05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 6 NİSAN 2008 PAZAR 4 HABERLER DÜNYADA BUGÜN ALİ SİRMEN MEB yönetmeliğinin yürütmesini durduran Danıştay, adeta hukuk dersi verdi Ataol ile Hapishanede Sevgili, Geçen hafta Cumhuriyet’in Pazar ekini elime alınca hoş bir sürprizle karşılaştım. Birinci sayfada, “Yazdılar suçlandılar” başlığının üstünde, hapishaneden geçmiş arkadaşlarla birlikte benim de tek tip elbise içinde mahkemede çekilmiş resmim vardı. Bilmesem kendimi tanıyamayacaktım. Zorunlu bıyıksızlık durumu, devlet bakımının sağladığı sağlık ve form, 25 yıl öncesinin bugünkünden üç kat daha saçlı görüntüsü... İnsan duygulanıyor, bir de bu yaşa gelince, o tür resimleri saklıyor ve her fırsatta çevresindekilere gösteriyor, “Bak bir zamanlar ben neydim” dercesine. Allah’tan şimdiye kadar kimse bıyık altından gülerek, “Bir zamanlar kartalmışsın” ya da “Vah abi vah, sen neymişsin, yazık ne hale gelmişsin” demedi, karşımdakiler kahkahalarını içlerinin kubbesinde çınlatmakla yetindiler. Sonra yazıları okudum, benim toplam 39 ay yattığımı yazmışlar, halbuki ondan yarım yıl fazla kaldım içeride. Orası önemli değil de, bir yerde de “mahkum olduğu sürece” diye bir ibare var. Oysa ben hiç mahkum olmadım, her iki hapisliğimde de hüküm giymedim, askeri mahkemeler önünde aklandım. Yani haybeye yattım. Bunun da önemi yok, sana bunun için yazmıyorum. ??? Benim sana yazma nedenim, Ataol Behramoğlu ile ilgili bir anım. O da kendi açısından anlatmış. Bilmem kaçıncı Zırhlı Tugay’ın Maltepe’deki, cephane deposundan bozulup bizim için özel hazırlanmış olan tutukevinin A koğuşunda Hüseyin Baş, Erdal Atabek, Kemal Anadol, Nedim Tarhan, Gencay Şaylan, Ataol ve ben birlikte kalıyorduk. Ataol ruh sağlığı kadar fizik sağlığına da düşkündü. Daha o zamanlar ABD’de bile tütün yasağı yokken, hapishanede tütün içilmemesini talep etti. Kendisine anlatmaya çalıştık ki, zaten yasaklarla dolu olan bir yerde yeni kayıtlar koymak pek akıllıca ve insancıl değil. O ise dumanaltı olmamak için diretiyordu. Oysa bulunduğumuz yerin kalın duvarlarının üzerindeki mazgal delikleri dolayısıyla havalandırması olağanüstü iyiydi. Tabii hapishane jargonuyla bu “kıyak” bizim için yapılmış değildi. Zaten bina da onun için tasarlanmamıştı. Orası cephanelikti ve mühimmat askerlikte her şeyden önce geldiğinden, herhangi bir ihmal kaldırmazdı. Ama bu da Ataol’a anlatılmazdı. Neyse sonunda orta yolda karar kıldık. Gündüzleri istediğimiz gibi tüttürecek, ama koğuşa girip kapılar kapandıktan sonra, artık bu işi bırakacaktık. ??? Oylamada sonuç böyle çıkınca, hiç içime sindiremediğim bu yasağa yine de hiç sektirmeden uydum. Çok geç yattığım için sabahın dördüne kadar pipomu hiç yakmadım. Gelgelelim, bunu Ataol’a anlatamıyordum. O benim, kendileri uyuduktan sonra fosur fosur pipo tüttürdüğüme emindi. Sonunda bizim koğuştan gitmeye karar verdi ve afili bir çıkışla tebliğ etti gidişini: Dilekçe verdim, gidiyorum. Nüktedanlığıyla ünlü Hüseyin Baş hemen atıldı: Nereye gidiyorsun Ataol? Dilekçemde talebimi belirttim, “adiler”in (siyasinin karşıtı) yanına... Hüseyin hınzır hınzır gülümsedi: Boşuna uğraşma! Bizden adisini bulamazsın. Geçen haftaki Cumhuriyet Pazar ekinde artık şairlikte üstatlık derecesine erişmiş Ataol, bu konuyla ilgili yazdığı, şu şiiri de yayımlamış: “Dışarıdayken o kadar özgürlük sözü etti ki Zavallı şairi Maltepe zindanına kapattılar Kitabei sengi mezarına yazılsın ki Hiçbir şeyden çekmedi, pipo dumanından çektiği kadar” Bu arada da Ataol’a var olanın yanında ikinci kez TCK 141’den dava açtılar. O zamanlar iki tane 141. madde mahkumiyetinin idama döndüğüne dair bir tevatür de vardı. Ben de bu vesileyle Ataol’a şu şiiri yazdım: “Behramzadelerden Ataol, erişmişken mümtaz (seçkin) şuera (şairler) katına İki 141’in içtimaıyla (birleşmesiyle) göçüverdi, şuheda (şehitler) safına” Sevgili, şimdi bu şiirin vezni ne diye sorma! Çünkü vezni, ne hece, ne aruz, düpedüz mapus vezni. Ataol ve öbür “Barışçılar” yılda en az bir kez toplanıp, eski günleri gülerek anıyoruz. ‘Atamalarınız keyfiyete açık’ ZEYNEP ŞAHİN ANKARA Danıştay, Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) 4. kez yürütmesi durdurulan yönetici atamalarına ilişkin yönetmeliğinin; “atamalarda keyfiliğe neden olacağına ve atamanın asıl amacı olan kamu yararının ortadan kalkacağına, daha önceki Danıştay içtihatları dikkate alınmadan düzenleme yapıldığına, puan üstünlüğü, hizmet süresi gibi ölçütlerin kaldırıldığına, kişisel değerlendirmeye açık bir sistem getirdiğine” dikkat çekti. Danıştay 2. Dairesi, Eğitimİş’in açtığı dava üzerine Milli Eğitim Bakanlığı Eğitim Kurumları Yöneticileri Atama Yönetmeliği’nin bazı maddelerinin yürütmesini durdurmuştu. Danıştay’ın durdurma nedenleri 26 sayfalık gerekçe ile açıklanırken, MEB’e adeta hukuk dersi verildi. Eğitimİş ise MEB’in gerekçeli kararda yer alan tespitler doğrultusunda derhal yeni bir yönetmelik çıkarması gerektiğini vurgularken, aksi yönde bir tavrın “eğitim çalışanlarına ihanet” olacağına dikkat çekti. Danıştay’ın gerekçeli kararında, özetle şu vurgular yapıldı: ? Danıştay 2. Daire konuyla ilgili olarak daha önce verdiği kararlarda yöneticilik görevine atanmada bazı hukuksal ilkeleri ortaya koymuştu. Bu nitelikler arasında; “yöneticilik görevine aday olacakların ha berdar edilmesini sağlamak suretiyle geniş katılımı ortaya çıkarma, yöneticilik görevine aday olanların değerlendirilmesini, kriterleri objektif olarak belirlenmiş bir seçme usulü ile gerçekleştirme, değerlendirme kriterlerini, en uygun personelin seçilmesini sağlayacak biçimde oluşturma, değerlendirmenin somut verilere dayalı biçimde gerçekleştirilmesi suretiyle hukuka uygunluk denetiminin kapsamını sınırlandırıcı etkide bulunma ma” vardı. MEB, yeni yönetmeliği hazırlarken bu ilkeleri göz önünde bulundurmak zorundaydı. ? Eski yönetmelikte “puan üstünlüğü” ilkesine yer verilerek, somut ve objektif bir değerlendirme ölçütü getirilmişken, dava konusu düzenlemede böyle bir ölçüt yok. ? “Hizmet süresi”, kariyer ve liyakat ilkeleri açısından temel nitelikte bir unsur. Eski yönetmelikte öngörülen hizmet süreleri dava edilen yönetmelikle kısaltıldı ve da TÜRKİYE FİZİKİ HARİTASINDA ‘AĞRI DAĞI’NIN ADI DEĞİŞTİ MEB’den ‘Ararat’ gafı ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Türk EğitimSen Genel Başkanı İsmail Koncuk, 11. sınıf coğrafya dersi kitabında, Türkiye’nin fiziki haritasında “Ağrı Dağı”nın adının “Ararat” olarak yazıldığını belirterek, yanlışlığın düzeltilmesini istedi. Koncuk, yaptığı yazılı açıklamada, MEB onayıyla okutulan coğrafya dersi kitabının 133. sayfasında yer alan Türkiye fiziki haritasında, “Ağrı Dağı”nın adının “Ararat” olarak yazıldığını bildirdi. Kitapta yer alan bu ihmalin affedilemez boyutta olduğunu söyleyen Koncuk, şunları kaydetti: “Ararat kelimesi günümüzde sözde ‘Ermeni soykırımı’ iddiasının sembolü haline gelmiştir. Ararat’ın anlamı Ermeniler için son derece önemlidir. Ayrıca hatırlanacağı üzere 19151920 yıllarındaki Ermeni olaylarının konu alındığı ‘Ararat’ isimli bir filmde tarihi gerçekler saptırılmış ve Türk milleti hak etmediği şekilde suçlanmıştı.” MEB ise yaptığı açıklamada hatayı kabul ederek bakanlığın konu hakkında inceleme başlattığını ve hatanın düzeltileceğini bildirdi. ha az kıdemi esas almanın kamu yararı ve hizmet gereklerine nasıl bir olumlu katkı sağladığı somut biçimde ortaya konulamadı. ? Sübjektif değerlendirmelere açık bir sistem öngörülüyor. ? Yöneticilik görevine aday olmak isteyecekleri haberdar edecek bir içeriğe sahip olmadığı için fırsat eşitliğini ortadan kaldırıyor. ? Takdir yetkisinin sınırlarını hiçbir kıstasla bağlı tutmayacak ölçüde genişlettiği için kamu personelinin mesleki anlamda kendini geliştirme isteğini sınırlayıcı nitelik taşıyor. ? Hiçbir değerlendirme kriterine yer vermeyerek hukuka uygunluk denetiminin etkinliğini daraltıyor. ? Kariyer ve liyakat ilkelerini gözetmeyen yapısıyla kamu personeli açısından güvencesiz bir ortam oluşturuyor. ? Görevin gerektirdiği niteliklere ilişkin bir vurguyu içermemesi nedeniyle en uygun personelin seçimini ve dolayısıyla kamu hizmetinin iyi işlemesini zorlaştırıcı bir etkiye sahip. ? İdarenin atama yapmasının amacı; kamu hizmetinin daha iyi bir biçimde yürütülmesini ve böylece kamu yararının gerçekleşmesini sağlamak. Ancak takdir yetkisindeki mutlaklık, keyfi ve kamu yararı amacı dışında uygulamalara neden olabilir. asirmen?cumhuriyet.com.tr Sol üzerine mektuplar gelmeye devam ediyor. Bugün sol, aydınlar ve din arasındaki ilişkiyi değerlendiren bir okuyucu mektubunu sizinle paylaşmak istedim. Mektup, Bülent Ecevit’in 1970’lerdeki başarısını ele alıyor ve solun halkla ve dinle ilişkisini, bu konudaki zaaflarını masaya yatırıyor. Bunları tartışmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Yeri geldikçe bu konudaki mektupları yayımlayacağım. “Sayın Çalışlar, ‘Ne Olacak Solun Hali’ başlıklı yazınız ile ilgili düşüncelerimi 60’lı yıllarda üniversite öğrenciliğimden bu güne, siyasetle yakından ilgilenmiş biri olarak iletmek istiyorum. Umarım bu konuyu sistematik bir çalışma şekline dönüştürme imkânınız olabilir. Türkiye’de solun ve siyasetin sorunlarını farklı bakış açılarından şöyle ortaya koyabiliriz. ‘Ne Olacak Solun Hali’ (3) 1 Solun siyasetteki en önemli sorunu aydınlarımızın siyasete hemen hiç ilgi göstermemeleridir. Kendi deyimleri ile siyasete bulaşmak istememeleridir. İlgi duyanların ise parti çalışmaları, seçim çalışmaları, seçmenlere ulaşmayı ve yüz yüze görüşmeyi bir tarafa bırakıp tepeden siyaset yapmayı ve doğrudan milletvekili olmayı bekledikleri, buna imkân bulamayanların ise ‘Siyasette bize imkân verilmiyor’ veya ‘Parti içi demokrasi yok’ suçlaması ile partiden ayrıldıkları sık görülen bir durumdur. Tabir caizse siyasete hiç emek vermeden siyasetin başaktörü olmayı beklemeleridir. 2 Parti içi demokrasi ise yeterli üyesi olmayan siyasi partilerde işlemesi imkânsız bir beklentidir. Bugün siyasi partilerin örgüt yapılarında ilçelerin 50100 arası üyeleri ancak bulunmaktadır. Bunların arasında ise aydın yok denecek kadar azdır. Böyle bir yapı içinde parti içi demokrasinin işlemesi mümkün müdür? 3 Bu durum aydınlarımızın toplumdan uzaklaşması, toplumun da aydınlarımızı dışlaması sonucunu ortaya çıkarmaktadır. 4 Batı ülkelerinde sağ ve solun temel tartışma konusu ‘ekonomi politikaları’ olurken ülkemizde tek sorun vardır: “Laiklik.” Ancak siyasetin temel unsuru olan ‘din’ sağ partiler tarafından olabildiğince istismar edilirken bu durum toplum tarafından son derece olağan karşılanmaktadır. Aynı konu sol siyasete yasaktır. Böyle bir durumda aydınlarımızın tepkisi çok sert olmakta ve o siyasetçiyi silmektedirler. Böylece dini siyasetlerinde kullanan sağ partiler yüzde 70’lere varan bir oy potansiyeline ulaşabilirken, bundan yoksun kalan sol partiler yüzde 30 oy potansiyeli ile sınırlı kalmaktadırlar (bu yüzde 30 ise Aleviler, Kürtler ve aydınlardan oluşmaktadır). Böyle bir ortamda solun seçim kazanma şansı var mıdır? Bu haksız rekabet nasıl ortadan kaldırılabilir? 5 Dinin siyasetteki ağırlığının bu kadar etkin olduğu ülkemizde solun temsil edilmesi için CHP’nin öne çıkarılması, seçimin baştan kaybedilmesi demektir. Bilindiği gibi Cumhuriyeti kuran parti özelliği ile CHP, sağ seçmen için (muhafazakâr seçmen) asla oy vermeyeceği bir partidir. Bu gerçeğe rağmen solun ve aydınların ‘Sol CHP’de birleşmelidir’ isteği ve ısrarı sol siyaseti kilitleyen en önemli unsurdur. Solun gelişebilmesi için muhafazakâr seçmene daha makul gelen (tarihten gelen zorlukları olmayan) DSP’nin önünün açılması, en azından solun iki koldan büyümesi aydınlar tarafından desteklenebilmelidir. 6 Kabul etmek gerekir ki laiklik ilkesi çözümlenmeden ülkemizde siyaset, rayına oturamayacaktır. Demokrasi içinde ise bunun tek çözümü ‘muhafazakâr seçmenin’ oyunu almaktan geçiyor. Bunu kavrayabilen tek lider Ecevit olmuştur ve DSP’nin ‘İnançlara Saygılı Laiklik’ söylemini bu nedenle öngörmüştür. Bu kavramın, muhafazakâr seçmene ulaşabilmek için anahtar kavram özelliği taşımasına karşın aydınlarımız tarafından ne yazık ki küçümsenmektedir. Aydınlarımız siyasetin üstünde oldukları için bu gerçekleri görememektedirler ve sol siyasetin önünü ne yazık ki kesmektedirler. Bunu öğrenebilmenin en doğal yolu seçmenden oy istemek ve seçmenle yüz yüze gelmektir; seçim çalışmalarına herhangi bir siyasi unvan beklemeden fiilen katılmaktır. Oysa hiçbir aydın buna yanaşmamaktadır. 7 Söz bu noktaya gelmişken size Atatürk’ün 20 Mart 1923 yılında Konya ziyareti sırasında gençlere yaptığı ‘Aydın’ tanımlamasını eklemek istiyorum. ‘…Aydın sınıfı ile halkın anlayış ve hedefi arasında doğal bir uygunluk olması lazımdır. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği fikirler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır…’ (20.03.1923, Konya Gençleriyle Konuşma.) Sayın Çalışlar düşüncelerimi sizinle paylaşmak istedim. C.M. Mak. Yük. Müh.” C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle