18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B PANO DENİZ KAVUKÇUOĞLU Anlatamamanın Dayanılmaz Ağırlığı Öyle konular var ki bu köşede ele aldığımda ki- mi okurlardan geleceğini bildiğim tepkilere karşı na- sıl bir tutum takınmam gerektiğine önceden kafa yor- mam gerekiyor. “Anadilde eğitim” de bu konular- dan biri. Pazartesi günkü “Anadil” başlıklı yazım, es- kiden olduğu kadar olmasa bile yine de belli ölçü- de okur tepkisiyle karşılaştı. Bu köşede 13 yıldır yazıyorum, Cumhuriyet okur- larının benim Türkiye’nin “üniter yapıda” bir “ulus dev- let”, Türkçenin de “devletin resmi”, yurttaşlarının da “ortak” dili olarak kalmasından yana olduğumu bil- meleri gerekir diye düşünüyorum. Fakat öyle ol- muyor; kimi okurlar, “Eğer Türkler Türkçe, Kürtler Kürtçe, Çerkezler Çerkezce vb. öğrenecek olurlar- sa aralarında nasıl anlaşacaklar?” gibi anlamakta zor- landığım sorular yöneltiyorlar. Oysa kimse Türkçenin dışındaki anadillerin ilk- öğretimden başlayarak Türkçenin yerine geçmesi diye “absürd/saçma” bir istemde bulunmuyor. Anadilde eğitimden kastedilen söz konusu dilin “seç- meli ders” olarak Milli Eğitim müfredatına alınıp öğ- retilmesidir. Evinde sözgelimi Kürtçe konuşan bir ai- le okula giden çocuğunu seçmeli ders olarak Kürt- çeye yönlendirme hakkına sahip olmalıdır. Yurt- taşların anadillerini öğrenmek istemeleri temel bir in- san hakkıdır, bu istemi karşılamak da uygar/çağdaş bir devletin temel yükümlülükleri arasındadır. Bugün Almanya’da, Hollanda’da ya da Türk nü- fusunun yoğun olarak bulunduğu başka Avrupa ül- kelerinde Türkçe seçmeli ders olarak okul prog- ramlarında yer almaktadır. Türkiye’nin bu ülkelerden eksiğinin olmaması gerektiğini düşünüyorum. Kimi okurlar da karşı düşüncelerine gerekçe olarak ülkemizin içinde bulunduğu duyarlı durumu göstermekte, bu koşullarda ileri sürülen anadilde eği- tim isteminin “siyasal kaynaklı” olduğunu vurgula- yarak konuya olumlu yaklaşmanın “PKK’nin ek- meğine yağ sürülmesi” anlamını taşıyacağını söy- lemektedirler. Bu istem özü bakımından “kültürel” bir istemdir, fakat gereksiz ve uzun bir inatlaşma sürecinde si- yasallaşmıştır. Fakat bu inatlaşmayı salt Kürtlere yük- lemek haksızlık olur. Unutmayalım ki dün denecek kadar kısa bir zaman öncesine kadar bu yazıyı yaz- mak bile ülkemizde suçtu. Siyasal yönetimler onlarca yıl Kürt dilini yok say- mışlar, bu dilin Türkçenin “deformasyona uğramış bir lehçesi” olduğuna ilişkin kuramlar üretmişlerdir. Cumhurbaşkanlığı bu ülke seçmeninin yüzde 92’si- nin oyuyla onaylanmış 12 Eylül’ün darbe lideri Ke- nan Evren’in “karda yürürken çıkan kart-kurt ses- leriyle Kürt ve Kürtçe kavramları arasında kurduğu dâhiyane(!) ilişki” bile toplumda kendine yandaş bu- labilmiştir. Bu tutmayınca bu kez de “Hangi Kürt- çe?” yollu bir tartışma başlatılmış, Zazaca ve Kır- mançi arasındaki farklılıklara “olmayan” onlarcası ka- tılarak “Kürtlerin kendi aralarında bile anlaşamaya- cakları”, “Kürtçenin bir yazı dili olamayacağı” gibi sav- larla toplum aldatılmaya, Kürt dili aşağılanmaya ça- lışılmıştır. Kürtlerin bu çabalara karşı tepki göstermeleri, bu çabalarda siyasal bir arka plan aramaları, dolayısıyla konuyu siyasal düzleme çekmeleri doğal değil mi- dir? Ya da 1980’li yılların ortalarına kadar iktidarla- rın Kürtçeye yaklaşımlarının “siyasal” olmadığını söy- leyebilir miyiz? Nitekim sorunun çözümü de “siya- sal” olacaktır. Kürtçeyle ilgili yazdığım yazılara gelen bir bölüm uyarı da zaten “onların” evlerinde Kürtçe “konuşa- bildikleri”, “sokakta da konuştukları”, buna hiçbir mü- dahalenin olmadığı doğrultusundadır. Doğrudur, fa- kat benim anlatmak istediğim, anlatamamanın ağırlığını duyumsadığım konu, bu ülkede konuşu- lan anadillerin okul eğitiminde öğrenilebilme şansına sahip olmaları, bu dillere edebiyat ve bilim dili ol- ma yollarının açılmasıdır. Yoksa TRT 6 aylardır Kürt- çe yayın yapmakta, bir süredir de Van Devlet Ti- yatrosu’nda Kürtçe bir oyun sergilenmektedir. Konunun PKK ile ilişkilendirilmesini ise anlamsız buluyorum, çünkü Türkiye’nin, alacağı kararları bir terör örgütünün söylemlerine endekslemeyecek ka- dar güçlü olduğuna inanıyorum. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanõ’yla ilgili iki haber, Hür- riyet’te aynõ gün (2 Haziran) yayõmlandõ. Biri, Şehir Plancõlarõ Oda- sõ’nõn “Hızlı Tren Garı Nazım Planı”na eleştirisi, diğeri, “Gök- çek’e şehircilik ödülü”... Planlı ‘Belirsizlik’! İmar Yasasõ, ilgililerin öğren- mesi ve olasõ itirazlarõn yapõla- bilmesi için, imar planlarõnõn yürürlüğe girmeden önce “ilan” edilmesini öngörüyor. “Bu sa- yede” tren garõ planõnõ inceleme olanağõ bulan şehircilerimiz, “kent için tehlikeli” bir düzen- leme olduğunu görmüşler. Gökçek’in onayladõğõ plana itiraz gerekçesinde özetle di- yorlar ki: “Plan kararlarında- ki belirsizlik nedeniyle, özel proje alanı olarak gösterilen kısımda plansızlık ve keyfilik devreye girecektir...” Neredeyse “kuşaktan ku- şağa” belediye başkanlõğõ ya- pan Gökçek, “kararları be- lirsiz planlar” olamayacağõnõ bilmiyor mu? B ö y l e s i n e açõk bir şehirci- lik yanlõşõnõ onaylamasõ, akla is- ter istemez şu soruyu getiriyor: “Acaba, uygulamada istediği gibi davranmasına olanak sağ- ladığı için mi ‘belirsiz’liği yeğ- liyor?..” Nitekim başta kent kültürü yoksunu “katlı kavşak”lar ol- mak üzere birçok sözde “çağ- daş”(!) imar uygulamasõ “şe- hircilik ilkelerine aykırı” bu- lunarak mahkemelerce durdu- ruldu. Denebilir ki Ankara’nõn be- lediye başkanõ, ülkede şehircili- ği “yok sayan” yerel yönetim anlayõşõnõn simgesi haline gel- miştir. Hüzün verici olan, böy- lesi bir talihsizliğin yõllardõr “başkentimiz”de yaşanmasõ- dõr… Üç ‘Park’ Uğruna... İkinci haberi de birlikte oku- yalõm: “Melih Gökçek’e Kars, Ardahan, Iğdır Dernekleri Fe- derasyonu (KAI) tarafından, ‘Şehircilik Hizmet Ödülü’ ve- rildi...” Ankara’daki “bu” Karslõlarõn “şehircilik uzmanı” oldukla- rõndan haberim yoktu… “Jü- ri”leri olup olmadõğõnõ da öğre- nemedim. Gökçek’in, “teşekkür ede- rek” aldõğõ ödülün gerekçesini, KAI Başkanõ Erdoğan Yıldırım bakõn nasõl açõklamõş: “Kars, Ardahan ve Iğdır’a birer park yapılmasını istedik. Başkan da belediye meclisi kararıyla olabileceğini; karar alınamazsa malzeme yardımında buluna- bileceklerini kaydetti...” KAI istediği kişiye dilediği ne- denle ödüller, plaketler vermekte elbette özgürdür; ancak, “şe- hircilik bilimi” adõna payeler sunmaya, üstelik bunu şehirci- lerle sürekli kavgalõ birisi için yapmaya ne haklarõ var, ne de böylesi bir “densiz”lik “Kars- lı”lara yakõşõr. O Kars ki “planlı gelişme” geleneği en eski kentimizdir. O Kars ki “çağdaşlık kentin kimliğini korumaktır..” diye- rek bugünlere gelmiştir. Ankara’nõn kent kimliğini yok eden birine, böyle bir töreni Karslõlarõn düzenlemesine ina- nasõm gelmiyor. KAI yönetici- lerinin, Türkiye Cumhuriye- ti’nden yõllar önce “Cenub-i Garbi Kafkas Cumhuriyeti”ni kuran “aydın- lanma devrim- cileri”nin aziz anõlarõna da say- gõsõzlõk yaptõkla- rõnõ bilmem ki na- sõl anlatabilsem... Kars’taki Aze- riler bu gibilere “gıloyşa” derler; hakarete girmez ama “yağcı”lõğõn en pespayeli- ğini tanõmlar... ...Ve ‘Metrobüs Ödülü’!.. Ankara’daki Karslõlarõn düş- tüğü duruma üzülürken İstanbul Büyükşehir Belediye Başka- nõ’na da “Metrobüs Ödülü” verildiğini duymayalõm mõ? Yanlõş yazmadõm; “ceza”sõ değil, “ödül”ü... Gülmeyin, okuyalõm: “Hol- landa’dan Phileas araçlarını aldığı için Kadir Topbaş’a Amsterdam RAI Firması Di- rektörü Theo Lingmont ödül verdi...” (Vatan-28 Mayõs 2009) Gazetecilere tanõtõm turunda bile bozulan otobüslere 1.2’şer milyon Avro ödenmesine duyu- lan bu “hayran”lõk nasõl adlan- dõrõlabilir? Haber, “çalışmayan” oto- büsleri alan İETT Genel Müdü- rü ve 18 yöneticisi hakkõnda 3 yõ- la kadar hapis istemiyle kamu da- vasõ açõldõğõnõ da anõmsatõyor. Hollandalõlar ise “alın size ödül” diyorlar. Dahasõ, B.B. Genel Sekreter Yardõmcõsõ Muzaffer Hacı- mustafaoğlu, herhalde “sağ olun” diyerek, Topbaş adõna ödülü alabilmiş... Bu yazõnõn “edep dahili”nde noktalanmasõ zor görünüyor... ÇED KÖŞESİ OKTAY EKİNCİ ‘Gõloyşa’lõk Ödülleri... HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN [email protected] [email protected] KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK [email protected] ÇİZGİLİK KÂMİL MASARACI [email protected] TARİHTE BUGÜN MÜMTAZ ARIKAN HARBİ SEMİH POROY 10 Haziran 10 HAZİRAN 2009 ÇARŞAMBA CUMHURİYET SAYFA 15 Edeplik Zehra Top: “Yurttaşına ‘ananı al da git’ diyenler başkalarına edep dersi vermeye kalkışmasınlar!” Aklık Ozan Şentürk: “Şu partinin adını fazla kurcalamasınlar yoksa ‘akım’ derken ‘b..um’ olacak!” Tedbir Aydın Türkaydın: “Bir yıl sonra Deniz Fenercilerinin kalan mallarına tedbir kondu. Yani, atı alan Üsküdar’ı geçti!” Eski kahraman ve yeni terörist TERÖRLE mücadele ederken bir gözünü yitiren ve üsteğmen rütbesinden malulen emekliye ayrılan, daha sonra avukat olup bu kez de her yere konan teröristlerden olduğu iddiasıyla tutuklanan onur madalyalı gazi Serdar Öztürk için Hilmi Kayıhan’ın bir çift sözü var: “Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa’ya İngiliz işgalcileri ve Damat Ferit ne demişti? Tabii ki kahraman dememişti! Bir ülkenin kahramanları intihar etmeye, terörist muamelesi görmeye başlamışsa; emperyalist işgal çıplak gözle görünür olmaya başlamış demektir. Okur-yazar olmaya gerek yok. Kahraman ve terörist; bu iki sözcüğün bir kişide yan yana gelmesi hayra alamet değil. Kahramanlar terörist sayılmaya başlamışsa bir ülkede eyvah ki eyvah! Gazi üsteğmenim; öfkelenmene gerek yok. Sen bizim kahramanımızsın. 1919’dan bu yana doksan yıl geçti sanmayın dokuz ay geçti sayın. Atatürk hâlâ terörist değil mi onların gözünde? Sevinmelisin sana terörist demelerine. Ne mutlu ki işbirlikçilerin kahramanı değilsin. Zaten onların kahramanı olmaz ki, uşağı olur. ABD’nin teröristi bizim kahramanımız sayılır. Cümle âlem bunu böyle bile!” Nazi Almanyası’nda papaz Martin Niemöller’in günlüğünden: “Önce sosyalistleri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü ben sosyalist değildim. Sonra sendikacıları topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudileri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü Yahudi değildim. Sonra beni almaya geldiler; benim için sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.” İSLAM âleminin son halife adayı Fatih Sultan Recep’in asabını bozan sınırlardaki mayın temizleme işine farklı bir açıdan bakmaya ne dersiniz? Yazar Demirtaş Ceyhun ağabeyimiz konuyu biraz kurcalamış altında büyük çapanoğlu yatıyor gibi. Çapanoğlu kısaca şöyle: Dünya üzerindeki anti-personel mayınlarının yani yaklaşık 80 kiloluk baskı üzerine patlayan mayınların kullanımdan kaldırılması ve sınırlardan temizlenmesi ilk kez 1992’de Batı Avrupa ülkelerinde dile getirildi ve 1997’de Kanada’nın Ottowa kentinde imzalanan sözleşme ile benimsendi. 1 Mart 1999’da yürürlüğe giren Ottowa Sözleşmesi, anti-personel mayınların üretilmesini, kullanılmasını, depolanmasını, devredilmesini yasakladı ve gerek sınırlardaki gerek stoklardaki mayınların imha edilmesini zorunlu kıldı. Sözleşme tabii ki imzalayan ülkeleri bağlıyor. Sözleşmenin 7. maddesine göre imzalayan devletler imha edecekleri, sahip oldukları depolanmış anti- personel mayınların türünü, miktarını, seri numarasını 280 gün içinde Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’ne bildirmekle zorunlu tutuluyor. Türkiye bu sözleşmeyle, 3 Kasım 2002’deki seçimle iktidara gelen AKP hükümetinin 12 Mart 2003’te Meclis’ten aldığı yetkiyle 28 Mart 2003’te imzalayarak artık anti-personel mayının üretilmeyeceğinin, kullanılmayacağının ve askerin elindeki bütün anti-personel mayınların yok edileceğini taahhüt ediyor. Sözleşme Türkiye için 1 Mart 2004’ten itibaren yürürlüğe girmiş oluyor. Ne var ki ABD ve ABD’nin işgali altındaki Irak sözleşmeyi imzalamış değil. Gelelim, çapanoğluna; Demirtaş Ceyhun anlatıyor: “Türk Silahlı Kuvvetleri 2004 yılından bu yana kesinlikle personel-mayın üretememekte ve kullanamamakta, yani PKK’li teröristlerin Irak’tan ülkeye girdiği yollara personel-mayın döşeyememektedir. Ama PKK’li teröristler ülkeye girip baskınlar düzenledikten sonra kaçarken sözleşmeye taraf olmayan Batılı ülkelerin yapımı mayınları bolca döşediği için, onları takip eden askerlerimiz neredeyse her gün şehit vermektedir bu yüzden. Bu nedenle AKP iktidarından, Suriye sınırındaki mayınları nasıl temizleteceğinin, o toprakları nasıl kullanacağının hesabından önce, PKK teröristlerine karşı verilen savaşımın en civcivli günlerinde Batılı emperyalistlerin direktifiyle ordumuzun elinden bu silahı niçin aldığının hesabı sorulmalıdır.” Çapanoğlu SESSİZ SEDASIZ (!) Zahid Akman, RTÜK’e 10 gün niye uğramadı? Kahvede okeye dönüyordu! YağmurDeniz Ödül rekortmenleri... BULMACA SEDAT YAŞAYAN SOLDAN SAĞA: 1/ “Tarhanaotu” da denilen ko- kulu bir bitki... Derviş selamõ. 2/ Madenleri yontmada kul- lanõlan çelik araç... Taze sõğõr gübresi. 3/ Otel, lokanta gibi yer- lerde şapka, pal- to gibi eşyala- rõn konulduğu yer. 4/ Adõyaman’õn bir ilçesi... Kimi ağaç- lardan elde edilerek ci- lacõlõkta kullanõlan bir tür zamk-reçine. 5/ Halk dilinde kõrmõzõ pul bibere verilen ad... Rey. 6/ Sodyum ele- mentinin simgesi... Ja- pon mafyasõna verilen ad. 7/ Beceriksiz, güç- süz, görgüsüz kimse... Şenliklerde caddelere kurulan süslü kemer. 8/ Arapçada “ben” ... Bir peygamber. 9/ Çalõştõrõcõ. YUKARIDAN AŞAĞIYA: 1/ “Teknecik” de denilen, sarõ çiçekli ve otsu bir bit- ki. 2/ Bir tümceyi oluşturan birimlerden her biri... Bu- har banyosu. 3/ Lokantada garsonlarõn vazgeçilen ye- meği mutfağa bildirmek için söyledikleri söz... Erzu- rum yöresine özgü, yarma ve yoğurtla yapõlan çorba. 4/ Çinko. 5/ Afrika’nõn güney ucundaki burnun adõ... Buyurucu. 6/ Yaz yağmuru... “Ayrõlõk ateşten bir --- /Nazlõ yârdan hiç haber yok” (Türkü)... Tavlada “üç” sayõsõ. 7/ “Sağan” da denilen bir kuş. 8/ Çok yiyen, obur... Güney Afrika Cumhuriyeti’nin plaka imi. 9/ Akõl... Küçük tuzlu bisküvi. 1 2 3 4 5 6 7 8 9 1 2 3 4 5 6 7 8 9 P R O Z O D İ U N O K U L D A L Ö Z L U S A K A M E Z U R A İ Ş O T E L L A V N V A Z A L A K İ M A R E T D O E L R A P E L S T İ L O İ S A 1 2 3 4 5 6 7 8 9 1 2 3 4 5 6 7 8 9 [email protected] www.denizkavukcuogluyazilari.blogspot.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle