yolun denendiğini söyledi. Muhcu, “Yağma sürecine bağlı olarak bir imar süreci var bunun sonucunda yangın çıktı” dedi. İki ay önce elektrik kablolarının yetersizliği nedeniyle yangın çıktığını ifade eden Muhcu, “Uyarılmış olmalarına rağmen İBB Başkanı Kadir Topbaş ve Çevre ve Orman Bakanı Veysel Erdoğlu, yangını söndürmek için sorumluluklarını yerine getirmemişlerdir. Bunu neden yapmadıklarını açıklamak zorundadırlar” diye konuştu. Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şube Başkanı ve Haydarpaşa Dayanışması Platformu Sözcüsü Prof. Dr. Deniz İncedayı, da son 2 ayda 2 yangını “düşündürücü” bulduğunu söyledi. İncedayı, “Gerekli önlemler alınmadan nasıl tadilat yapılıyor” diye sordu. ‘Haydarpaşa Garı Projesi’ İBB Meclisi tarafından 18 Ocak 2009’da oyçokluğu ile kabul edilen imar planıyla Haydarpaşa Garı “gar, kültürel tesis, turizm ve konaklama” alanı olarak belirlenmişti. Karara birçok meslek örgütü tepki gösterek Haydarpaşa Limanı’nın alanın yeşil alan olarak kalması gerektiği belirtmişti. 70 sivil toplum örgütünün oluşturduğu “Toplum, Kent ve Çevre İçin Haydarpaşa Dayanışması” platformu Haydarpaşa Garı’nın yıkılmaması için kampanya başlatmıştı. (Fotoğraf: SERKAN YILDIZ) Tarihi bina alev alev C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle