Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CMYB
C M Y B
SAYFA CUMHURİYET 28 EYLÜL 2008 PAZAR
10 PAZAR YAZILARI dishab@cumhuriyet.com.tr
‘Sontren’ve‘hayatborcu’
“Bizim Türklere ‘Hayat Borcu’muz var.
Hem sadece 2. Dünya Savaşı sırasında
kurtardıklarıyla değil. 1492’de atalarımızın
İspanya’dan sürüldüklerinden beri tarihin
çok çeşitli dönemlerinde, coğrafyanın çok
çeşitli köşelerinde bize sahip çıkmışlar, bizi
korumuşlardır...” Dünyaca ünlü uluslararasõ
jeo-politika uzmanõ ve tarihçi, Yahudi kökenli
Fransõz gazeteci, yazar, düşünür Alexandre
Adler geçen çarşamba akşamõ Champs-Elysées
Bulvarõ’nõn en lüks ve saygõn köşelerinden,
“Ledoyen Pavyonu”nda, yaklaşõk 300 kişilik
seçkin ve özel bir topluluk önünde yaptõğõ 15
dakikalõk bir konuşmada, kendi kökenlerini ön
plana çõkartarak Türklere, Türkiye’ye olan
şükranõnõ, bir kez daha bu sözlerle dile
getiriyordu. Yaş ortalamasõ 60’õn üstünde olan
topluluğun büyük bir kõsmõ Türkiye’den gelmiş
veya Fransa’da yaşayan Yahudilerden
oluşuyordu. Aralarõnda İsrail ve Avrupa’nõn
başka ülkelerinden gelen insanlar, aileler de
vardõ. Konuklarõn ezici çoğunluğunun bir başka
özelliği de “Holokost/Yahudi Soykırımı”ndan
sağ kalan kişiler veya onlarõn yakõnlarõ
olmalarõydõ.
Birazcõk geriye gidelim. Eylül’ün ikinci haftasõ
hiç tanõmadõğõm 3 isimden gazeteci sõfatõyla bir
davetiye aldõm. Albert Carel öncülüğünde,
Arlette Bules ve Claire Romi desteğinde
hazõrlanmõş bu davetiyede şöyle bir açõklama
vardõ: “1944 ilkbaharında Türkiye’nin
yardımıyla Türkiye’ye yollanan Yahudi
ailelerin tanıklıklarını sizinle paylaşmak için
24 Eylül saat 17.30’da düzenledikleri kokteyle
katılmanız bizleri sevindirecektir.
Anlatılacaklar, akşama katılacak Türk
yönetmenlere bu konuda bir belgesel film
hazırlamaları için malzeme oluşturacaktır.”
O akşam aralarõnda Türkiye’nin Fransa,
UNESCO Daimi ve İsrail Büyükelçileri ve
İsrail’in Fransa Büyükelçisi’nin de bulunduğu
konuklar tarihi denebilecek bir
anõn heyecanõnõ yaşõyorlardõ.
Carel’in kõsa bir girişle açtõğõ
akşamõn ilk konuşmasõnõ, iktidar
partisi UMP Paris 8. Bölge
(Ledoyen Pavyonu da tesadüfen
bu bölgede) milletvekili, Nicolas
Sarkozy’nin (eski) iyi
arkadaşlarõndan Pierre Lellouche
yaptõ. Bu buluşma onu üç açõdan
ilgilendiriyormuş. Bölge milletvekili ve 1951
Tunuslu Yahudi kökenli oluşu bir yana, özellikle
cumhurbaşkanõ tarafõndan Türkiye ile ilişkileri
“ısıtmakla” görevlendirilmişmiş. Bu misyonu
çerçevesinde geçen mayõs ayõnda Türkiye’ye
giden Lellouche’un Türklere olan sevgisiyse
yõllardõr Fransõz basõnõna bile mal olmuş bir
konudur. Lellouche, başõndan beri Türkiye’nin
AB üyeliğini ikirciksiz destekleyen nadir sağ
siyasetçilerden biri olmuştur.
Paris Büyükelçisi Osman Korutürk’ün “Hayat
kurtaran Türk diplomatlar”a ve 30’lu yõllarda
İnönü, Bayar gibi devlet adamlarõnõn Türk
Yahudileri hakkõndaki sözlerine ilişkin kõsa
hatõrlatmasõndan sonra söz alanlar, Carel’i de
ölümden kurtaran “Son Tren”lerin canlõ
tanõklarõ yaşadõklarõnõ konuklarla paylaştõlar.
Özellikle de Arlette Bules ve Claire Romi 1944
baharõnda 7 konvoy trenin Türkiye Cumhuriyeti
pasaportu veya kimliği taşõyan çok sayõda
Yahudinin 9-10 gün süren heyecanlõ
yolculuklarda, Almanya dahil tüm Nazi
Avrupa’sõnõ kat ederek İstanbul’a nasõl
vardõğõnõ anlattõlar. İstanbul’u nasõl bir
“Yeryüzü Cenneti” olarak
hatõrladõklarõnõ aktardõlar. Gecenin en
dokunaklõ iki konuşmacõsõndan biri,
Auschwitz Anõsõ Fonlarõ Derneği -
AFMA Marsilya Şubesi sorumlusu,
“Son Tren”e 11 yaşõnda binen Albert
Barbouth idi. “Fransa’da, ‘Kurtuluş’,
savaşın bitişiyle kutlanır. Benim için
‘Kurtuluş’ trenden İstanbul’a indiğim andı”
dedi. Diğer konuşmacõysa Alexandre Adler’di.
Anne tarafõndan İstanbullu Yahudi, baba
tarafõndan Alman Yahudiliğini belirtip, kendi ve
yakõnlarõnõn bugünkü varlõğõnõ Türkiye’ye
borçlu olduğunun, Osmanlõ ve Türkiye
tarihinden örnekler vererek Yahudilerle Türkler
arasõndaki yakõnlõğõn altõnõ
çizdi. Türkiye’nin
Ortadoğu, Orta Asya
ve Kafkasya’da gün geçtikçe somutlanan
ağõrlõğõnõ hatõrlattõ. “Adına ister soykırım
deyin, ister demeyin Ermeni sorunu dahil,
Türkiye’nin bugün kendini iyi ifade
edebilmek için Yahudi dostlarının yardımına
ihtiyacı olduğunu” söyledi. Sözlerini Türkçe
“Ne mutlu Türküm diyene”, diyerek
tamamladõ.
“Son Tren” adõyla çekilecek belgeselin
yapõmcõlarõ o akşam orada bulunan topluluğa ilk
topladõklarõ malzemelerden hazõrlanmõş, başarõlõ
bir alõntõ gösterdiler. İlgili kişileri, devrin
tanõklarõnõ Türk yetkililer aracõlõğõyla
kendileriyle temasa geçmeye, yaşadõklarõnõ
anlatmaya çağõrdõlar. Ortaya çok önemli bir
belge çõkacağõndan hiç kuşkumuz yok.
Ancak şayet hazõrlanacak çalõşma bilimsel bir
titizlik gösterilmeden, yeterli ve gerçekçi
araştõrma yapõlmadan abartmalõ bir tablo çizecek
olursa, hedef kitlesi olmasõ gereken dünya
kamuoyu ve ‘Avrupalılar’ nezdinde
güvenilirliğini baştan kaybeder.
Sen, ben, bizim oğlan seyredip ağlayacağõmõz
bir “Türk Schindler’leri” masalõ yazmaktan
kaçõnmalõyõz. Türk makamlarõnõn 2. Dünya
Savaşõ öncesi, sõrasõ ve sonrasõnda her zaman
“Sütten çıkmış ak kaşık” olmadõklarõnõ ve
meraklõlarõn araştõracağõ umuduyla “Struma”
ve “Parita” gemilerinin trajik hikâyelerini
hatõrlatmakla yetinelim. Sonra kim kime
“Borçlu” çõkar belli olmaz!
Üzerinden bir yõl bile geçmeden
ikinci bir okul katliamõ
Finlandiya’da soğuk duş etkisi yarattõ.
Soğuk duş etkisi ifadesi bile yeterli
değil Fin halkõnõn uğradõğõ şaşkõnlõğõ
tanõmlayabilmek için. Her ne kadar
sõcak buharlõ saunadan fõrlayõp buzlu
göllere atlamaya alõşõk olsalar da,
hayatõ daha çok votka, manevra alanõ
oldukça geniş flört ve cinsellik ile
eğlenceden ibaret sayan Fin halkõ
şaşkõnlõkla korkunun yarattõğõ
travmatik bir ruh hali içinde. Ciddi
sorunlar üzerinde düşünmeyi büyük
biradere (devlet) havale etmiş,
rehavete alõşkõn Fin halkõ, büyük
biraderin eskiden olduğu gibi küçük
birader için pek fazla kafa yormadõğõnõ
da anlayõnca şaşkõnlõğõ daha da
büyüdü. Fin medyasõ bile şaşkõnlõktan
kendi ülkelerindeki olayla ilgili
gelişmeleri aktarmakta, uluslararasõ
medyanõn gerisinde kaldõ. Aynõ Fin
medyasõ geçen yõlki katliamdan sonra
da hükümet benzer olaylarõn
tekrarlanmamasõ için alõnacak
önlemlerden çark edince hükümetin
üzerine gitmemişti.
Birinci katliamdan sonra iki sorun
üzerinde durulmuştu. Çocuklarõn ve
gençlerin ruh sağlõğõna önem
verilecekti. Tasarruf politikalarõ
yüzünden okullarda azaltõlan sağlõk
personelinin sayõsõ arttõrõlacaktõ. İkinci
konu da silah edinmenin, insan haklarõ
kapsamõndaymõş gibi mutlaka saygõ
duyulmasõ gereken bir hak olup
olmadõğõnõn açõklõğa
kavuşturulmasõydõ. İlk katliamõn acõsõ
yaşanõrken politikacõlar bu iki konuyu
gündeme alacaklarõna söz verdiler. Ve
tabii ki kõsa bir süre sonra da
unuttular…
23 Eylül günü bir gazeteci, katliamdan
birkaç saat sonra basõnõn karşõsõna
çõkan bakanlara geçen yõl vermiş
olduklarõ sözü hatõrlattõ: “Ruh sağlığı
yerinde olmayan, silah
bulundurması sakıncalı olan kişilere
ruhsat verilmesi ne zaman
önlenecek?” Yanõt, politikanõn halkõ
uyutma sanatõ
haline
dönüştüğünün
örneklerinden
biriydi:
“Avcılık
Finlandiya
halkının en
sevdiği
hobilerden
biridir. Hükümet namuslu ve şerefli
halkımızın evindeki, ormanlarda
yabani hayvan avlamakta kullandığı
silahlara el koyamaz.” Popülizm
bulamaçlõ politika böyledir. Sağlõklõ
tartõşma ortamõndan giderek
uzaklaşõlõr.
Finlandiya’da okul çağõndaki her on
çocuktan birinin psikolojik yardõma
ihtiyacõ olduğu yõllardõr söyleniyor.
Buna rağmen özelleştirme ve devleti
küçültme politikalarõ yüzünden iyi
işleyen bir sistemi bozup okullarda
sağlõk hizmetlerinde kõsõntõya gittiler.
Yapõlan araştõrmalar sağlõk
hizmetlerindeki kõsõntõlardan sonra lise
çağõndaki gençler arasõnda davranõş
bozukluklarõnõn arttõğõnõ ortaya
çõkardõ. Büyük birader, okullarda
sağlõk hizmetlerine tekrar önem
verileceğini açõkladõ ama gereken
ciddiyet gösterilmedi. Oysa İsveçli
krimonolog Prof. Jerzy Sarnecki’ye
göre içinde bulunduğumuz medya ve
iletişim çağõnda bu tür katliamlarõn
artmasõ kaçõnõlmaz gibi gözüküyor.
Youtube’da benzer filmleri izleyip
kendi bilgisayarlarõna indirenlerin
sayõsõ yüz binlerle ifade ediliyor.
Gençlerin hastalõk derecesinde bağõmlõ
hale geldikleri bu siteler olağanüstü
bilgi akõşõ sağlarken ruh sağlõğõ
yerinde olmayan, cinnet geçirmeye
aday gençleri tehlikeli mecralara
sürükleyecek bir ortamõn oluşmasõna
yardõm ediyor.
Prof. Sarnecki’ye göre okullardaki
katliamlar, bulaşõcõ hastalõk gibi
yaygõnlaşma eğilimi göstermekte.
Nedenini de şöyle açõklõyor Prof.
Sarnecki: “Sosyal denge eskiden bu
kadar bozuk değildi. Şimdi dengeler
bozuldu.” Gençler eskiden yarõnlarõ
için endişe duymazlardõ. Büyük
birader küçük biradere sõrtõnõ
döndüğünden beri güçlü zayõfõ eziyor,
uyanõklar saflarõ dolandõrõyor.
Politikacõlar da bu sistemin yasal
zeminini oluşturmakta. Bu geçiş
döneminde cinnet geçirenler de
çõkacaktõr.
Okuduğumuz kitaplardan,
dinlediğimiz
müziklerden, baktõğõmõz
tablolardan sonra
gerçekliğimizin hafifçe
dürtüldüğü bir gerçek.
Dahasõ, kendimizi çok fazla
kaptõrdõğõmõzda oralarda
yaşanan hayatõn aynen
izlediğimiz gibi olduğunu
sanmamõz da işten değil.
Kafamõzda oluşan şehir
imajlarõnda oralarõn
halihazõrda sahip olduğu
tarih ya da doğal güzellikler
kadar, oralarõn sanatçõlarõ ve
onlarõn çektiği-oynadõğõ
filmler, bestelediği parçalar,
yazdõklarõ kitaplarõn
kafamõzda yarattõğõ alternatif
hayatõn da katkõsõ yok mu?
Bunu çok fazla sanatçõya
ilham, çok sayõda filme
mekân olmuş New York’un
sokaklarõnda gezerken sõkça
düşünüyorum bu aralar. Kim
bilir kaç film izlemişizdir
hepimiz, Central Park’ta
mutlaka koştuğu esas oğlanla
kõzõn, Grand Central’da
(meşhur tarihi tren istasyonu)
trenlerini kaçõrdõklarõ,
Rockefeller Binasõ’nõn buz
pistinde el ele paten
kaydõklarõ, bir lokantada
oturup -dõşarõda muhakkak
yağmur yağarken- sigara
içtikleri.. Brooklyn
Köprüsü’nde
yürürken hayat
hakkõnda beylik
birkaç laf
ettikleri… Ve o
şehir bugün hâlâ
burada duruyor
evet, her şey yerli
yerinde, peki
neden içine
giremiyoruz o yaşamlarõn,
aynõ yerlere gitsek bile neden
aynõ hissi vermiyor kimseye,
neden kandõrõlmõş gibi
hissediyoruz kendimizi,
neden her şey bir kameradan
bakõlõnca -gereksiz yerleri
kurguda atõlõnca- hep daha
güzel gözüküyor? Bu
yaşadõğõmõz gerçekliği
kaybetme hissinde, mesele
New York ise eğer,
Brooklyn’de doğup büyümüş
olan Woody Allen’õn da
büyük payõ vardõr mutlaka.
Hep New York’u resmetti
filmlerinin arka planõnda,
burada öyle matrak, tatlõ ekşi
bir yaşam olduğuna inandõk
biz de ister istemez, bir tek
“Annie Hall” filmi bile
yeterliydi bu imaj kuyusuna
düşmemiz için. Andy
Warhol’un da hâlâ tartõşmalõ
olan sanatõnõ bu şehirde icra
ettiğini biliyorduk,
sinemaseverler için önemli
bir referans olan Taksi
Şoförü’nün yönetmeni
Michael Scorsese’nin de
İtalyan mahallesinde
doğduğunu -New York’tan
hiç ayrõlmadõğõnõ- keza ünlü
aktör Robert De Niro’nun
da. Brooklyn Köprüsü’nün
altõndaki evlerden birinde
Paul Auster’õn gece gündüz
kitap yazdõğõnõ da unutmadõk
elbette, Leonard Cohen’in
“Famous Blue Raincoat”
ya da “Dance Me To The
End of Love” gibi
unutulmazlarõ bestelemek
için Manhattan’õn yolunu
tuttuğunu da. Haksõz değiliz
yani sonunda, çekilmişlerden
ve söylenmişlerden
etkileniyorsak eğer, bir şehir
hakkõnda bir şeye kapõlõrken.
Buraya kadar hepsi tamam
da, olan gene bize oluyor ben
ona yanõyorum: Çünkü onlar
yapacaklarõnõ yapmõşlar, bize
de bu hayallerin peşine
kapõlõp her gittiğimiz yerde
bunlarõn izlerini aramak
kalõyor. Mesela bunun en
güzel örneği “Casablanca”
filmidir. Hâlâ çok çekici gelir
bu şehir çoğumuza, kulağa
bir hoş gelir, değil mi? Oysa
onca yolu tepip Fas’õn
Casablanca’sõnõ
gördüğünüzde elinizde
kalacak şey muhtemelen
hayal kõrõklõğõdõr, o efsanevi
filmin izleri yoktur bu
şehirde, kimsenin umurunda
değildir sizin beklentileriniz,
ki o filmin de neredeyse
tamamõ zaten Hollywood’da
çekilmiştir.
Çünkü aslõnda
sokaklar her yerde
sokak, kafeler
masalardan ve
sandalyelerden
ibaret alt tarafõ,
barlar ise içki
şişeleri eklenmiş
halleri bunlarõn.
Beton hepsi, mağazalar ise
hep aynõ, sõkõcõ. Paris’te
Simone de Beauvoir ve
Sartre’õn yaşamlarõnõn
çoğunu geçirdikleri Cafe de
Flore’ye gittiğinizde şimdi
aynõ sandalyelerde oturan
havalõ turistler bulmamõz gibi
bu, o havada kalõş duygusu…
O kişiler şimdi neredeler, o
sesler, harfler, nefesler
nereye kayboldular?
O kadar mõ yok oldular? Hiç
mi izi kalmadõ Evet, hayal
edilen bütün şehirler onlarõ
bize anlatan ve hatõrlatan
kişilerce oluşturulmuş
kafamõzda.
Umutlandõrõlmõşõz. Bunda
New York’un da suçu
yokmuş meğer ben anladõm.
Suçun birazõ bizde, bizim
hayal gücümüzde, biraz da
sanatçõlarda ve onlarõn
derimizin altõna dövme gibi
işleyen etkisindeymiş…
Eninde sonunda düşler ve
gerçekler sadece konu
şehirler olunca değil, her
zaman ayrõ ayrõ yollardan
gidiyor, orasõ bizim köyümüz
olmasa, dünyanõn bir ayrõ ucu
olsa bile.
Büyük
birader
sõrtõnõ
dönünce
Budapeşte’ningülümsemeyeninsanlarõ
OSMAN İKİZ
STOCKHOLM
UĞUR HÜKÜM
PARİS
İmajlarla
kandõrõlmõşõz
IŞIK CANSU
CANAYAK
NEW YORK
Onlar da Viyana’dan trene bindiler.
Aynõ kompartõmandayõz. Bir rahip
ile iki rahibe. Kendi aralarõnda Macar
dilinde sürekli bir şeyler konuşuyorlar,
daha doğrusu mõrõldanõyorlar. Rahip
yaşlõca, rahibelerden biri orta yaşlõ, diğeri
genç sayõlõr. Üzerlerinde kahverengi,
yerlere kadar uzanan cüppeler.
Boyunlarõndan kocaman tahta istavrozlar
sallanõyor. Orta yaşlõ rahibe, taneleri
ağaçtan tespihini hiç elinden bõrakmõyor.
Altõ kişilik kompartõmana girdiklerinde
ne selam vermişlerdi, ne de yüzümüze
bakmõşlardõ. Genççe olanõ bu işte yeni
gibi, pek sesini çõkarmõyor, ötekileri
dinliyor, safça gülümseyip duruyor. Tren
Hegyeshalom’da Avusturya’yõ terk edip,
Macar topraklarõna giriyor. Bizim üçlü
biraz neşeleniyor. Genç rahibe
çantalardan birini açõyor, konserve
kutularõ, kâğõtlara sarõlõ ekmek dilimleri,
salamlõ, peynirli, domatesler, lop
yumurtalar ortaya çõkõyor. Ve ortalõğõ
yağlõ bir koku kapõlõyor. Yerimizden
kalkõp, yandaki yemekli vagona
geçiyoruz. Orada da bir koku, ancak
insanõn iştahõnõ açan. Şişman aşçõnõn
tencerelerinde gulaş pişiyor, yanõnda
hamur işi var. İşte bu yenir, bir kadeh
kõrmõzõ Macar şarabõyla. Budapeşte’ye
yaklaşõrken kompartõmana dönüyoruz.
Üçü de uyukluyor. Yaşlõ rahibin başõ
arkaya düşmüş, ağzõ ardõna kadar açõk,
genç rahibe çõplak ayaklarõnõ yanõmdaki
koltuğa uzatmõş. Tren Kelenföld’de
durdurduğunda çantalarõmõzõ alõp ön
vagona doğru yürüyoruz.
Az sonra Budapeşte’nin Keleti
İstasyonu’nda yolculuğumuz bitiyor.
Tren 10 dakika molanõn ardõndan
Belgrad’a doğru yoluna devam edecek.
Kale Tepesi’ne çõkmak için taksi
durağõnda kuyruğa giriyoruz. Biraz sonra
önümüzde duran, Macar’a benzemeyen
taksici 10 dakikalõk yola 35 Avro istiyor.
“Nerelisin” diye soruyorum. Faslõ
olduğunu söylüyor. Gülümseyip, iyi
işler, diliyorum! Ardõndan gelen taksinin
şoförü: “25 Avro isterim” diyor. O da
buralõ değil, Lübnanlõymõş...
Arkamõzdaki Amerikalõlarõ alõp sõrõtarak
yola çõkõyor. Sonunda yaşlõca bir Macar
taksicinin istediği 15 Avro’yu verip otele
kapağõ atõyoruz.
Budapeşte’nin UNESCO Dünya Kültür
Mirasõ Kale Tepesi restore edilmiş
yapõlarõ ve bakõmlõ dar sokaklarõ, dükkân
ve lokantalarõyla Viyana ve Prag ile boy
ölçüşebilir. Kanuni Sultan
Süleyman’õn
1541’de namaz
kõldõğõ Matthias
Kilisesi’ne giriş 5
Avro. Tõpkõ
Prag’da olduğu
gibi Budapeşte’de
de kiliseleri ziyaret
paralõ! Kraliyet
Sarayõ ve
Balõkçõlar Burcu da Kale Tepesi’nin
diğer görkemli yapõlardan. Peşte’nin
geniş caddelerindeki çoğu Art Nuvo yapõ
elden geçmeyi, eski görkemine
kavuşmayõ bekliyor.
Tam 40 yõl aradan sonra tekrar geldiğim
Budapeşte’de insanlar sanki pek mutlu
değilmiş gibi. Prag’da da aynõ izlenimi
edinmiştim. Belki düşünce özgürlüğüne
kavuşmuşlardõ, ancak kapitalizm ve yeni
AB üyeliği günlük yaşama rekabeti,
işsizliği, geçim derdini de beraberinde
getirmişti. Komünizmden “paldır
küldür” kapitalizme geçmek eski
Demirperde insanlarõna pek yaramamõşa
benziyor. Aynõ belirtiler birleştikten
sonra Batõ’nõn refahõna kavuşan doğulu
Almanlarda da görülmekte.
Budapeşte’de turizm alanõnda
çalõşanlarõn, otel görevlisinden
lokantacõsõna, pek gülümsediğini
göremedim. Fiyatlar ise Batõ Avrupa
metropollerini hiç aratmõyor. Dönüş
yolunda sohbet ettiğim, Gyor’a giden
yaşlõca bir köylü bana hak veriyor.
Macar toplumu 1990’lõ yõllardan bu yana
bir kimlik krizi geçirmekte. Hangi yöne
gideceğini düşünürken parçalanmanõn
belirtilerini sezmemek mümkün değil.
Yaşlõ adama göre özellikle genç nesil bu
krizin içinde bocalõyordu. Hele büyük
kent insanõ kendini yeni yaşamõn
stresinden kurtaramõyor, çevresine
saygõsõz ve hürmetsiz davranõyordu.
“Komünizm yıllarında insanlarımız
daha neşeliydi, birbirlerine karşı daha
saygılı idi” diyen köylü haklõydõ. Aynõ
sözleri Prag’da da duymuştum. 40 yõl
öncesinin Budapeştesi, sokaklarõnda
cana yakõn ve gülümseyen insanlarõyla
anõlarõmda yer etmişti...
...1968 Eylülü’nde Budapeşte’den
Viyana’ya gidiyoruz. İstanbul’dan yola
çõktõğõmõz Volkswagen’in
“kaplumbağası” sõnõra elli kilometre
kala “artık gitmem” diyor. Kenara
çekip, yardõm bekliyoruz. Hava karanlõk.
Az sonra bir askeri kamyon duruyor.
Sovyet plakalõ. Üzerinde kõrmõzõ
yõldõzlar. Asker şoför iniyor, bir şeyler
söylüyor. Anlamõyoruz. Sonra yanõnda
oturan da iniyor. Kocaman şapkalõ,
göğsü ve omuzlarõ yõldõzlar, nişanlar
dolu, şişmanca bir Sovyet generali. Çat-
pat İngilizcesiyle bizi Avusturya sõnõrõna
kadar çekebileceklerini söylüyor. Yanõna
oturuyorum. Yolda anlatõyor. Prag’a
gidiyorlardõ. Yaklaşõk bir ay önce Rus
ordusu Çekoslovakya’yõ işgal etmişti...
www.ahmet-arpad.de
AHMET ARPAD
BUDAPEŞTE
Mahkûmlar kraliçesi
Kolombiya’nın başkenti
Bogota’daki El Buen Pastor
kadın hapishanesindeki
mahkûmlar sıra dışı bir eğlence
düzenledi. “En güzel mahkûm”
yarışmasında, gardiyanların
yürüyüşlerine eşlik ettiği adaylar
endamlarını ve hünerlerini
sergiledi. Yarışmayı kazanan
Alexandra Amazo (sağda)
coşkulu seyircileri selamladı.
(Fotoğraflar: REUTERS/AP)