07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
27 ŞUBAT 2008 ÇARŞAMBA CUMHURİYET SAYFA KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr Yapıt, ‘Opera buffo’ karakterine ve ‘Commedia dell’arte’ tiplemesine uygun bir rejiyle sahnelenmiş 15 GÜZELİN ARDINDA BERTAN ONARAN Don Pasquale’yi kaçırmayın iz, basın olarak opera ve balenin hep ilk temsillerine davetliyizdir. Dolayısıyla operanın bildik seslerinden oluşan birinci kastı dinlemiş oluruz. Zaman darlığı yüzünden sonraki temsilleri izlemeyi, diğer kastları tanımayı da ihmal ederiz. Bu kez, Don Pasquale’nin Süreyya Operası’ndaki üçüncü temsilini izledim. Prömiyer ya da gala değildi. Öncelikle rejisör Recep Ayyılmaz’ı kutlamak isterim. Donizetti’nin yaşamının sonuna doğru yazdığı Don Pasquale operasını “Opera buffo” karakterine ve “Commedia dell’arte” tiplemelerine uygun, kültürlü bir rejiyle sahnelediği için. Ferhat Karakaya, Süreyya Operası’nın o akide şekeri renklerine uygun bir dekorla her sahneyi ayrı bir renk cümbüşü halinde bezemişti. Çimen Somuncuoğlu’nun yine Commedia dell’arte kültürüyle çizdiği abartılı kostümler birbirinden güzeldi. Konuyu bilmeseniz, şarkıları dinlemeseniz de bu giysilerle “komik” ortama giriyorsunuz. Örneğin Doktor’un aşağı doğru açılan ceketi, Norina’nın kafasındaki yelkenli gemiden oluşan şapka gibi. Zaten perde açıldığında yaşlı Don Pasquale’nin banyonun içindeki şarkısıyla, onun yanında tuvalete giren Ernesto’nun hareketleriyle esprili ortam başlıyor. Rejisörün çeşitli espri inceliklerinden birisi de İtalyanca söylenen operada biriki kez, mektup okunurken oyunun Türkçe resitatif’e (konuşma sesi) geçmesi ve o ana kadar Türkçe yazılan üst yazı metninin İtalyancaya dönmesi... İtalyanca deyince galiba oyunun en büyük eleştiri alacak yönü de buydu. Ne yazık ki sanatçılarımızın çoğu hâlâ bu dili çok iyi bilmeden ezberliyor. Artık bugün dünyada İtalyanca bilmeyen operacı kalmış mıdır acaba? Ne kadar ezber olursa olsun bir tutukluk, yanlış tonlama ve güvensizlik, şarkıları etkiliyor. İlk kez bir başrol oynayan soprano Ayten Telek’i candan kutlarım. Sahneye hâkimiyeti, o küçücük bedeninden yükselen tertemiz, güzel ve gür sesiyle operamızın yeni bir başoyuncu kazandığının göstergesi. Deneyimli sanatçılardan Ali İhsan Onat, Don Pasquale rolüne çok yakışmıştı. Tenor Caner Akgün, tutkulu âşık Ernesto’yu duyarak oynuyordu. Önay Günay da doktor rolünde başarılıydı. Slovak orkestra şefi Peter Valentovic, coşkulu müziğin hakkını verirken nice ayrıntıya dikkat ediyordu. Kim bilir kaç kez yazmışımdır, ne olur iki satırla da olsa sanatçıların özgeçmişleri eklense program kitapçığına! Hangi okulda okudukları, kiminle eğitildikleri ve bugüne dek oynadıkları birkaç başrol... Örneğin izleyici, Ayten’in ilk başrolü olduğunu bilse, onu daha da candan alkışlayabilirdi. Don Pasquale, kaçırmamanız gereken keyifli bir oyun. Kadıköy’e, Süreyya Operası’na neşe getirmiş. Fidel Castro Ruz İspanyolca bilenler anlıyor, Fidel’in soyadı Luz (Işık) değil, ama 50 yıldır o ve güzelim halkı insanlık için gerçek bir ışık, okyanus ortasında yanıp sönen bir deniz feneri. İnsan kardeşlerine en gerçek, en yararlı öğüdü, adında ermiş bulunan bir yazar, Exupéry vermişti: “Özlediğin insanı önce kendinde oluşturmaya başla!” Fidel (bağlı, sadık, sözünün eri demek), sonradan kendisine, halkına, giderek bütün Güney Amerika’ya baş kılavuzlardan biri yapacağı, “Sakın unutmayın, dünyanın bütün şan ve şerefi bir mısır tanesini zor doldurur” diyen José Marti gibi, İspanyol asıllı, başka bir deyişle sömürgeci bir ulusun türevi. Ama burada Sevgili Mustafa Kemal’in büyüklüğü bir kez daha kanıtlanıyor: Kökenin, doğduğun ulus, aile o kadar belirleyici değil yazgında; kalıtımla getirdiğin yeteneklere eğitimin bilincini eklersen, ilk adımda anlık sömürücü kazancının ne kadar geçici olduğunu görürsün; önemli olanın, şu mavi gezegenin evrenin armağan ettiği dengeleriyle olabildiğince uzun süre böyle kalmasını sağlamak olduğunu anlarsın; o zaman ezenlerden sömürenlerden sıyrılıp ezilenlerin, emekçilerin, dünyayı koruyanların yanına geçer, bu uğurda canını da verirsin. Ve bu aşamada; “Ne mutlu Türküm/Kübalıyım diyene” sözü sancağın olur. Bu aşama diyorum, çünkü burada da kalamazsın, bir sonraki bilinç evresine de ulaşman gerekir: Sonsuz dirimsel enerji okyanusunda varlıklar kabaca ikiye ayrılmış; canlılar cansızlar. Sen canlıların bir üyesisin; dolayısıyla, ırk, ulus, oymak hiç önemli değildir; canlılardan yola çıkarak aslında başka bir tartım ve biçimde canlı olan cansızları da içine alan genel korumanın gönüllü neferi olmalısın; çünkü evrenin sonsuz yaşamı içinde sınırlı kalan varlığın bu neferliğe bağlıdır. Fidel ve güzelim halkı, 500 yıllık sömürüden, talandan sonra, bunu kusursuz görmüş ve seçimini yapmış; örneğin Sovyetler Birliği’nin uygulamaya çalıştığı, Batı ile, özellikle ABD ile yarışı temel alan devlet anamalcılığı’nı hiç sokmamış yurduna; hiçbir ülkeyi zorla toplumcu yapmaya kalkmamış. Onun yerine, gerektiğinde örneğin Angola’ya, daha başka yerlere bağımsızlık savaşında yardımcı olmak üzere, Amerikan askerleri gibi paralı değil, gönüllü birlikler göndermiş; ama asıl önemlisi, insan kardeşlerini karanlıktan, hastalıktan kurtarmak üzere öğretmen, hekim birlikleri göndermiş, göndermeyi sürdürüyor dünyanın dört bir yanına. Estela Bravo’nun Fidel’ini ya da Rebeca Chavez’in Fidel’li Anlar’ını görebilmişseniz, dünyanın bütün ülkelerinde halkların onu nasıl coşkuyla alkışlayıp bağırlarına bastıklarına tanık olmuşsunuzdur. Biliyorsunuz, ataerkil zorbalığın uzantısı anamalcı düzensizliğin temeli öncelikle kadınlarla çocukların köleliğidir; Sevgili Fidel, 20. yüzyılın en büyük düşünürlerinden Wilhelm Reich’ı okudu mu bilmem, ama uyguladığı tam onun istediğidir: Önce kadını, anayı eldeki bütün olanaklarla güvence, güvenlik altına almış; sonra çocukları. Kendi deyişiyle, 1959’dan beri, hem dinsel, hem siyasal masallardan arıtılmış bilimsel eğitimle 4 sağlam kuşak yetiştirmiş, yetiştirmeyi sürdürüyor. İkide bir soruyorlardı, “Peki, ya Fidel’den sonra?”; geçen iki yıl, yüzde 99’u anamalcılığın pençesinde inleyen dünyaya karşın, o 12 milyon insan taş gibi, çelik gibi yerinde. Üstelik ABD’nin oyunu bozuldu, ters tepti. Güney Amerika ülkeleri 30 yıl yüzüne bile bakmadıkları Küba’nın ardından insanca, adaletli düzene geçme savaşındalar, başta yiğit Hugo Chavez. Keşke Rusya ile Çin bu evrime dolu dolu katılıyor olsaydılar.. insanlara boşu boşuna zaman, kan yitirtiyorlar. Ama Fidel, “Kadınlarını okutmayan ulus, erkeklerini düşünselduygusal yalnızlık cezasına çarptırır” diyen Atamız gibi, toplumun temel direği kadının önünü açmış; o kadar ki, bugün üniversite sınavlarında kızların önlenemez başarısını dizginlemek, kızları yüzde 60’la sınırlandırmak zorunda kalmışlar; bırakılsa, hepsini kazanacaklar. Nitekim, bakanların dışında herkesin gönüllü çalıştığı Ulusal Meclis’te kadın temsilci oranı yüzde 46. Ve en can alıcı nokta, Küba’da, yokluk yoksunluk içinde, kesin ve tam eşitlik var, hem de güvenlik gücü zorlamasıyla değil, gönüllü: Fidel, karşılanan temel gereksinmelerin dışında, ayda 30 dolar harçlık alıyor, emekli bir hekim de 15. Küba Anayasası’nın Türkçe basımını tanıtmaya gelen Küba Büyükelçisi Sevgili Ernesto Gomez Abascal, “Küba’da, askerler de içinde, kimseye AYRICALIK tanınmaz” dedi geçen gün. Ardından ekledi: “Ben burada elçiyim, yurdum savaşa girerse, albayım.” Sevgili insan kardeşlerim, sömürgeci yalanlarına kanıp böyle tavşan gibi üreyemez; çılgınca dünyanızı ve kendinizi tüketemezsiniz; tek yol, Küba halkı gibi tutumlu, sorumlu, sevgi dolu, sevinçli yaşamaya geçmenizdir; yoksa arkamızdan öykümüzü yazacak canlı kalmayacak yeryüzünde! [email protected] B Bu kez canlı yayınla Haber Türk kanalından Fazıl Say’ın yurtdışında bir konserine tanık olduk. Aslında Fazıl, hemen her hafta dünyanın bir başka sahnesinde böylesi coşkuyla alkışlanan konserler veriyor. Yalnız bu kez farklı olan bir şey vardı: Halk, Fazıl’ın piyanosu başındaki becerisini alkışlamıyordu sadece. Kendisinin ilk kez sahnede yer almadığı bir yapıtını, keman konçertosunu alkışlıyordu. Doğal ki Fazıl bu denli ünlü olmasa, bugüne dek yarattığı karizma bu denli güçlü olmasa, keman konçertosu da bu denli merakla beklenmezdi. Hem de İsviçre gibi klasik müzik konusunda tutucu olan bir ortamda. Zaten konser ona göre düzenlenmişti: İkinci yarıda dinleyici yine Fazıl Say’ın tuşlarıyla buluşacaktı. Tek bölümlü rapsodi tarzında yazılmış, lied formundaki konçertonun girişinde keman, mıknatıs çekiciliğiyle dinleyiciyi müzi FAZIL SAY’I LUCERN’DE DİNLERKEN ğin içine alıyor. Batı için hep merak konusu olan kapalı “harem”i açığa çıkaran bir rehber gibi. Keman solo güzel renkler içinde üfleme çalgılarla buluşuyor. Kemancı Patricia Kopaptchinkaja bir harikaydı. Aynı şekilde orkestra şefi John Axelrod çok başarılıydı. Konser sonrasında, aralarında D. Hızlan ve İ. Ortaylı’nın da bulunduğu kişiler tarafından yapılan heyecanlı değerlendirmeler de bu yapıtın ilk kez Türk motif ve sazlarının kullanıldığı bir çalışma gibi anlatması ve “Batı’ya artık bestelerimizle de açılmalıyız” şeklindeki sözler yanıltıcıydı. Fazıl’ı bugünkü başarısına getiren kendi dehası kadar, önceki besteci kuşaklarımızdan aktardığı birikimdir. Her bir kuşak, kendi döneminin çizgileri içinde, yerel ezgileri de zamanın yeniliklerini de uygulamıştı: Cemal Reşit Rey’in Kâtibim Çeşitlemeleri, Alnar’ın Kanun Konçertosu, Saygun’un Çello Konçertosu, İlhan Usmanbaş’ın Devri Kebiri, Kamran İnce’nin Bizans’ın Düşüşü adlı senfonik şiiri, kendi dönemleri içinde gelenekle modernizmi kaynaştırmış nice yapıttan sadece birkaç örnek. Fazıl, hem icracılığıyla hem kendi yapıtlarını kendi çalarak duyurmasıyla dikkatleri çekti, bir imza oldu. Doğal ki, Lucern konserinde gördüğü ilgi, hepimizin göğsünü kabartan büyük bir başarıydı. ww.evinilyasoglu.com KADIN ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ Türban Sarmalında Laik Hukuk ve Laik Eğitim Açış Konuşması Prof. Dr. Necla ARAT Kadın Araştırmaları Derneği Başkanı Saydam Gösteri Ilımlı İslamın Pençesindeki Kadın Oturum Başkanı Prof. Dr. Aysel ÇELİKEL İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Konuşmacılar Prof. Süheyl BATUM Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Mustafa GAZALCI Eğitimci Yazar Yekta Güngör ÖZDEN Anayasa Mahkemesi Eski Başkanı Özdemir ÖZOK Türkiye Barolar Birliği Başkanı İstanbul Teknik Üniversitesi, Maçka Yerleşkesi Mustafa Kemal Salonu, Maçka 1 Mart 2008, Cumartesi, 11.00 15.00 Giriş Serbesttir. İletişim: (0 212) 244 99 16 0 532 311 97 03 İSTANBUL CUMOK ÇAĞRISI 27 ŞUBAT 2008 ÇARŞAMBA GÜNÜ SAAT 11.00’DE, İNSANCA YAŞAMA KAVGASI VEREN TERSANE EMEKÇİLERİNE DESTEK VERMEK İÇİN TUZLA/İÇMELER’DE TERSANE ÖNÜNDE BULUŞUYORUZ. SONRA HEP BİRLİKTE CEVİZLİ TEKEL FABRİKASINDA ÖZELLEŞTİRMEYE KARŞI DİRENEN EMEKÇİLERİN YANINA GİDİYORUZ. SEN GELMEZSEN BİR EKSİĞİZ KAHROLSUN ABDAB EMPERYALİZMİ VE ONLARIN SÖMÜRGEN YERLİ İŞBİRLİKÇİLERİ OLAN DİN İSTİSMARCILARI. YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ, DEMOKRATİK, AYDINLIK, HALKÇI TÜRKİYE CUMHURİYETİ! İLETİŞİM : 0532.550 89 37 0536.739 02 29 www.cumok.org 13 Mart Dünya Böbrek Günü Böbrekleriniz Sağlıklı mı? TÜRK BÖBREK VAKFI 0 212 557 70 70 / PBX CUMHURİYET 15 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle