16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B 9 EK M 2010 CUMARTES AÇI MÜMTAZ SOYSAL Bitmeyen Tartışma PENCERE Şair ve Devlet Memet Fuat Adam Sanat dergisinin aralık sayısındaki başyazısında 1940 kuşağı toplumsalcı şairleri ni sayıyor: Hasan zzettin Dinamo 1909 doğumlu, sonra 1911, 1916, 1917, 1918, 1919 derken Ömer Faruk Toprak, Enver Gökçe, Mehmed Kemal 1920 doğumlular. Bir de çocuk denecek yaşta Arif Damar takılmış arkalarına. O 1925 li... ... Bir de 1940 sonrası toplumsalcı şairlerinin doğum tarihlerine bakalım: Attil lhan 1925, Can Yücel, Mehmet Başaran, Sabri Altınel 1926, Metin Eloğlu, Ahmed Arif, Şükran Kurdakul, Hasan Hüseyin 1927. Aralarındaki uzaklık iki ayrı kuşak diye anmamıza neden olacak kadar fazla değil belki, ama içinde yaşadıkları koşullar, karşı koymak zorunda oldukları baskılar çok değişik... Öncekiler yalnız yasalarla ezilmedi, yasadışı yollardan da ezildiler... Sonrakilere uygulanan baskı daha ölçülüydü. Memet Fuat ın dökümünü yaptığı toplumsalcı şairler arasında Rıfat Ilgaz yok, sanırım unutulmuş... 1940 kuşağı ile arkadan gelen toplumsalcı şairler, yaşlarına bakılırsa, Cumhuriyetten sonra okumuşlar; hepsi Öğretim Birliği Devrimi nın öğrencileri... 1923 Devrimi, herkesin bildiği gibi, tek partili yönetimle gerçekleşti. Günümüzde bu duruma bakarak o dönemi eleştiren ve karalayan pek çok kişi var; ama, bunlar yüzeysel ya da önyargılı yaklaşımlardır. Tek partili devrimci Cumhuriyet döneminde yönetimle şairler ve yazarlar barışıktı; isterseniz hemen akla gelebilecek adları sıralayalım: Mehmet Emin, Abdülhak Hamit, Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Yahya Kemal, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Halide Edip, Nurullah Ataç, Mithat Cemal, Ahmet Muhip Dıranas, Celal Sılay, Yusuf Ziya, Ahmet Rasim, Hüseyin Rahmi, Memduh Şevket, vb... Listeyi uzatmak kolay... Cumhuriyetin devrimci döneminde aydınlar, yazarlar, şairler ve bilim adamlarıyla devlet ve yönetim bütünleşmişti; Ulusal Kurtuluş Savaşı nda Anadolu ya karşı çıkan Refik Halit ve Refi Cevat gibi yazarlar bile bağışlanmıştı; bu sürecin sonuna doğru yalnız N zım Hikmet le yönetim arasında çelişki ve ça tışmadan söz açılabilir. 1940 kuşağından başlayarak şair ve yazarlara karşı devletin baskı uygulaması çok partili dönemde gerçekleşti. Bu öyle bir dönemdir ki Köy Enstitülerini kuran İsmet Paşa çevresindekilere: Ne yapacaksanız, demişti, hemen yapın; önünüzde ancak birkaç yıl var. 1950 de Demokrat Parti tek başına iktidara geçti; peki ülkeye demokrasi mi geldi?.. Yeni iktidarın ilk işi Ceza Yasası ndaki 141 ve 142 nci maddeleri ağırlaştırıp toplumcuların defterini dürmek yolunda baskıları ağırlaştırmak oldu. Yaşanan olayın içyüzünü, perde arkasını, tarihsel nedenlerini düşünmekte yarar var. Avrupa da demokrasi, halkın lokomotifi işlevini gören sanayi burjuvasının Hıristiyan şeriatına karşı savaşımla iktidara geçip kendi devletini kurması demektir; sosyal demokrasiyi de bu dalganın ardından parlamentoya ağırlığını koyacak işçi sınıfı pekiştirecektir. Türkiye de sanayi burjuvazisi ve işçi sınıfı yok tu ki çok partili rejim demokrasiyi ülkeye taşısın!.. 1950 de en gerici ve tutucu sınıfların iktidarı seçimle pekişince şair, yazar, öğretmen, aydın devlet düşmanı sayılmaya başlandı. Çok partili rejimle devlet, tutuculuğun güdümünde dinci politikacının etkisine girmişti; ancak yaşadığımız günlerde rota değişiyor. Laik Cumhuriyet devleti kimliğine yeniden kavuşuyor... Demokrasi, bu rotada yerine oturabilir. 3 Aralık 1998 tarihli yazısı İ stanbul Barosu ile Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arşivi tarafından or taklaşa düzenlenen Hukuka Felsefi ve Sosyolojik Bakışlar adlı toplan tıların beşincisini geçen ay İstanbul Üniversitesi nde gerçekleştirdik. İstanbul Barosu olarak yıllardan beri Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi ne ayrı ve özel bir önem veriyoruz. Üni versitelerin bu alana göstermesi gereken önemi yeterince göstermemelerinden dolayı ortaya çıkan boşluğu kurumsal ça balarımızla doldurmaya çalışıyoruz. Çağdaş ülkelerde Hukuk Felsefesi ne en az diğer hukuk ana bilim dalları kadar önemsendiğini görüyoruz. Ancak ülke mizde Felsefe sözcüğünden genelde korkulduğundan Hukuk Felsefe si ne de ne akademik düzeyde ne de uy gulamada hak ettiği önem ve değer ve rilmemektedir. Biliyoruz ki hukuk, yalnızca belirli normlardan oluşmaz. Normların derin liğindeki süreçler hukuku doğrudan et kileyen ve kuralları belirleyen temel olgulardır. Hukukun üstünlüğü Biz avukatlar, yargılamanın savunma ayağını yerine getiren kutsal bir mesle ği icra ediyoruz. Her gün hak arama yo lunda gerçekleştirdiğimiz iş ve işlemlerle hukuku soyut boyutundan çıkarıp somuta indirgiyoruz. Ancak hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı salt somut çabalarla sağlanamaz. Çünkü bu soyut kavramla rın uygulamada yer bulması ve gerekli liğinin ayırdına varılabilmesi için yalın haliyle özümsenmeleri zorunluluğu var dır. Öbür türlü hukukun üstünlüğü uğ raşısı salt pragmatist yaklaşım olmanın ötesine geçemez ve bir sorun biterken bir diğerinin başlamasının önüne geçile mez. Hukuk biliminin dinamik toplum ko şullarındaki değişim ve gelişimlerini izlemeden ve bunların boyutlarını irde lemeden hukukçu kimliğine tam an lamıyla sahip olunamayacağı kanısın dayız. Hukuk felsefesi Pozitif hukuk kurallarının en üst ve de ğişmez olduklarına inanılan veya zaten öyle oldukları düşünülen ilkeler, evren sel hukuk ilkeleri denilen düzenlemeler bakımından bir değerlendirme yapar ve tekil hukukların sınanmasını ve denet lenmesini sağlayacak evrensel ölçütler bulmaya, tüm insanlar için ortak bir üst hukuk geliştirmeye çalışır. Özellikle bu en üst derecede normatif yönüyle hukuk felsefesi, evrensel olduğuna inanılan temel kural ve normlara dayalı olarak eşitlik , özgürlük ve özellikle ada let , hak kavramlarını tanımlamaya çalışır. Bu nedenle normatif hukuk fel sefesi, çoğunlukla doğal hukuk öğreti lerinin alanı olarak da karşımıza çıkar. İnsan toplulukları, toplumsallaşma aşa masına geçtiklerinden bu yana, her dö nemde herhangi bir ahlaka sahip ol muşlardır. Buna karşılık devlet ve hukuk, ahlaka göre geç ortaya çıkmış feno menlerdir. Tarihsel olarak, ahlak, hukuku önceler. Ahlak felsefesi etik de, felse fe tarihinden bildiğimiz üzere, tarihsel olarak hukuk felsefesini öncelemiştir. Bu tarihsel öncelik yanında, bir mantıksal öncelikten de söz etmek gerekir. Hukuk felsefesi, hemen her zaman, en temel ön cüllerini ahlak felsefesinden almıştır, al mak zorundadır. Bir hukuk normu, her durumda ve öncelikle bir ahlaksallık ta şır. Örneğin Kant a göre herhangi bir hu kuk en nihayet, ifade edilmiş olsun ol masın, ahlaksal öncüllere dayanır. Ve üs telik Kant, bilindiği üzere, sadece hu kuk tan değil, hukuk etiği nden de söz etmenin doğru olacağını belirtir. Savunmaya verilen önemin salt şekli yönde kalması da adaletli bir hüküm oluşmasının önündeki en büyük engel lerdendir. Savunma görevini yerine ge tiren avukatların kutsal ve onurlu görev dolayısıyla haiz oldukları önem, ka muoyunun tüm kurum ve kuruluşlarıy la kabul görmeli; bu düşünce içselleşti rilmelidir. Bunun sağlanabilmesi için yargının mutlak anlamda bağımsız olması, yani demokrasinin en temel koşulunun yar gı bağımsızlığı olduğunu unutmamak ge rekir. Adalet duygusu olmadan bir ülkede yaşam sürmeye olanak yoktur. Bir dü şünürün söylediği gibi topsuz tüfeksiz ve de ekmeksiz yaşanabilir bir süre ama adaletsiz asla yaşanamaz. Adalet dü şüncesi salt bir kesimin koruması ya da gözetmesi gereken bir durum da değil dir. Adalet, toplumda her bireye her an için gerekli olan bir durumdur. Kendisi için adalet dileyen bir kişi, aslında ge nelde tüm toplum için adalet dilemek tedir. Çıkış yolu Hukuk Felsefesi kavram ve kurumla rının işlerlik kazanması ülkemizin hukuk devleti olabilmesi temel koşuldur. Bu kavramların bize yol gösterici olacağı nı düşünüyoruz. Yaşanılan sorunları ancak Hukuk Fel sefesi ve Sosyolojisi nin kavramlarıyla tartışmaya açabileceğimizi, geçmişten günümüze bu kavramların oluşturduğu etmenlerin köprü görevi görerek toplu ma bir çıkış yolu göstereceğine olan inancımız tamdır. Bu düşünceler çerçevesinde avukatlar olarak bizlerin de hukuku ve savunma yı Sosyoloji, Felsefe ve Psikoloji nin ve rileriyle sürekli beslememiz gerekir. Hukuku nasıl felsefeden ayıramazsak, avukat kavramını da etik ve ahlaktan ayı ramayız. Tüm iş ve işlemlerimizde avu kat olarak attığımız her tür adımda etik ilkeleri aklımızdan çıkarmamalıyız. Esa sında meslek kurallarından olan avu kat yazarken de konuşurken de özen li olmalıdır ilkesi etik kavramının so mut göstergesidir. Baromuzun Genel Kurul sürecinde de etik ilke ve kurallara göre, İstanbul Ba rosu avukatına yakışır biçimde hukuka ve adaletin gerçekleşmesine olan katkı larımızı sürdürüyoruz. Hukukun Felsefi Boyutu... Av. Muammer AYDIN İstanbul Barosu Başkanı SORUN bize özgü değil; türbanla sınırlı olduğu da söylenemez. Ayrıca, bütün tarih boyunca bütün dinlerle bütün toplumlar açısından tartışmalara, zorlamalara, hatta cezalandırmalara konu olmuş. Yorulmaz araştırmacı Orhan Koloğlu nun İslamda Başlık adlı kitabı, özde erkek başlıklarının, yani serpuş, külah, sarık, fes ve şapkanın tarihçesine dönük olmakla birlikte, tarihin yalnız erkek başlığına değil, kadın erkek tüm insanların giyimlerine ilişkin çekişmeyle dolu olduğunu vurgular. Yapıt, otuz yıl önce yazıldığı ve erkek başlığını ele aldığı için, girişinde türban yok; ağababası sayılabilecek olan sarık var. O girişten anlaşılıyor ki, inançların çoğu giyim kuşam konusunda buyruk getirmeden duramamış ve elbet direnişlere de yol açmış. Oysa, dinsel inançların ve inananların saçla, başlıkla değil, ibadet, ruh, günah ve sevap gibi ulv kavramlarla meşgul olması gerektiğini düşündük hep. Öyle değilmiş meğer. Ö yle olmadığı bugünün Türkiye sindeki kargaşadan belli. Aynı çekişme, Müslüman göçmenlerin yaşadığı Hıristiyan ülkelere de sıçramış durumda. CHP nin içinde süren ve henüz resmen açıklanmayan bir çalışma bu kargaşaya yeni bir renk daha ekleyeceğe benziyor: O çalışmaya göre, üniversitelerin özerkleştirilmesi akademik yönetimlere serbestlik getirince, türbanla derse girip girmeme de serbest olabilecekmiş. Galiba Fransa ve nüfusunun çoğunluğu Katolik olan bazı ülkelerdeki uygulamadan esinlenen bir çözüm önerisi: Oralarda devlet yönetimi dışındaki Katolik eğitim kurumlarında sınıflara haçlı simgeler asılabildiği gibi, kız öğrenciler de yetişkinlerin pandantifini andıran haçlı kolyeler takabiliyor; resm kurumlarda yasak. Yani, hayli zorlama sayılabilecek bir benzetmeyle, bizim ülkede üniversite öğretimini türbanlı ya da türbansız verme sorumluluğu akademisyenlerin omuzlarına yüklenecek. Bir bakıma, pratik ölçüt bulmak için de olsa üniversitelerin özerk olması gerektiği anımsandı diye sevinebilir insan; ama üniversiteler gerçekten özerk mi? Ya da, özerklik bu mu? Yoksa, tam tersi mi? Yani eğitimi bir dinsel inancın, hem de belli bir baş örtme biçimiyle bayraklaştırıldığı söylenen bir inancın gölgesinde vermek özerklik mi sayılacak? Başbakan Konuyu Diyanet İşleri Başkanlığı na soralım diyor. Soralım da, fetva olarak boyun eğip kabullenmek için mi? Tam tersine, aynı sorunun bir başka boyutunu da öğrenip laik ve demokratik devletin özgürleştirici felsefesiyle uyumlu duruma getirebilmek için. Diyanet, bunu kolaylaştıracaksa, anayasalı idare içinde yer almasına uygun davranmış olur. Yok, öyle değil de, İslam Cumhuriyetine doğru bir adım daha atmak için yaparsa, Kemalizmin yarattığı Türk devleti buna evet diyemez. [email protected] CMYB C M Y B 9 EK M 2010 CUMARTES AÇI MÜMTAZ SOYSAL Bitmeyen Tartışma PENCERE Şair ve Devlet Memet Fuat Adam Sanat dergisinin aralık sayısındaki başyazısında 1940 kuşağı toplumsalcı şairleri ni sayıyor: Hasan zzettin Dinamo 1909 doğumlu, sonra 1911, 1916, 1917, 1918, 1919 derken Ömer Faruk Toprak, Enver Gökçe, Mehmed Kemal 1920 doğumlular. Bir de çocuk denecek yaşta Arif Damar takılmış arkalarına. O 1925 li... ... Bir de 1940 sonrası toplumsalcı şairlerinin doğum tarihlerine bakalım: Attil lhan 1925, Can Yücel, Mehmet Başaran, Sabri Altınel 1926, Metin Eloğlu, Ahmed Arif, Şükran Kurdakul, Hasan Hüseyin 1927. Aralarındaki uzaklık iki ayrı kuşak diye anmamıza neden olacak kadar fazla değil belki, ama içinde yaşadıkları koşullar, karşı koymak zorunda oldukları baskılar çok değişik... Öncekiler yalnız yasalarla ezilmedi, yasadışı yollardan da ezildiler... Sonrakilere uygulanan baskı daha ölçülüydü. Memet Fuat ın dökümünü yaptığı toplumsalcı şairler arasında Rıfat Ilgaz yok, sanırım unutulmuş... 1940 kuşağı ile arkadan gelen toplumsalcı şairler, yaşlarına bakılırsa, Cumhuriyetten sonra okumuşlar; hepsi Öğretim
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle