23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
22 KASIM 2010 PAZARTES CUMHUR YET SAYFA DİZİ İhsan Sabri Çağlayangil, bir vasıta aracılığıyla yolladığı mektuplarda ‘beşi bir yerdelerin’ mürekkebi kurumadan anayasayı çiğnediğine dikkat çekiyor 9 Zincirbozan’ın SÖZDEN YAZIYA SÜHEYL BATUM yolları taştan Eski AP’lilerle CHP’liler aylarca kalacakları Zincirbozan’a geldiler ve giriş kapısının bir kenarına iliştirilmiş yazıyı okudular. “Sayın misafirler” diye başlıyordu yazı; “bu ikametin bir tutukluluk ve adi nezaret altında bulundurmak olmadığının” altını çizdikten sonra “konukların” riayet edecekleri “hususları” sıralıyordu. Yanlarında fotoğraf ve film makineleri bulundurmak, girilmesi yasak olan mahallere girmeleri yasaktı. Sadece akrabaları olan kişilerle gösterilen yerlerde görüşebileceklerdi. 13.00 ile 18.00 arasındaki ziyaret saatlerine mutlaka uyacaklardı. Ziyaretçi, konuşma sırasında not tutamayacak, konuşmaları banda alamayacaktı. Yazının altında “kafesin” ev sahibinin imzası vardı: Komutan Erol ErdemDz. P. Bnb. Müfreze Komutanı. “Konuklar” saptanan günde Zincirbozan’a teslim oldular. Bir kişi dışında: İhsan Sabri Çağlayangil! Eski Dışişleri Bakanı, 12 Eylül günü Cumhurbaşkanı Vekili görevinde olan İhsan Sabri Çağlayangil, Zincirbozan’daki zorunlu ikametini resmi davet üzerine gittiği Sovyetler’de öğrendi. TürkSovyet ilişkilerinin gelişmesinde önemli roller oynayan Çağlayangil’e Moskova; devlette hâlâ resmi önemli bir görevde bulunuyormuş gibi büyük itibar göstermişti. Gezi birkaç gün daha sürecekti. Çağlayangil kararı öğrenir öğrenmez Rusya’dan Kenan Evren’i aradı. Birkaç gün gecikmeyle Zincirbozan’a teslim olup olamayacağını sordu. Evren, kalabilirsiniz, dedi ve Çağlayangil diğerlerinden üç dört gün sonra Zincirbozan’a geldi, arkadaşlarına katıldı ve ne geliş! Buzdolabı dahil, gerekli gördüğü bütün gereçleriyle birlikte! Zincirbozan’a bir kez girebildim. Demirel’in sadık emekli polisi Hayri, beni bir yolunu bularak içeri soktu. Kaldıkları binanın önündeki yolda Demirel ve arkadaşlarıyla ayaküstü görüşebildim. Siyasi hiçbir konu konuşmadık. Telefonla görüşmek olanaksızdı. Fakat Zincirbozan’la “bir vasıta” aracılığıyla mektuplaştık. Geceleri kapı çalınır; oradan gelen mektubu “birisi” elime tutuşturur ve tek sözcük etmeden giderdi. Demirel’le Çağlayangil’in Zincirbozan’dan gönderdikleri, 12 Eylül darbesine, hatta geleceğe dönük düşüncelerini, kimi yerde duygularını yansıtan mektuplardan kimi örnekler vermek istiyorum. Bayramda, tüm gündemi “CHP BDP sözde ittifakı” haberi aldı. İlk önce şunu söyleyeyim sevgili dostlar, sizler benim “bayram konuşmamda”, “BDP ile seçim ittifakı yapacağız ya da yapmalıyız” türünde bir ifademi duydunuz mu? Ben ne dedim? “Biz Türkiye’nin tüm sorunlarını çözmeye talibiz. Bu yönde demokratik, laik, bağımsız, hukukun üstünlüğüne dayalı Cumhuriyet anlayışına inanan, tüm meşru partilerle bu sorunları ve çözümlerini görüşürüz.” Aynen böyle dedim. Pekiyi, burada “seçim ittifakı yapacağız” var mı? O halde “bu gündem” neyin nesiydi? Neden konu buralara getirildi? Neden bazı gazeteler ya da gazeteciler(!) o başlıkları attı? Devam edelim sevgili dostlar, Lizbon’da Nato zirvesi yapıldı. Medya yorumlarına bakın yeter. Zaten bizden istenen “füze kalkanının Türkiye’ye yerleştirilmesi” değil miydi? Pekiyi, ne oldu? Aynısı oldu. Efendim İran adı geçmemiş. Yani kime karşı kuruluyor dersiniz? ABD ve İsrail’e ya da Fransa’ya karşı mı? Ama efendim, ad konulmamış(!). Devam edelim; biz bu “kalkana” para ödeyecek miyiz? Hiç bilgi yok. Soran yok, merak eden yok. Ama haberler ve başlıklar ne? “Türkiye, ilk kez tüm istediklerini aldı”. Yani yukarıdaki tipik çarpıtma mantığı. Devam devam… Yürütmenin en tepesinde oturan iki kişi, Cumhurbaşkanı ve Başbakan, türban gibi yıllardır dillerinden düşürmedikleri tek konuda tamamı ile ters düşüyorlar. Bu ilgi çekici değil mi? Haber niteliği yok mu? Ama bu çelişkiyi soranlara Cumhurbaşkanı, “Yeter, sıkıldım artık” diyor. Ve medyada bir daha tek kelime sorulamıyor. Neden dersiniz? Tesadüf olabilir mi? Aynı şekilde Boğaziçi Üniversitesi’nde Başbakan protesto ediliyor. 500 polis saldırıyor. Coplar, biber gazları. Ertesi gün medyada ne var? Başbakan’a soru bile yok. Yoksa tesadüf mü? Hayır, sevgili dostlar, hiçbiri tesadüf değil. Nedeni de çok açık. İlk önce şunu biliyoruz ki, Türkiye’de şu anda uygulanan rejim, tam bir baskı rejimi. Ve bu “baskı rejimi”, tamamen “dış kaynaklı”. Neden mi? Çünkü bazı dostlarımız, müttefiklerimiz, 1990’lı yıllarda dünyayı yeniden inşa ederken, Türkiye’yi de “ılımlı bir İslam rejimi” olarak yeniden oluşturmak istediler. Kimilerine göre bu yeni rejimin adı, ılımlı İslam cumhuriyeti olacaktı, kimilerine göre “ikinci cumhuriyet”, kimilerine göre ise “AB yolunda ileri demokrasi”. Ve oyun başlatıldı. Birileri(!) bulundu, “bu Cumhuriyeti, İslami esaslara göre yeniden oluşturmak gerek” diyenler bir araya getirildi. Her şey hazırdı. O dönemin güçlü medyası tam desteğini verdi. Artık iş tamamdı. Her şey planlandığı gibi gitmişti. Ama 1 Mart tezkeresinin reddi bir hususu daha açıkça ortaya çıkardı. İktidar ne kadar değiştirilirse değiştirilsin, Türkiye’de yine bazı “Cumhuriyet kurumları” ve “Cumhuriyetçiler” söz dinlemiyorlardı. O zaman ne yapıldı? İkinci aşamaya geçildi. Tamam rejim “ılımlı olacaktı”. Ama yine de, ılımlı derken, öyle herkesin istediğini söylemesi, yapması iyi değildi. İşte sonucunu “tezkerenin reddi” gibi olaylarla görüyorduk. O zaman geriye bir şey kalıyordu. Rejimin daha baskıcı olması. Ve karşı çıkan taraflar ve kurumlarla hesaplaşma… Yeni rejim şöyle olacaktı; tüm yetki ve güç, “bu iş için başa geçirilen, kurgulanan” kişi ya da kişilerde olacaktı. Ve onların dediğine uyulacaktı, biat edilecekti. Etmeyen grup ya da kişiler mi var? Onlar da bertaraf edilecekti. İşte çuval geçirme, Balyoz, kozmik oda araması, Ergenekon, telefon dinlemeler, medyaya saldırma, hep bu aşamadan sonra başladı. Zaten Cüneyd Zapsu’nun “Ne olur deliğe süpürmeyin, kullanın” sözü ile Büyükelçi Eric Edelman’ın “kendimiz için büyük… tehlike yarattık” sözü, yeteri kadar açıklayıcı değil mi? Tabii bu “yeni rejim” için bir zorunluluk daha vardı. Bu yeni rejimi ve onun hukuk düzenini kurma yönünde bir “psikolojik savaşın başlatılması ve yürütülmesi”. İşte bunun için de medyanın ele geçirilmesi zorunlu idi. Ele geçirilemeyenler üzerinde de inanılmaz bir baskının oluşturulması… İstenmeyen gazetecilerin kovdurulması; patronlara açıkça “Çalıştırdığınız gazetecilerin ne yazdığına dikkat edin, etmezseniz sonra gelip şikâyet etmeyin” denmesi; yeni “taraftar” gazetelerin çıkarılması; yeni medya kurmak için, devlet bankalarından büyük paraların, arkadaşlara, yandaşlara aktarılması ve böylece televizyonların yüzde doksanının ele geçirilmesi… İşte psikolojik savaşın nedenleri ve temel aktörleri … Sevgili dostlar, şimdi anlıyorsunuz değil mi, medyanın büyük bölümünün neden bu psikolojik savaşın temel aktörlerinden biri olarak kullanıldığını? Bu yeni rejime karşı çıkan herkesin ve her partinin, neden hemen “din düşmanı” ya da “Kürt vatandaşlarımızın düşmanı” olarak gösterildiğini? Ya da AKP’nin, ABD planlarını neden koşulsuz desteklemek zorunda olduğunu? Ve bu plana karşı çıkanların, neden “özgürlük düşmanı” ya da “iki cihanda lekeli” ilan edildiğini, bunun için neden bazı sanatçıların da kullanıldığını? Gerçekler Farklı ve Acaba Neden? ‘Suç da, suçlu da, ceza da icat edildi’ Cüneyt Paşa, Sana paşa yerine kardeşim diye hitap edecektim, ama bugünkü koşullar içinde bana kardeş olmak, hayırdan ziyade şerre delalet edeceği için, sana kıyamadım, gözde bir unvan tercihini uygun buldum. Kusurumu bağışla! “Yeni İktidar, Yeni Dönem”i aldım. Beyefendiye diye yazdıklarını da okudum. Kitapların devamını sabırsızlıkla bekliyorum. Ne güzel yazıyorsun. Mektubun genel durum için ümitli görünmüyor. Biz Yassıada’da iken “İçersi galiba dışardan daha iyi!” derdik. Bugünleri göreceğimizi bilseydik, o kadar insafsız olmazdık. 27 Mayıs’ın eziyeti belirli bir zümreye idi. Bugün millet ve rejim eziyet içindedir. İnsanın çektiği gelir geçer, millet ve rejim zedelenirse onarması o kadar kolay olmuyor. İçine düştüğümüz durum; her milletten çok Türk’e yakıştığı iddia edilen demokrasi adına utanç vericidir, ayıptır. Sistemin değil şahısların hâkim olacağı, yani tek parti devrindeydik. Daha doğru tarifiyle bugünkü gibi idare olunuyorduk. “Seyit Rıza meselesini Atatürk Elazığ’a gelmeden halledin!” diye Şükrü Kaya, bizi Elazığ’a gönderdi. Gece yarıları mahkemeler kuruldu, adalet seferber oldu. 60 yaşından büyüğünü, 18 yaşından küçüğünü asmak yasak. Nüfus kütükleri ile oynandı. Seyit Rıza 70’ten 59’a indi, oğlu Ali 17’den 19’a çıktı. Her ikisi idama mahkum edildiler. Seyit Rıza’yı sabaha karşı meydana götürdük. Sehpaları gördü. Bize döndü: Ayıptır, zulümdür, cinayettir, dedi. Sehpaya yürüdü. O gün ona yapılanı, bugün demokrasiye yapıyorlar. Günümüzün Seyit Rıza’sı demokrasidir. Sürgün cezası 85 yıl evvel tarihe karıştı. Dünkü anayasa da bugünkü anayasada, genel hukuk prensipleri de, vicdan da, ahlak da “yargısız kişi hapsedilemez” diyor. Bunu herkes diyedursun, Zincirbozan’da adam hapsediyorlar, sürgüne siyasetçi gönderiyorlar. “Beşi bir yerdeler”in MGK üyelerine bu ad takılmıştıözel yetkileri var, onlar dilerlerse kendilerini TBMM yerine koyarlar, ne derlerse yasa olur, Anayasa olur diyemezsin. ırzına geçince, Bölükbaşı; Kurtardığını becermek tabii bir hak galiba. Memleketi kurtardık diyenler de öyle yapıyorlar, demişti. Biz burada yargısız, süresiz, savunmasız hapis hayatı yaşıyoruz. Adımız ikamete tâbi tutulmak. Aslında buz gibi hapiste, sürgündeyiz. Suç da, suçlu da, ceza da icat edildi. Hiçbir kitapta yerimiz yok bizim. Varsın olsun deniliyorsa, bugün bana yarın sana varsın olur! “Yaptıkları ihtilalin hakkıdır, yaparlar bunlar” da diyemezsin. Bir kerre yaptıklarına kendileri bile “ihtilal” demediler, “harekât” dediler. Hadi biz ihtilal diyelim. Aradan üç yıl geçmiş. İhtilal şartlarından eser kalmamış. Millete bir anayasa modeli arzedilmiş. Referandum olmuş, onun hükümleri, yürürlüğe girmiş. Hadi bunu da unutalım, ihtilallerde kuvveti ellerinde tutanların kendilerine bahşettikleri yetkinin de bir sınırı vardır. “As!” deseler asılacak mı? “Vur!” deseler vurulacak mı? İhtilal yetkisi bile anayasa, insan hakları ve adalet, nasafet kurallarıyla ölçülüdür: Bunların yaptıkları sade demokrasiyi değil insan haklarını da delip geçmiştir. “Canım, öyle ama, günde yirmi kişi ölüyordu. Diyelim ki, size haksızlık yaptılar. Sabredin. Memleket kurtulsun. Azıcık çekseniz ne olur?” diyeceksen, bilsem ki, memleket bu yolla selamete çıkacak, çektiklerimiz helal olsun demeyen namerttir. Hapsedilen aslında 16 kişi değil Buna zaten alışığız. Yassıada’dan çıkarken de böyle dedik. Ama adım gibi bilirim ki, bu vesayet altındaki idare, memleketi selamete değil, felakete götürür. Gafillerin kafalarını taşa çarpmaları gerçeği görenlerin mutluluğu olmayacak ki... Millet de kayaya vuracak geminin içindedir. Böyle olmasa; “Firakı, hapsü mefyi kadri namusumla gördüm hep, Cihanın bin belâsından bana perva mı kalmıştır?” deyip geçeriz. Dışarıda olsak farklı bir şey yapacak değiliz. Biz kendimizi mesele yapmıyoruz. Biliyoruz ki burada hapsedilen 16 kişi değildir. Hak, hukuk, adalet, demokrasi, milli irade, akıl, vicdan, fazilet... hepsi bizim mapusane arkadaşlarımızdır. Sen burada olsan Zincirbozan’dan çok romanlar çıkar. Baş komünistlerle, dünyaya nizam vermeye kalkarken önündeki kuyuyu görmeyenlerle, birbirlerini rüyada görseler hayra yorulmayacaklarla, sesleri duyulsa insanın tüyleri diken diken olunacaklarla, kader geldi bizi can ciğer yaptı. Bundan sonra Süleyman Genç’i bizimkilerle birlikte cuma namazında, Ferhat Arslan’la Deniz Baykal’ı, bizlerle kol kola görürsen şaşma! Terhis olursak sana anlatacak çok şeyim var. Hanımefendiye saygılarımız var. Gözlerinden öperim. İhsan Sabri Çağlayangil Zincirbozan; 31.8.1983 Yargısız, sorgusuz, süresiz... Bu özel yetki, feshedilen Meclis’e ve 1961 Anayasası’na aittir. Onlar kendilerini müstakbel TBMM yerine koyacaklarına, kefil oldukları anayasayı da çiğneyeceklerse niye referandum yaptılar? Niye seçim yapıyorlar? Bu anayasa der ki: Ben yürürlüğe girdikten sonra, siyasi partiler ve seçim kanunlarıyla ilgili suçlar, münhasıran yetkili yargı mercilerinin işidir. Bugünün Devlet Başkanı nutuk çeker ve der ki, “Yeni anayasamıza göre kurulacak partilerin kaderi Anayasa Mahkemesi’ne aittir.” Sonra dönerler, daha mürekkebi kurumadan anayasayı çiğnerler, parti kapatırlar. “Parti kurmak, partiye girmek serbest” derler, sen kurdun, sen girdin diye Zincirbozan’a adam gönderirler. İnsanın gözünün içine bakarak, “demokrasinin âlâsı bizimkidir” diyerek! Bir kovboy filminde Kızılderili, ölümden kurtardığı kızın Yarın: ‘Bir devrin ayıbı bu’ Kurtuluş Günü son kez kutlandı MARDİN (Cumhuriyet) Mardin Belediye Meclisi’nin aldığı kararla kurtuluş günü olmadığı için 21 Kasım’ın “Kurtuluş” yerine “Onur Günü” olarak değiştirilmesi kararının ardından Mardin’de dün son kez “Kurtuluş Günü” kutlandı. Cumhuriyet Meydanı’nda başlayan tören Mardin Valiliği’nde devam etti. Belediye Başkanvekili Behzat Demirkol, Mardinlilerin kıvrak zekâsıyla kentlerini düşmanların eline teslim etmekten kurtardıklarını ifade etti. Demirkol, “Mardin’in İngiliz ve Fransızlarca işgal teşebbüsüne uğradığını söyleyen araştırmalara göre, Mardin ateş açılmasına fırsata vermemiştir. Bu özel gün aslında ‘Onur Günü’dür” dedi. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle