07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 2 NİSAN 2008 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Çağdaş Uygarlık Düzeyi Çünkü bir dinci, laik, cumhuriyetçi ve ulusalcı olamaz. Öğretisine terstir. Laik, demokratik ve ulusalcı olamadan da, çağdaş olunamaz. Ayrıca, ulusçulukla ulusalcılık da özdeş değildir. Alafranga Avanaklık BELKİ, “Alaturka Kurnazlık ve Alafranga Avanaklık” diye bir başlık daha iyi olabilirdi, ama sütun için fazla uzun kaçardı. Yoksa, gerçekten, yaşananlar, birbirinden farklı iki âlemin bir araya gelişinden başka bir şey değil: Bir yanda bizim siyasilerin kurnazlığı, öte yanda kendilerini akıllı, Türkleri aptal sayan Avrupalı parlamenterlerle yorumcuların şaşkınlık verici densizlik ve cahillikleri. Bizim kurnazlar, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın iddianamesi üzerine savunma hazırlığına çalışmak yerine suç ve suçlanışı ortadan kaldırmak için yeni anayasa değişikliği yolları aramaya başladılar. Sınav öncesi ders çalışmak yerine okul asma çarelerine kafa yormaya başlayan haylaz öğrenciler gibi. Batılılar da Türk devlet sisteminin temellerini ve bu ülkedeki dengeleri daha iyi anlamaya çalışmak yerine ucuz yorumların ardından tehditler savurmaya koyuldular. Eski sömürgecilerin küstahça tepeden bakışları ve sözlerinin mutlaka dinleneceğinden emin oluşlarının rahatlığıyla. ysa, acayip bir ittifak oluşturmuş olan bu taraflar, yalnız gülünç olmakla kalmayıp terbiyesizliğin, saygısızlığın ve hatta suçluluğun sınırında dolaştıklarını görmüyorlar. Görevini yapan ve tek başına üstlendiği kamusal sorumluluğu yerine getirmeye çalışan bir Cumhuriyet Başsavcısı’nı ve yüksek hukukçuları siyasal davranmakla suçlayıp yargılanmaktan kurtulmak için anayasa değişikliğine kalkışma, bir bakıma “kanuna karşı hile”nin ya da “görevi kötüye kullanma”nın başka türlüsü değil midir? Bir yasa hükmü dolayısıyla suçlanan yasa koyucunun o hükmü değiştirmeye kalkması hangi hukuk sisteminde görülmüştür? Akıl var, izan var; AKP’li hukukçular kendi partilerini ve arkadaşlarını nasıl bir suç daha işlemeye ittiklerinin farkında mıdırlar? Öte yandan, şimdi bülbül kesilen, Türkiye’nin demokratik sistemi ve hukuk yapısı üzerine ağızlarına geleni söyleyen, “AB’ye tam üyeliği unutun” türünden tehditler savuran, Başsavcılık iddianamesinin kabulünü “yargı darbesi” sayan bütün o Olli Rehn’ler, Joost Lagendijk’ler ve politika ya da medya dünyasındaki benzerleri, Refah Partisi ya da devamındaki partiler yargılanıp kapatılırken neredeydiler? oksa, geçmişteki o durumlarda “bigâne” kalışları, “Milli Görüşçü”lüğün Batı’ya yaranmaktan ve oranın hesaplarına hizmet etmekten uzak durmuş olması mıydı? Başka bir deyişle, şimdi AKP’nin suçlanışı dolayısıyla gösterilen bu büyük tepki, Türkiye Cumhuriyeti’nin akıbetine ilişkin olarak içteki dıştaki hesaplar arasında oluşan sinsi yakınlıktan mı kaynaklanmaktadır? Vecihi TİMUROĞLU aşbakan Recep Tayyip Erdoğan, zaman zaman, Atatürk’ü anma gereğini duyuyor. Bir zorunluluğun gereği anıyor Atatürk’ü. Anarken de, özellikle İslamlaştırıyor yüce kahramanı, “Gazi Mustafa Kemal Atatürk” diye anmaya özen gösteriyor. Çünkü, “gazâ”, din uğruna yapılan savaştır. “Gazi” de, gazâdan utkuyla dönen kimsedir. Gazâ yapan ordunun komutanına da, “gazi” sanı verilir. Din savaşları, tarihsel niteliklerini, ulus toplumlarının doğuşuyla birlikte yitirmiştir. Mustafa Kemal’e “gazi” sanı, İslam uğruna yaptığı savaştan dolayı verilmemiştir. Mustafa Kemal, sömürgecilere karşı yapılan savaşı, “İstiklal Harbi” (Bağımsızlık Savaşı) diye nitelemiştir. Tarihteki yerini de böyle almıştır. Sonradan, İstiklal Harbi, “Kurtuluş Savaşı” diye anılmıştır. Dünya devrimler tarihine de, “kurtuluş savaşları devrimi” olarak geçmiş ve kendisinden sonraki bütün bağımsızlık savaşlarının temelini atmıştır. Gazilik sanını da “İstiklal Harbi”ni yapan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kararı ile almıştır. Bay Erdoğan, Atatürk’e bağlılığını göstermek için, sık sık da ülkeyi, Gazi Mustafa Kemal’in “hedefi olan muasır medeniyet seviyesine çıkarmak”tan söz eder. Öyle ki, Atatürk Devrimi’ni, salt çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak olarak sığlaştırır ve İslamcı tabanına bu iletide bulunur. Oysa, çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak ve onu aşmak için, bilimsel devrimi yapmak gerekir. İslamın ya da herhangi bir dinin inaklarıyla (dogma, nas) çağdaşlaşma olanaksızdır. Atatürk için önemli olan üç devrim B Y O [email protected] ilkesi vardır: Layiklik, cumhuriyetçilik ve milliyetçilik. Kişinin, kendisini layik (laik), cumhuriyetçi ve ulusalcı olarak tanıtması önemli değildir. Atatürk, bu ilkelere içtenlikle inanmasını koşul olarak belirtir. 1931 yılında, ülkede seçim yapılacaktır. O dönemde, iki dereceli bir seçim dizgesi vardır. Önce delegeler seçiliyor, bu ikinci seçmenler de, milletvekillerini seçiyorlar. İkinci seçmenlere, o günkü Türkçeyle “müntehibi sani” deniyor. Cumhuriyet Halk Partisi (Fırkası), kimi seçim çevrelerinde, eksik aday göstermiş. Atatürk bu durumu, ikinci seçmenlere, bir bildiriyle şöyle bildiriyor: “...Partimizin ulusa sunduğu temel noktalar içindeki çalışmaların ve etkinliklerin, bugün, düşüncemize ve görüşümüze katılmayan milletvekillerince çözüm üretilmesine ve eleştirilmesine gerek duyuyoruz. Bunda, özellikle beklediğimiz yarar, partimizin candan, yurtsever çabalarının ortaya çıkarılmasını, iyice anlaşılmasını kolaylaştırmaktır. Yaptığını bilen ve hizmet yolunda önlemlerine inanan ülkü sahipleri olarak, kendimiz, eleştiriye açık olmalıyız. Bu nedenledir ki, sizden, partime bağlı arkadaşlarımdan, bizim izlencemize yandaş olmayan adaylara oy vermeniz gibi ağır bir özveri istedim. Bu özveriniz, ülkenin yönetimi için, partimizden milletvekili seçmek kadar önemlidir. Amaca uygun olduğuna güvendiğimiz başka düşüncelerden seçeceğiniz milletvekilleri için, ikinci seçmenlerimizden dikkat etmelerini istediğim nitelik, salt layik (laik) cumhuriyetçi, ulusalcı ve içten olmaktır. Açık bıraktığım yerler için hiçbir kimsenin lehinde ya da aleyhinde bir telkinim yoktur ve olmayacaktır. Adaylıklarını koyacaklar hakkında, bulunçsal (vicdani) kanılarınıza göre oy vermenizi özellikle diliyorum.” O tarihte henüz soyadı yasası çıkarılmadığından Atatürk, imzasını “Gazi Mustafa Kemal” diye atmıştır. Cumhuriyet Halk Partisi’nin altıoku bellidir. Atatürk, Meclis’e seçilecek karşıt milletvekillerinden “devletçi, halkçı ve devrimci” olmalarını beklemiyor. Zaten, kendi dünya görüşüne karşıt insanların seçilmesini istiyor. Muhalefete inanıyor. Demokrasinin olmazsa olmazıdır muhalefet. 14 Nisan 1931 günlü bildirisinde istediği şey, seçileceklerin layikliğe, cumhuriyete inanan ulusalcılar olmasıdır. Liberal olabilir, burjuva sınıfının temsilcisi olabilir, devrimci değil de evrimci olabilir, ama kesinlikle layik, cumhuriyetçi ve ulusalcı olmalıdır milletvekili. Bay Erdoğan, bu yüzden, Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in temel niteliklerine herkesten çok bağlı olduğunu söylemesin. Büyük bir yalandır bu. Çünkü kendisi, layik olmadığını açık açık söylüyor: “Devlet layik olur, ama birey layik olmaz.” Bu, bir dincinin mantığıdır. Yurttaşları layik olamayan bir devlet, nasıl layik olabilir? Layik olmayan bir cumhuriyet de görülmemiştir. Ulusalcı da olamaz Erdoğan. Çünkü İslamcıdır. Dincilik, ulusalcılığı yadsır. Dinsel öğretiler, her türlü ulusal düşünceyi yadsır. Doğaldır da bu. Samimi olmadığı da açıktır. Çünkü bir dinci, layik, cumhuriyetçi ve ulusalcı olamaz. Öğretisine terstir. Layik, demokratik ve ulusalcı olamadan da, çağdaş olunamaz. Ayrıca, ulusçulukla ulusalcılık da özdeş değildir. Yüce Ata’nın bu bildirisinden, Deniz Baykal’ın da çıkaracağı dersler var. Karşıtlarına gereksinimi vardır. Dostlar birliğiyle bir parti yönetilemez. Onursal genel başkanının uyarılarına kulak vermelidir. Başlar ve Boşluklar Lamia ONAT umhuriyet tarihimizin en kritik ve kırıklarla dolu bu döneminde, buzdağının ucunda görülen oluşumları; bilgi, yetki ve yeteneğimizin elverdiği ölçüde izlemek ve incelemekle yükümlü olduğumuz bir gerçektir. Ancak gerek konuşurken, gerek tartışırken veya görüşlerimizi topluma açıklarken, bir mayın tarlasında adım atar gibi son derecede ciddi, dikkatli ve tedbirli davranmak durumundayız. Savaş alanlarının kurallarını ve politikanın ince dokusunu yeterince tanımayan bireylerin, yaptıkları yorumlarla ulusal bütünlüğümüze zarar verdikleri veya verebilecekleri gözden uzak tutulmamalıdır. Her yönüyle ve sadece Türk kadınının sosyal hayatını ilgilendiren başörtüsü konusunda, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, “Olmak veya olmamak” derecesinde önem taşıyan diğer bütün görüşmeleri bir tarafa bırakarak, düğümün çene altında mı, yoksa burun üstünde mi bulunması gerektiği hususundaki tartışmaları, dünyada örneği görülmemiş ilginç ve ilkel bir durum olarak karşıladığımızı da ayrıca ifade etmeliyim. Şimdi, sade bir vatandaş olarak kaleme aldığım bu görüşlerden sonra esas konuya dönüyor ve çok değerli kız çocuklarımıza ve gençlerimize sesleniyorum: “Kadınımızın başındaki örtü, erkeğin kafasındaki ‘türban’dır.” Güzel saçlarını gölgeleyen ve yüzüne hiç yakışmayan kulaklığı, gözündeki karanlık peçeyi çıkar, at, kurtul, unut! Sonra, doğruca okuluna koş, dersini hazırla. İşte ancak o zaman özgür, uygar bir insan olarak yaşadığını anlarsın! “Olmaz olmaz” deme, gün gelir, tüm dünyayı karşına alır, ilminle, bilginle, gücünle, aklınla onun elinden tutar... Kucaklarsın! C C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle