04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 30 MART 2008 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Kanuna Karşı Hile Hukuk felsefesinde şöyle bir ölçüt önerilir: Kanun ya da norm; akla, mantığa, ahlaka, adalet duygusuna, çağdaş değerlere, hukukun genel ilkelerine uygun biçimde hazırlanmamışsa, başka bir deyişle felsefi tanımıyla “olması gereken”i dile getirmiyorsa “hukuk” olarak nitelendirilemez. PENCERE bile “yaşam hakkı” denilen değeri korumaktadır). Burada kanunların hukuka uygunluğunun nasıl belirleneceği sorunsalı da karşımıza çıkmaktadır. Hukuk felsefesinde şöyle bir ölçüt önerilir: Kanun ya da norm; akla, mantığa, ahlaka, adalet duygusuna, çağdaş değerlere, hukukun genel ilkelerine uygun biçimde hazırlanmamışsa, başka bir deyişle felsefi tanımıyla “olması gereken”i dile getirmiyorsa “hukuk” olarak nitelendirilemez. Bu belirlemeye aykırı görüşü savunanlar ve normun yalnızca onu koyanın iradesini yansıttığını ileri sürenler de vardır. Bunlar Hukuksal Pozitivistler ve Hukuksal Normativistler, yani biçimci hukukçulardır ve bu yaklaşım Hitler’leri üretmiştir. Şimdi sormak gerekir, düşünülen bu anayasa değişikliği hangi değerin gerçekleştirilmesini amaçlamaktadır? Cumhuriyetin ve çağdaşlığın en temel ilkesi durumunda olan laikliğin ortadan kaldırılmasına ilişkin bir özgürlük değerini (!) mi, yoksa özgürlüklerin yok edilmesi özgürlüğünü öngören teokratikofaşist bir değeri (!) mi? ‘Üsküdar’ Faciası Unutuldu mu? “İnsan hayatının değerini bilmek, öğrenmek, medeni olmanın ilk şartıdır. Sorumluluğunu bilen her insanoğlu kendinin de, başkalarının da hayatının değerini tanır. Toplulukları yöneten sorumlu kişiler, insan değerini bildikleri sürece başarı kazanırlar.. Ama herkesin gözü önünde olup biten olayları gizlemek isteyenler kendi geleceklerini karartmış olurlar.” Ben, bu satırları 6 Mart 1958 günü Vatan gazetesinde yazmışım... 1 Mart 1958’de ne olmuş? İzmit Körfezi’nde Üsküdar adlı gemi batmış, içindeki en az beş yüz kişiyle birlikte... Cumhuriyet tarihimizin en karanlık yapraklarından biri. Denizcilik Bankası’nın işlettiği çürük çarık gemilerden biri “Üsküdar” körfezin azgın sularına dayanamamış... Ölenlerin çoğu öğrenciler... Oysa bu korkunç olaydan önce basında pek çok yazar uyarmış, seksen yedi yıllık gemiler ortadan kaldırılsın, gemilere gereğinden çok yolcu da alınmasın diye!.. Elli yıl geçmiş aradan! Baktım basında kimse anımsamamış! Tek satır yok... Bir anma, bir anımsama!.. O gün neydi, nasıldı o gemiler, bugün nasıl, bir düzelme, bir değişme var mı diye.. soran da yok.. ??? Bir araştırmacı, bir tarihçi arkadaş, Atilla Oral oturmuş çalışmış, tüm basını incelemiş; resimleri, konuşmaları, demeçleri seçmiş.. bu korkunç olay üstüne basında çıkan yazıları, resimleri, karikatürleri koskoca bir kitapta, belgesel bir yapıtta toplamış: “Üsküdar Faciası” Kitabın önsözünde Atilla Oral diyor ki: “Millet ile hükümet yöneticileri arasında bu kadar büyük bir iletişim bozukluğunu Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde görebilmek mümkün değildir. Üstelik o tarihte iktidarda olan siyasetçiler sekiz yıl önce ‘Söz Milletindir’ sözüyle iktidara gelmişlerdi. Buna rağmen, İzmit körfezi halkı, hükümetin çok açık ihmali nedeniyle başına gelen bu büyük felaketi yaşadığı en kara günde bile söz sahibi olamadı.” ??? “Takdiri ilahi” demişler kimi kişiler!.. İktidara toz kondurmamak.. her işi, her sorumluluğu Tanrı’ya bağlamak! O günden bugüne değişen bir şey var mı? Bakın AKP yıllarında kaç tren kazası oldu? Hele en hızlı treni başında kondüktör şapkasıyla uğurlayan Başbakanı düşünün? Bozuk raylardan çıkan o trende kaç kişi öldü? Ne genel müdür, ne bakan değişti, sorumlu tutuldu, ne de o treni uğurlayan Başbakan!.. Mahkemeler, araştırmalar, sonuçsuz kalmadı mı hep, kalmıyor mu? Bu kafayla daha da nice felaketler yaşanır, yine hepsi sonuçsuz kalır takdiri ilahi diye!.. Elli yıl geçti. Yine yıllar geçecek. Menderes’ler, DP’ler geçip gitti. AKP’ler, Tayyip’ler de geçecek. Korkarım bu anlayışsızlıkla daha nice acılar, felaketler yaşanacak... ??? Tarihsel bir olayı bütün ayrıntılarıyla gözler önüne seren, Atilla Oral’ı kutlarken, o günkü yazımdan bir cümleyle bitireyim: “Gerçeği saklamak fayda vermez. Olup biten olaylara dosdoğru bakabilen insan kötülükleri önleyebilir. Bizler nedense gerçeği görmeyi göstermeyi pek bilmeyiz. Hatalar, yanlışlıklar, ihmaller, kayıtsızlıklar gizli kalırsa, gün ışığına çıkmazsa, yokmuş gelir bizlere...” Üsküdar faciasının şehitlerinin anısına saygıyla... Feto Medyaya El Koydu... Epey bir süreden beri tartışılan bir merak konusu var; kahvehaneden gökdelene dek konuşuluyor: Cumhurbaşkanı Gül Fethullahçıymış... Yok canım!.. Başbakan da Fethullahçı mı?.. Hayır... Peki, neci?.. ? Doğrusu Abdullah Gül’ün Fethullahçılığını ya da Fetoculuğunu bilemem... Ama tarz aynı. Neden?.. Çünkü kişiliği uyuyor, bizimki de yumuşak, öfkelenmiyor, bağırıp çağırmıyor, sinirlenmiyor, amaca varmak için her şeye eyvallah diyen Fetocu raconu benimsemiş... Fethullahçılıkta cemaat bu yumuşak yöntemin terbiyesini benimsemiştir... Bakarsınız gepegenç bir işadamı, eğer Fetocuysa, sizi suya götürür susuz getirir, alacağını aldıktan sonra yol ortasında bırakıverir... ? Peki, RTE böyle mi?.. Başbakan’ın yöntemi Fetoculukla pek uyuşmuyor; öfkeli, tepkili, sinirli, gerilimli, kavgacı... Toplum çoktan beri tarikatlarla cemaatler arasında parsellendiğinden, eğitim faslı da küçük yaştan bu düzen üzerine gelişiyor; kişilikleri yontmak, yoğurmak, yetiştirmek, eğitmek üzerine öğretim çoktan beri dincilerin eline geçmiştir... Aydınlanmacı, laik, bilimsel eğitim ve öğretim sizlere ömür... ? Peki, RTE hangi tarikattan ya da cemaatten?.. Geçen gün bu işleri iyi bilen biri, kabine üyelerinin mezhep, meşrep ve cemaatlerini teker teker saymaya başladı... Ama, aldanmayın... Temelde hepsi bir... Ortak noktaları ne?.. Cemaatlerde farklar olsa bile tümü Nakşi... Nakşibendi tarikatı laik Türkiye Cumhuriyeti’ni ele geçirdi... Fethullah Gülen’in bu “zafer”de çok büyük payı var... ? Feto aklı başında bir insan sayılabilir mi?.. Zaten kendisinde böyle bir nitelik aranmaz, tek bir vaazında bile kimliği ortaya dökülüyor... Ama Feto öyle bir yöntem buldu ki hazine pahası... Nedir o yöntem?.. İslamı Hıristiyanlığın güdümüne çaktırmadan bağlamak stratejisi... Papa’yı ziyaretinden beri Fethullah’ı Batı yere göğe koyamıyor, emperyalizm Feto’yu İslamı sömürmek için kullanıyor, Türkiye’yi dinciliğe bağlamak yolunda Gülen Batılıların birebir işlerine geliyor... Feto, Hıristiyan emperyalizminin en etkili elçisi gibi, Saidi Kürdi’nin Nurculuğunu Nakşi mezhebinin çatısı altında yürütüyor... Feto yaman... Feto medyayı da ele geçirdi... Hangi parayla?.. İşin o yönü sır... Diyorlar ki: Kayıt dışı parayla... Feto’nun parası da ne bitmez tükenmez paraymış canım, kökü nerede bunun?.. Dışarıda mı?.. Prof. Dr. Cahit CAN 950 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nde asistan Hamide Topçuoğlu, Kanuna Karşı Hile adını taşıyan doktora tezini tamamladı. Bu araştırma kitap olarak yayımlandığında, Türkiye’de Hukuk Sosyolojisi bilim dalının kurucusu olmakla kalmayıp daha sonraki bir aşamada Türk Ticaret Kanunu da hazırlayan Ord. Prof. Dr. Ernst Hirsch, genç asistanının kitabına bir önsöz yazdı, önsözde şunlar söyleniyordu: Meşhur bir Alman hukuk vecizesine (özdeyişine) göre “Yeni kanun demek, yeni hile demektir. İster kanun koyan tarafından isdar edilmiş (konulmuş) olsun, ister eski içtihatlardan ayrılarak Yüksek Mahkeme tarafından beyan edilmiş olsun, her yeni hukuk kuralı, onun nahoş gelen neticelerinden kaçınmak isteyenlerde daima bu yolda bir temayül (eğilim), bir kaçıp kurtulma arzusu doğurur.. yani bir kaideden (kuraldan) kaçınma temayülünün sebebi bizzat kaidede mündemiçtir (içkindir).” Aslında, teknik anlamıyla kanuna karşı hile belirlemesiyle “kendisine itaat zorunluluğu olan bir normla bundan kaçmaya çalışan, yani hem bu norma itaat etmemek hem de bu itaatsizliğini gizlemek isteyen bir süje tasavvur edilir”.. başka bir deyişle kanuna karşı hile, genel olarak toplum bireylerinin başvurdukları bir kaçıp kurtulma yolu 1 dur. Ancak, Prof Hirsch’in yukarıdaki belirlemeleri bu kaçış yolunun yalnızca yönetilenler tarafından değil, yöneticiler tarafından da benimsenmesi olasılığına değinmekte ve sanki 58 yıl sonra Türkiye’de yaşanacaklara ilişkin bir öngörüyü dile getirmektedir. Bu aşamada şöyle bir soru akla gelmektedir: İlk dört madde 1982 yılında oluşturulan ve çağdaş bir anayasa olmaktan çok bir karşıt anayasa konumunda bulunan, ama hiç olmazsa ilk dört maddesi doğrultusunda cumhuriyetimizi koruyan bugünkü anayasanın ardından dolaşmaya çalışmak ve bunun uzantısında bir de referandum planlamak acaba ne ölçüde hukuka uygundur? Bu sorunun yanıtının bulunabilmesi “hukuk” sözcüğünün anlamının gerçekten bilinmesine bağlıdır ve ne yazık ki bunu bilenlerin sayısı özellikle politikacılar arasında parmakla sayılacak kadar azdır. Hukuk, zorunlu olarak kanunlar aracılığıyla dile getirilir.. ama her kanun doğrudan ya da dolaylı olarak bir değerin gerçekleştirilmesine yönelmek zorundadır. Değere aykırılığı konu edinen, sözgelimi hırsızlığın suç olmayacağını belirten bir kanun tasarımlanamaz. Kısaca, bir değeri yaşama geçirmek normun en belirleyeceği özelliğidir (en önemsiz bir trafik kuralı Kapatma davası Özetle, yıllardır siyasal iktidarı elinde bulundurmasına karşın, siyasal partilerin kapatılmasına ilişkin anayasal düzenlemelerle hiç ilgilenmemiş olan bir iktidarın; partisi hakkında kapatma davası açılmasıyla birlikte, anayasayı değiştirme girişimlerine yönelmesi (anayasanın 138. maddesi bir kenara bırakılsa bile), yukarıda sözü edilen “yönetenler tarafından kanuna karşı hile” yaklaşımının somut bir örneği olarak karşımıza çıkmıyor mu? Bir zamanlar ceza kanunumuzda yer almış olan ve üç genç yiğidin idam edilmesinin gerekçesi konumundaki 146. madde, yani “anayasanın tağyir, tebdil ve ilga”sını konu edinen suç bu kez bireyler tarafından değil de anayasayı gerçekten de değiştirebilme olanağına sahip bulunanlar tarafından ve bu kez sözde legal biçimde işlendiğinde, vicdanlarda umulmaz bir yara açmakla kalmayıp, devleti yönetenlere güvensizliği en üst noktaya taşımayacak mı?.. Üstelik bu yöneticiler; ülkenin bağımsızlığı, devletin egemenliği, cumhuriyetin temel ilkeleri konusunda duyarsızlığın da ötesinde bir görünüm içindeyseler... Buraya kadar söylediklerimiz madalyanın yalnızca bir yüzü. Diğer yüzünde de Ergenekon soruşturması var. Konuyu araştırırken elime Aydınlık dergisinin 16 Mart 2008 tarihli sayısı geçiyor. Dergide, Sayın Doğu Perinçek, Zaman gazetesinden naklen şu bilgileri aktarıyor. Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’ye ilişkin sonuncu raporu şöyleymiş: “Türk yetkililer Ergenekon hadisesinin üzerine kararlı bir şekilde gitmeli. Bu şebekenin devlet içindeki bağlantıları tam anlamıyla gün yüzüne çıkarılmalı ve sorumluları adalete teslim edilmeli.” Perinçek ekliyor: “Merkez Bankası İstanbul’a taşınacaktı, yoksa bu arada polis müdürlüğü de Lüksemburg’a mı taşındı? BOP Eşbaşkanlığı yetmedi, şimdi bir de BOP Eşsavcılığı mı ihdas olundu? Peki benim Türkiyem’e n’oldu?” Tüm bu süreçler yaşanırken son günlerde bir özdeyiş de pek moda oldu. Denildiğine göre Türkiye’de “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” oyunu oynanıyormuş. Ancak bu aşamada çok uyanık olunması gerekiyor. Sözü edilen ve başa gelecek olan bu devlet sakın ABD ya da bir AB devleti olmasın? bu yoğun düşünceler içinde gözlerim karşı aynadaki görüntüme takılıyor; gözlerim çakmak çakmak ve ne tuhaftır ki, mutluluğa doğru uzanan bir yolun başında gibiyim... C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle