23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 28 EYLÜL 2008 PAZAR 10 PAZAR YAZILARI dishab@cumhuriyet.com.tr ‘Sontren’ve‘hayatborcu’ “Bizim Türklere ‘Hayat Borcu’muz var. Hem sadece 2. Dünya Savaşı sırasında kurtardıklarıyla değil. 1492’de atalarımızın İspanya’dan sürüldüklerinden beri tarihin çok çeşitli dönemlerinde, coğrafyanın çok çeşitli köşelerinde bize sahip çıkmışlar, bizi korumuşlardır...” Dünyaca ünlü uluslararasõ jeo-politika uzmanõ ve tarihçi, Yahudi kökenli Fransõz gazeteci, yazar, düşünür Alexandre Adler geçen çarşamba akşamõ Champs-Elysées Bulvarõ’nõn en lüks ve saygõn köşelerinden, “Ledoyen Pavyonu”nda, yaklaşõk 300 kişilik seçkin ve özel bir topluluk önünde yaptõğõ 15 dakikalõk bir konuşmada, kendi kökenlerini ön plana çõkartarak Türklere, Türkiye’ye olan şükranõnõ, bir kez daha bu sözlerle dile getiriyordu. Yaş ortalamasõ 60’õn üstünde olan topluluğun büyük bir kõsmõ Türkiye’den gelmiş veya Fransa’da yaşayan Yahudilerden oluşuyordu. Aralarõnda İsrail ve Avrupa’nõn başka ülkelerinden gelen insanlar, aileler de vardõ. Konuklarõn ezici çoğunluğunun bir başka özelliği de “Holokost/Yahudi Soykırımı”ndan sağ kalan kişiler veya onlarõn yakõnlarõ olmalarõydõ. Birazcõk geriye gidelim. Eylül’ün ikinci haftasõ hiç tanõmadõğõm 3 isimden gazeteci sõfatõyla bir davetiye aldõm. Albert Carel öncülüğünde, Arlette Bules ve Claire Romi desteğinde hazõrlanmõş bu davetiyede şöyle bir açõklama vardõ: “1944 ilkbaharında Türkiye’nin yardımıyla Türkiye’ye yollanan Yahudi ailelerin tanıklıklarını sizinle paylaşmak için 24 Eylül saat 17.30’da düzenledikleri kokteyle katılmanız bizleri sevindirecektir. Anlatılacaklar, akşama katılacak Türk yönetmenlere bu konuda bir belgesel film hazırlamaları için malzeme oluşturacaktır.” O akşam aralarõnda Türkiye’nin Fransa, UNESCO Daimi ve İsrail Büyükelçileri ve İsrail’in Fransa Büyükelçisi’nin de bulunduğu konuklar tarihi denebilecek bir anõn heyecanõnõ yaşõyorlardõ. Carel’in kõsa bir girişle açtõğõ akşamõn ilk konuşmasõnõ, iktidar partisi UMP Paris 8. Bölge (Ledoyen Pavyonu da tesadüfen bu bölgede) milletvekili, Nicolas Sarkozy’nin (eski) iyi arkadaşlarõndan Pierre Lellouche yaptõ. Bu buluşma onu üç açõdan ilgilendiriyormuş. Bölge milletvekili ve 1951 Tunuslu Yahudi kökenli oluşu bir yana, özellikle cumhurbaşkanõ tarafõndan Türkiye ile ilişkileri “ısıtmakla” görevlendirilmişmiş. Bu misyonu çerçevesinde geçen mayõs ayõnda Türkiye’ye giden Lellouche’un Türklere olan sevgisiyse yõllardõr Fransõz basõnõna bile mal olmuş bir konudur. Lellouche, başõndan beri Türkiye’nin AB üyeliğini ikirciksiz destekleyen nadir sağ siyasetçilerden biri olmuştur. Paris Büyükelçisi Osman Korutürk’ün “Hayat kurtaran Türk diplomatlar”a ve 30’lu yõllarda İnönü, Bayar gibi devlet adamlarõnõn Türk Yahudileri hakkõndaki sözlerine ilişkin kõsa hatõrlatmasõndan sonra söz alanlar, Carel’i de ölümden kurtaran “Son Tren”lerin canlõ tanõklarõ yaşadõklarõnõ konuklarla paylaştõlar. Özellikle de Arlette Bules ve Claire Romi 1944 baharõnda 7 konvoy trenin Türkiye Cumhuriyeti pasaportu veya kimliği taşõyan çok sayõda Yahudinin 9-10 gün süren heyecanlõ yolculuklarda, Almanya dahil tüm Nazi Avrupa’sõnõ kat ederek İstanbul’a nasõl vardõğõnõ anlattõlar. İstanbul’u nasõl bir “Yeryüzü Cenneti” olarak hatõrladõklarõnõ aktardõlar. Gecenin en dokunaklõ iki konuşmacõsõndan biri, Auschwitz Anõsõ Fonlarõ Derneği - AFMA Marsilya Şubesi sorumlusu, “Son Tren”e 11 yaşõnda binen Albert Barbouth idi. “Fransa’da, ‘Kurtuluş’, savaşın bitişiyle kutlanır. Benim için ‘Kurtuluş’ trenden İstanbul’a indiğim andı” dedi. Diğer konuşmacõysa Alexandre Adler’di. Anne tarafõndan İstanbullu Yahudi, baba tarafõndan Alman Yahudiliğini belirtip, kendi ve yakõnlarõnõn bugünkü varlõğõnõ Türkiye’ye borçlu olduğunun, Osmanlõ ve Türkiye tarihinden örnekler vererek Yahudilerle Türkler arasõndaki yakõnlõğõn altõnõ çizdi. Türkiye’nin Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasya’da gün geçtikçe somutlanan ağõrlõğõnõ hatõrlattõ. “Adına ister soykırım deyin, ister demeyin Ermeni sorunu dahil, Türkiye’nin bugün kendini iyi ifade edebilmek için Yahudi dostlarının yardımına ihtiyacı olduğunu” söyledi. Sözlerini Türkçe “Ne mutlu Türküm diyene”, diyerek tamamladõ. “Son Tren” adõyla çekilecek belgeselin yapõmcõlarõ o akşam orada bulunan topluluğa ilk topladõklarõ malzemelerden hazõrlanmõş, başarõlõ bir alõntõ gösterdiler. İlgili kişileri, devrin tanõklarõnõ Türk yetkililer aracõlõğõyla kendileriyle temasa geçmeye, yaşadõklarõnõ anlatmaya çağõrdõlar. Ortaya çok önemli bir belge çõkacağõndan hiç kuşkumuz yok. Ancak şayet hazõrlanacak çalõşma bilimsel bir titizlik gösterilmeden, yeterli ve gerçekçi araştõrma yapõlmadan abartmalõ bir tablo çizecek olursa, hedef kitlesi olmasõ gereken dünya kamuoyu ve ‘Avrupalılar’ nezdinde güvenilirliğini baştan kaybeder. Sen, ben, bizim oğlan seyredip ağlayacağõmõz bir “Türk Schindler’leri” masalõ yazmaktan kaçõnmalõyõz. Türk makamlarõnõn 2. Dünya Savaşõ öncesi, sõrasõ ve sonrasõnda her zaman “Sütten çıkmış ak kaşık” olmadõklarõnõ ve meraklõlarõn araştõracağõ umuduyla “Struma” ve “Parita” gemilerinin trajik hikâyelerini hatõrlatmakla yetinelim. Sonra kim kime “Borçlu” çõkar belli olmaz! Üzerinden bir yõl bile geçmeden ikinci bir okul katliamõ Finlandiya’da soğuk duş etkisi yarattõ. Soğuk duş etkisi ifadesi bile yeterli değil Fin halkõnõn uğradõğõ şaşkõnlõğõ tanõmlayabilmek için. Her ne kadar sõcak buharlõ saunadan fõrlayõp buzlu göllere atlamaya alõşõk olsalar da, hayatõ daha çok votka, manevra alanõ oldukça geniş flört ve cinsellik ile eğlenceden ibaret sayan Fin halkõ şaşkõnlõkla korkunun yarattõğõ travmatik bir ruh hali içinde. Ciddi sorunlar üzerinde düşünmeyi büyük biradere (devlet) havale etmiş, rehavete alõşkõn Fin halkõ, büyük biraderin eskiden olduğu gibi küçük birader için pek fazla kafa yormadõğõnõ da anlayõnca şaşkõnlõğõ daha da büyüdü. Fin medyasõ bile şaşkõnlõktan kendi ülkelerindeki olayla ilgili gelişmeleri aktarmakta, uluslararasõ medyanõn gerisinde kaldõ. Aynõ Fin medyasõ geçen yõlki katliamdan sonra da hükümet benzer olaylarõn tekrarlanmamasõ için alõnacak önlemlerden çark edince hükümetin üzerine gitmemişti. Birinci katliamdan sonra iki sorun üzerinde durulmuştu. Çocuklarõn ve gençlerin ruh sağlõğõna önem verilecekti. Tasarruf politikalarõ yüzünden okullarda azaltõlan sağlõk personelinin sayõsõ arttõrõlacaktõ. İkinci konu da silah edinmenin, insan haklarõ kapsamõndaymõş gibi mutlaka saygõ duyulmasõ gereken bir hak olup olmadõğõnõn açõklõğa kavuşturulmasõydõ. İlk katliamõn acõsõ yaşanõrken politikacõlar bu iki konuyu gündeme alacaklarõna söz verdiler. Ve tabii ki kõsa bir süre sonra da unuttular… 23 Eylül günü bir gazeteci, katliamdan birkaç saat sonra basõnõn karşõsõna çõkan bakanlara geçen yõl vermiş olduklarõ sözü hatõrlattõ: “Ruh sağlığı yerinde olmayan, silah bulundurması sakıncalı olan kişilere ruhsat verilmesi ne zaman önlenecek?” Yanõt, politikanõn halkõ uyutma sanatõ haline dönüştüğünün örneklerinden biriydi: “Avcılık Finlandiya halkının en sevdiği hobilerden biridir. Hükümet namuslu ve şerefli halkımızın evindeki, ormanlarda yabani hayvan avlamakta kullandığı silahlara el koyamaz.” Popülizm bulamaçlõ politika böyledir. Sağlõklõ tartõşma ortamõndan giderek uzaklaşõlõr. Finlandiya’da okul çağõndaki her on çocuktan birinin psikolojik yardõma ihtiyacõ olduğu yõllardõr söyleniyor. Buna rağmen özelleştirme ve devleti küçültme politikalarõ yüzünden iyi işleyen bir sistemi bozup okullarda sağlõk hizmetlerinde kõsõntõya gittiler. Yapõlan araştõrmalar sağlõk hizmetlerindeki kõsõntõlardan sonra lise çağõndaki gençler arasõnda davranõş bozukluklarõnõn arttõğõnõ ortaya çõkardõ. Büyük birader, okullarda sağlõk hizmetlerine tekrar önem verileceğini açõkladõ ama gereken ciddiyet gösterilmedi. Oysa İsveçli krimonolog Prof. Jerzy Sarnecki’ye göre içinde bulunduğumuz medya ve iletişim çağõnda bu tür katliamlarõn artmasõ kaçõnõlmaz gibi gözüküyor. Youtube’da benzer filmleri izleyip kendi bilgisayarlarõna indirenlerin sayõsõ yüz binlerle ifade ediliyor. Gençlerin hastalõk derecesinde bağõmlõ hale geldikleri bu siteler olağanüstü bilgi akõşõ sağlarken ruh sağlõğõ yerinde olmayan, cinnet geçirmeye aday gençleri tehlikeli mecralara sürükleyecek bir ortamõn oluşmasõna yardõm ediyor. Prof. Sarnecki’ye göre okullardaki katliamlar, bulaşõcõ hastalõk gibi yaygõnlaşma eğilimi göstermekte. Nedenini de şöyle açõklõyor Prof. Sarnecki: “Sosyal denge eskiden bu kadar bozuk değildi. Şimdi dengeler bozuldu.” Gençler eskiden yarõnlarõ için endişe duymazlardõ. Büyük birader küçük biradere sõrtõnõ döndüğünden beri güçlü zayõfõ eziyor, uyanõklar saflarõ dolandõrõyor. Politikacõlar da bu sistemin yasal zeminini oluşturmakta. Bu geçiş döneminde cinnet geçirenler de çõkacaktõr. Okuduğumuz kitaplardan, dinlediğimiz müziklerden, baktõğõmõz tablolardan sonra gerçekliğimizin hafifçe dürtüldüğü bir gerçek. Dahasõ, kendimizi çok fazla kaptõrdõğõmõzda oralarda yaşanan hayatõn aynen izlediğimiz gibi olduğunu sanmamõz da işten değil. Kafamõzda oluşan şehir imajlarõnda oralarõn halihazõrda sahip olduğu tarih ya da doğal güzellikler kadar, oralarõn sanatçõlarõ ve onlarõn çektiği-oynadõğõ filmler, bestelediği parçalar, yazdõklarõ kitaplarõn kafamõzda yarattõğõ alternatif hayatõn da katkõsõ yok mu? Bunu çok fazla sanatçõya ilham, çok sayõda filme mekân olmuş New York’un sokaklarõnda gezerken sõkça düşünüyorum bu aralar. Kim bilir kaç film izlemişizdir hepimiz, Central Park’ta mutlaka koştuğu esas oğlanla kõzõn, Grand Central’da (meşhur tarihi tren istasyonu) trenlerini kaçõrdõklarõ, Rockefeller Binasõ’nõn buz pistinde el ele paten kaydõklarõ, bir lokantada oturup -dõşarõda muhakkak yağmur yağarken- sigara içtikleri.. Brooklyn Köprüsü’nde yürürken hayat hakkõnda beylik birkaç laf ettikleri… Ve o şehir bugün hâlâ burada duruyor evet, her şey yerli yerinde, peki neden içine giremiyoruz o yaşamlarõn, aynõ yerlere gitsek bile neden aynõ hissi vermiyor kimseye, neden kandõrõlmõş gibi hissediyoruz kendimizi, neden her şey bir kameradan bakõlõnca -gereksiz yerleri kurguda atõlõnca- hep daha güzel gözüküyor? Bu yaşadõğõmõz gerçekliği kaybetme hissinde, mesele New York ise eğer, Brooklyn’de doğup büyümüş olan Woody Allen’õn da büyük payõ vardõr mutlaka. Hep New York’u resmetti filmlerinin arka planõnda, burada öyle matrak, tatlõ ekşi bir yaşam olduğuna inandõk biz de ister istemez, bir tek “Annie Hall” filmi bile yeterliydi bu imaj kuyusuna düşmemiz için. Andy Warhol’un da hâlâ tartõşmalõ olan sanatõnõ bu şehirde icra ettiğini biliyorduk, sinemaseverler için önemli bir referans olan Taksi Şoförü’nün yönetmeni Michael Scorsese’nin de İtalyan mahallesinde doğduğunu -New York’tan hiç ayrõlmadõğõnõ- keza ünlü aktör Robert De Niro’nun da. Brooklyn Köprüsü’nün altõndaki evlerden birinde Paul Auster’õn gece gündüz kitap yazdõğõnõ da unutmadõk elbette, Leonard Cohen’in “Famous Blue Raincoat” ya da “Dance Me To The End of Love” gibi unutulmazlarõ bestelemek için Manhattan’õn yolunu tuttuğunu da. Haksõz değiliz yani sonunda, çekilmişlerden ve söylenmişlerden etkileniyorsak eğer, bir şehir hakkõnda bir şeye kapõlõrken. Buraya kadar hepsi tamam da, olan gene bize oluyor ben ona yanõyorum: Çünkü onlar yapacaklarõnõ yapmõşlar, bize de bu hayallerin peşine kapõlõp her gittiğimiz yerde bunlarõn izlerini aramak kalõyor. Mesela bunun en güzel örneği “Casablanca” filmidir. Hâlâ çok çekici gelir bu şehir çoğumuza, kulağa bir hoş gelir, değil mi? Oysa onca yolu tepip Fas’õn Casablanca’sõnõ gördüğünüzde elinizde kalacak şey muhtemelen hayal kõrõklõğõdõr, o efsanevi filmin izleri yoktur bu şehirde, kimsenin umurunda değildir sizin beklentileriniz, ki o filmin de neredeyse tamamõ zaten Hollywood’da çekilmiştir. Çünkü aslõnda sokaklar her yerde sokak, kafeler masalardan ve sandalyelerden ibaret alt tarafõ, barlar ise içki şişeleri eklenmiş halleri bunlarõn. Beton hepsi, mağazalar ise hep aynõ, sõkõcõ. Paris’te Simone de Beauvoir ve Sartre’õn yaşamlarõnõn çoğunu geçirdikleri Cafe de Flore’ye gittiğinizde şimdi aynõ sandalyelerde oturan havalõ turistler bulmamõz gibi bu, o havada kalõş duygusu… O kişiler şimdi neredeler, o sesler, harfler, nefesler nereye kayboldular? O kadar mõ yok oldular? Hiç mi izi kalmadõ Evet, hayal edilen bütün şehirler onlarõ bize anlatan ve hatõrlatan kişilerce oluşturulmuş kafamõzda. Umutlandõrõlmõşõz. Bunda New York’un da suçu yokmuş meğer ben anladõm. Suçun birazõ bizde, bizim hayal gücümüzde, biraz da sanatçõlarda ve onlarõn derimizin altõna dövme gibi işleyen etkisindeymiş… Eninde sonunda düşler ve gerçekler sadece konu şehirler olunca değil, her zaman ayrõ ayrõ yollardan gidiyor, orasõ bizim köyümüz olmasa, dünyanõn bir ayrõ ucu olsa bile. Büyük birader sõrtõnõ dönünce Budapeşte’ningülümsemeyeninsanlarõ OSMAN İKİZ STOCKHOLM UĞUR HÜKÜM PARİS İmajlarla kandõrõlmõşõz IŞIK CANSU CANAYAK NEW YORK Onlar da Viyana’dan trene bindiler. Aynõ kompartõmandayõz. Bir rahip ile iki rahibe. Kendi aralarõnda Macar dilinde sürekli bir şeyler konuşuyorlar, daha doğrusu mõrõldanõyorlar. Rahip yaşlõca, rahibelerden biri orta yaşlõ, diğeri genç sayõlõr. Üzerlerinde kahverengi, yerlere kadar uzanan cüppeler. Boyunlarõndan kocaman tahta istavrozlar sallanõyor. Orta yaşlõ rahibe, taneleri ağaçtan tespihini hiç elinden bõrakmõyor. Altõ kişilik kompartõmana girdiklerinde ne selam vermişlerdi, ne de yüzümüze bakmõşlardõ. Genççe olanõ bu işte yeni gibi, pek sesini çõkarmõyor, ötekileri dinliyor, safça gülümseyip duruyor. Tren Hegyeshalom’da Avusturya’yõ terk edip, Macar topraklarõna giriyor. Bizim üçlü biraz neşeleniyor. Genç rahibe çantalardan birini açõyor, konserve kutularõ, kâğõtlara sarõlõ ekmek dilimleri, salamlõ, peynirli, domatesler, lop yumurtalar ortaya çõkõyor. Ve ortalõğõ yağlõ bir koku kapõlõyor. Yerimizden kalkõp, yandaki yemekli vagona geçiyoruz. Orada da bir koku, ancak insanõn iştahõnõ açan. Şişman aşçõnõn tencerelerinde gulaş pişiyor, yanõnda hamur işi var. İşte bu yenir, bir kadeh kõrmõzõ Macar şarabõyla. Budapeşte’ye yaklaşõrken kompartõmana dönüyoruz. Üçü de uyukluyor. Yaşlõ rahibin başõ arkaya düşmüş, ağzõ ardõna kadar açõk, genç rahibe çõplak ayaklarõnõ yanõmdaki koltuğa uzatmõş. Tren Kelenföld’de durdurduğunda çantalarõmõzõ alõp ön vagona doğru yürüyoruz. Az sonra Budapeşte’nin Keleti İstasyonu’nda yolculuğumuz bitiyor. Tren 10 dakika molanõn ardõndan Belgrad’a doğru yoluna devam edecek. Kale Tepesi’ne çõkmak için taksi durağõnda kuyruğa giriyoruz. Biraz sonra önümüzde duran, Macar’a benzemeyen taksici 10 dakikalõk yola 35 Avro istiyor. “Nerelisin” diye soruyorum. Faslõ olduğunu söylüyor. Gülümseyip, iyi işler, diliyorum! Ardõndan gelen taksinin şoförü: “25 Avro isterim” diyor. O da buralõ değil, Lübnanlõymõş... Arkamõzdaki Amerikalõlarõ alõp sõrõtarak yola çõkõyor. Sonunda yaşlõca bir Macar taksicinin istediği 15 Avro’yu verip otele kapağõ atõyoruz. Budapeşte’nin UNESCO Dünya Kültür Mirasõ Kale Tepesi restore edilmiş yapõlarõ ve bakõmlõ dar sokaklarõ, dükkân ve lokantalarõyla Viyana ve Prag ile boy ölçüşebilir. Kanuni Sultan Süleyman’õn 1541’de namaz kõldõğõ Matthias Kilisesi’ne giriş 5 Avro. Tõpkõ Prag’da olduğu gibi Budapeşte’de de kiliseleri ziyaret paralõ! Kraliyet Sarayõ ve Balõkçõlar Burcu da Kale Tepesi’nin diğer görkemli yapõlardan. Peşte’nin geniş caddelerindeki çoğu Art Nuvo yapõ elden geçmeyi, eski görkemine kavuşmayõ bekliyor. Tam 40 yõl aradan sonra tekrar geldiğim Budapeşte’de insanlar sanki pek mutlu değilmiş gibi. Prag’da da aynõ izlenimi edinmiştim. Belki düşünce özgürlüğüne kavuşmuşlardõ, ancak kapitalizm ve yeni AB üyeliği günlük yaşama rekabeti, işsizliği, geçim derdini de beraberinde getirmişti. Komünizmden “paldır küldür” kapitalizme geçmek eski Demirperde insanlarõna pek yaramamõşa benziyor. Aynõ belirtiler birleştikten sonra Batõ’nõn refahõna kavuşan doğulu Almanlarda da görülmekte. Budapeşte’de turizm alanõnda çalõşanlarõn, otel görevlisinden lokantacõsõna, pek gülümsediğini göremedim. Fiyatlar ise Batõ Avrupa metropollerini hiç aratmõyor. Dönüş yolunda sohbet ettiğim, Gyor’a giden yaşlõca bir köylü bana hak veriyor. Macar toplumu 1990’lõ yõllardan bu yana bir kimlik krizi geçirmekte. Hangi yöne gideceğini düşünürken parçalanmanõn belirtilerini sezmemek mümkün değil. Yaşlõ adama göre özellikle genç nesil bu krizin içinde bocalõyordu. Hele büyük kent insanõ kendini yeni yaşamõn stresinden kurtaramõyor, çevresine saygõsõz ve hürmetsiz davranõyordu. “Komünizm yıllarında insanlarımız daha neşeliydi, birbirlerine karşı daha saygılı idi” diyen köylü haklõydõ. Aynõ sözleri Prag’da da duymuştum. 40 yõl öncesinin Budapeştesi, sokaklarõnda cana yakõn ve gülümseyen insanlarõyla anõlarõmda yer etmişti... ...1968 Eylülü’nde Budapeşte’den Viyana’ya gidiyoruz. İstanbul’dan yola çõktõğõmõz Volkswagen’in “kaplumbağası” sõnõra elli kilometre kala “artık gitmem” diyor. Kenara çekip, yardõm bekliyoruz. Hava karanlõk. Az sonra bir askeri kamyon duruyor. Sovyet plakalõ. Üzerinde kõrmõzõ yõldõzlar. Asker şoför iniyor, bir şeyler söylüyor. Anlamõyoruz. Sonra yanõnda oturan da iniyor. Kocaman şapkalõ, göğsü ve omuzlarõ yõldõzlar, nişanlar dolu, şişmanca bir Sovyet generali. Çat- pat İngilizcesiyle bizi Avusturya sõnõrõna kadar çekebileceklerini söylüyor. Yanõna oturuyorum. Yolda anlatõyor. Prag’a gidiyorlardõ. Yaklaşõk bir ay önce Rus ordusu Çekoslovakya’yõ işgal etmişti... www.ahmet-arpad.de AHMET ARPAD BUDAPEŞTE Mahkûmlar kraliçesi Kolombiya’nın başkenti Bogota’daki El Buen Pastor kadın hapishanesindeki mahkûmlar sıra dışı bir eğlence düzenledi. “En güzel mahkûm” yarışmasında, gardiyanların yürüyüşlerine eşlik ettiği adaylar endamlarını ve hünerlerini sergiledi. Yarışmayı kazanan Alexandra Amazo (sağda) coşkulu seyircileri selamladı. (Fotoğraflar: REUTERS/AP)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle