19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 24 AĞUSTOS 2007 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Oyumu Cumhuriyet Halk Partisi’ne Vermiştim Ankara’da (Tandoğan), İstanbul’da (Çağlayan), İzmir’de (Alsancak), ellerinde bayraklarla yollara dökülen, çoğunluğu 30 yaşın altında kadınlıerkekli insanlarımızın umudu sandıktan çıkmadı. Yazık oldu! PENCERE Özgüven’lere Selam Olsun... Osman Özgüven.. Dikili Belediye Başkanı.. Dostum, arkadaşım.. İki kez Dikili Belediye Başkanı seçilen... Arada “bir kez” solun içindeki çelişki, çatışma, ayrımcılık, çıkarcılık, güdüklük, güdümlülük, geri zekâlılık nedeniyle birbirine düşmesi yüzünden seçimi yitiren... Üçüncü kez yine Dikili Belediye Başkanı seçilen... Fikir yoldaşım!.. ? Özgüven Dikili’de şenlikleri kurumlaştırdı... Şenliğin adına dikkat: “Dikili Barış, Demokrasi ve Emek Şenlikleri...” Barış.. Demokrasi.. Ve emek... Üçünü de, bugünkü Türkiye’de ara ki bulasın!.. Terör barışa saldırıyor... Nüfusumuzun yarısı kadını, erkeğin yanında ikinci sınıf yurttaş sayarak tesettüre mahkum edenlerle demokrasi olur mu?.. Emek mi? Güldürmeyin beni... İşçi sınıfı diye bir şey kaldı mı? Sendikacılığın sesi soluğu kesilmedi mi?.. Rantçılıkfaizcilikborsacılık alın terini kurutmadı mı?.. Türkiye yabancıyerli rantiyecinin folluğuna dönüşmedi mi? Ama, ne olursa olsun Osman Özgüven ve fikir yoldaşları, insanlığın gerçek değerlerini Dikili’de savunmasını biliyorlar, bayrağı dik tutuyorlar, geleceğe dönük umutlarımızı besliyorlar... Hem de nasıl?.. Karamsarlıkla değil.. Şenlikle... ? Dikili Şenliği başladı... Hesaba göre bugün ben de Dikili’de olacak, dostlarla toplanıp bir araya gelerek bir söyleşi yapacaktım... Olmadı.. Neler söyleyecektim?.. Bu yazının birinci ve ikinci yıldızları arasında yazdıklarımı daha da açacak, dostlarla yüz yüze konuşacaktım... Kimi engeller yüzünden vuslat bir dahaki şenliğe kaldı... ? Peki, arkadaşım Osman Özgüven, üç kez belediye başkanlığını halktan aldığı yetkiyle sürdürebilen su katılmamış halkçı, Türkiye siyasetinin neresinde?.. CHP’de mi?.. Yok canım.. CHP sımsıkı kapalı.. Tesettürlü CHP.. Oysa Atatürk’ün laik Cumhuriyeti elden gidiyor; bağımlı ve ılımlı İslam Cumhuriyeti’ne dönüşüyor... Bu durumda bile hâlâ dar particilik, koltukçuluk, kapalılık, kepenkçilik, gençlikten ve kadınlardan yoksunluk; Osman Özgüven’lerden korkmak, çekinmek, toplumla, halkla bütünleşmekten kaçınmak üzerine kurulmuş ve oluşmuş kulis örgütçülüğüyle CHP ne yapmak istiyor ve ne yapabilir?.. ? Açın kapıları!.. Soluk alın!.. Soluk alalım!.. Atatürk’ün kurduğu partiyi dar örgütçülükle kireçleştirmek, Atatürk’e ve bu ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür... Osman Özgüven’e ve ülkedeki bütün Özgüven’lere selamlar olsun... Vuruşmadan Çekilmek İLERİCİ, cumhuriyetçi ya da sol bilinen kesimin ortak bir özelliği de yeterince inatçı, azimli ve vuruşkan olmayıştır. Savunulan davaların, benimsenen görüşlerin, izlenen çizgilerin vazgeçilmezliği sık sık söylenir ama, bu inancın gereği olanı yapmakta çabuk yorulan, bezen, etkinlikten edilginliğe hızla geçip köşesine çekilen, seyirciliği tercih eden çoktur. Oysa, biraz daha dayanıklı, dirençli, sabırlı olunsa, kaybedildi sanılan dava kazanılacak, benimsenmiş görüş gerçeğe dönüşecek, vazgeçilen çizgi yerine zafer coşkusu gelecektir. Ama hayır; küskünlüğe, kırgınlığa, birbirine kızıp çekişmeye ve karalamaya geçiş daha kolaydır. Ardından, ister istemez, dövünmek, ayinimsi toplantılarda geçmişe ağıt yakmak gelir. Anıtkabir’e bir kez daha gidip her şeyi Ata’ya havale etmek en kolayıdır. u günlerdeki tutumlara bakın: Gül gibi biri devletin başına geçmesin diye didinen, mitingden mitinge koşuşan, bayrak sallayıp slogan haykıran kesim, şimdi kaderine razı olmuşçasına hareketsiz, tepkisiz, sessiz. Sanki her şey olmuş bitmiş gibi, artık sıra Gül’lü dönemin nasıl olacağını birbirine anlatıp ağlaşmaya gelmiştir. Askerin tutumu belli olduğuna göre, aslında “büyük gerilim”e gidilen şu aşamada bile yapılacak şeyler var; ama gerekeni yapan çok az. Tam tersine, eski huyları depreşip yapılabilecek olanı da yapılamaz duruma getirenler çoğaldı. Baykal’ın son davranışına akıl erdirebiliyor musunuz? Diyelim ki, MHP ve DSP cumhurbaşkanı seçimini engellemeye çalışma yerine kendi adaylarını ilan ederek oturumlara katılacaklarını açıklamakla hata ettiler. Bunu particilik adına ilk turda yapılmış siyasal bir jest sayıp hoş görmek ve ana muhalefet lideri olarak ikinci tur için kendileriyle görüşerek ortak tutum oluşturmak varken, kavgacı üslupla Sayın Bahçeli’ye yüklenmek ve “ip” konusunda ipe sapa gelmez sözler etmek devlet adamlığına yakışıyor mu? Böylesi, tutum değiştirmeye niyeti olanı bile değişmezliğe itmek sayılmaz mı? Yine de, 22 Temmuz’da hayal kırıklığına uğrayan seçmenlerin, bu akıl almaz çelişkilere aldırış etmeden, MHP, DSP ve bütün bağımsızları sürekli baskı altında tutup Cumhurbaşkanlığı turlarına katılmamaya zorlamaları ve karşıdevrimci meydan okuyuşu ikinci ya da üçüncü turda boşa çıkarmayı başarmaları gerekiyor. ktidar sahiplerine yaranma hırsına kapılmış sözde bilimcilerce iddia edilenin ve tröstleşmiş Mütareke medyasınca söylenip yazılanın aksine, böyle bir direnişin ya da süreç tıkama girişiminin demokrasi düşmanlığıyla zerrece ilgisi yoktur. Demokrasi düşmanlığının dikâlâsı, takıyyeci sözde demokratların “ılımlı” şeriatçılık yollarına anayasal taşlar döşemekle yapılır. Böylesine ikiyüzlü bir şeriatçılığa gidişi durdurmak, demokrasiyi kurtarmak ve savunmak demektir. Prof. Dr. Tümer URAZ İ Ş İ ki ay önce 71. yaşı geride bıraktım. Bu kısacık ömürde (!) ilk oyumu da, aradakilerle birlikte 22 Temmuz’daki oyumu da CHP’ye verdim. 1960’larda İşçi Partisi kafama çok uygun düşmesine karşın vermedim, CHP iktidar olsun diye. ÖDP kuruldu, yine oyumu CHP’ye yönlendirdim. Aynı şey (en son Ankara belediye seçimi hariç) tüm yerel seçimlerde de devam etti geldi. Benzer tutumu, değişik yaşlarda da olsa 6.57 milyon (yüzde 1920) seçmen de göstermiş, ancak CHP bu seçimde de iktidarın 1/3’ü kadar milletvekilliğiyle yine ikinci sırada kalmıştır. CHP ya da sosyal demokrat bir partide toplanan bu oylara “kemikleşmiş oylar” deniyor. Ne gariptir ki tek sosyal demokrat parti olarak son seçimde Meclis’e giren CHP, bu durumu kazanç sayıyor ve bunun öyle olmadığı hatırlatılınca da “Sen üye değilsin!” denilerek ortak bir noktada birleşme fırsatı yaratılmıyor. Fakat ne çare? “Muhalifmuvafık” herkes 1970’lerde CHP’nin, 1980’lerde SHP’nin, 1999’da da DSP’nin iktidar alternatifi olacak konuma geldiğini biliyor. Durum bu olmakla birlikte, son birkaç seçime katılan yönetim, oyunu yükseltme çalışmalarını öne alacağına, Meclis’te tek bir “sosyal demokrat partisi olma” ilkesini benimsemiş, önce SHP ile birleşmeyi gerçekleştirmiş, sonra aynı öneriyi (azınlık hükümeti sırasında) DSP’ye götürmüş, fakat yanıt alamayınca partisini baraj altında kalmaktan kurtaramamıştır. Bu dönemde, yani 18 Nisan 1999 seçiminde DSP ve CHP yüzde 23.08 ile yüzde 9.21 (toplam yüzde 32.29) oranlarında oy toplamıştır. Son seçimde DSP’nin de katkılarıyla zar zor yüzde 20.83’lük bir düzeyi elde eden CHP yönetimi, durumunu başarısızlık sayıp bir özeleştiri içine gireceğine, yüzde 46.58 ile birinci olan partinin halka kömürerzak vb. dağıtımını gerekçe göstererek futbol kulüplerindeki gibi umutlarımızı bir sonraki sezona erteleme girişiminde bulunmaktadır. Oysa futbol kulüpleri başarısız olduklarında, yönetimi, antrenörü ve diğerlerini değiştirebilmekte ve daha da önemlisi, yapacakları büyük transferleri gündeme almaktadırlar. Geriye doğru baktığımızda genellikle 4’er yıllık olan CHP sezonlarında bu tür olaylara rastlayamamaktayız. Bir dönem Anayasa Mahkemesi Başkanı iken dini siyasete alet eden kesimin TBMM üzerinden üniversitelere getirmek istediği çağdışı uygulamaların hukuk ve anayasanın sert duvarına çarparak hükümsüz kalmasını sağlayan, televizyon kanallarının, sivil toplum örgütlerinin paylaşamadığı Yekta Güngör Özden’i CHP benimseyip aday göstermedi. Ama 2002 seçimlerinde Kemal Derviş’i, Yaşar Nuri Öztürk’ü, Haydar Meral’i tereddütsüz bağrına bastı. 2007 seçimlerinde de benim gibi birçok “kemikleşmiş CHP seçmeni”, hapishanelerde hayatıyla oynanan Rektör Prof. Dr. Yücel Aşkın’ı, ortaya koyduğu yorumlarla anayasa hukukuna kimsenin değiştiremeyeceği 367 sayısının kalıcılığını yerleştiren Sabih Kanadoğlu’nu adaylar arasında gö rememenin mutsuzluğunu yaşadı. Bu ve benzeri olaylar gösteriyor ki CHP, parti içinde olduğu gibi dışta da bazı harcamaları gözünü kırpmadan gerçekleştirmektedir. Önce Atatürkçülüğü savunup sonra da “siyasi ikbal” uğruna bundan vazgeçen, hatta tümüyle zıt tutum takınan bazı sosyal demokratlara benzer biçimde oylarımızı başka partiye yönlendirememekteyiz. Hiçbir parti bunu bize yaşatamaz! O bakımdan “sosyal demokrasinin” ülke içinde gelişmesini sağlamak, toplumun ve ülke kaynaklarının sömürülmesini engellemek, Atatürk’ün görmek istediği çağdaşlığı korumak ve kollamak üzere TBMM’de mutlaka bir “sosyal demokrat” partinin daha önemli düzeye çıkması gerekir. Ankara’da (Tandoğan), İstanbul’da (Çağlayan), İzmir’de (Alsancak), ellerinde bayraklarla yollara dökülen, çoğunluğu 30 yaşın altında kadınlıerkekli insanlarımızın umudu sandıktan çıkmadı. Yazık oldu! Özellikle 1980 sonrasında, 1961 Anayasası’nı bol elbise gibi göstererek iç ve dış bazı çevrelerin özlemine göre kurulan; genciyleyaşlısıyla tüm toplumu siyasetle ilgilenemez duruma sokan düzenlemenin yarattığı ortama rağmen fışkırması önlenemeyen gençlikti onlar! Onların gazetelerdeki, televizyon ekranlarındaki güleç yüzlerini hafızalarımıza kazımalıyız ve kendilerine olan borçluluğumuzu hiçbir şekilde akıldan çıkarmamalıyız. Son olarak belirtmek gerekirse, nasıl ki CHP, Atatürk de kullandığı için 6 oklu amblemini “Kırat”a, “Ampul”e ya da başka bir simgeye dönüştüremiyorsa, kuruluşunda kendine verilen ilkelerin korunduğunu da göstermeli ve savunmalıdır! 2002 seçimleri CHP’ye 1. parti olma şansını bile doğurmuştu. Çünkü karşısında, kapatılan Refah Partisi’nden doğmuş iki parti ve (Kemal Derviş’le) üçe bölünmüş bir DSP vardı. “nimet” olarak insanların önüne sunulur. İnsanları sürekli olarak miskin, bir işe yaramaz halde tutma yönündeki siyaset başarıyla uygulanır. Müptezellik ve yoksulluk övülür. Dinsel hurafeler “yol gösterici” olarak lanse edilirler. Resim, heykel, müzik, tiyatro gibi insan zekâsının gelişiminde tartışmasız önemli rolü bulunan sanat dallarının önüne set çekilir. Eğitim sistemi de tamamen dine endeksli hale getirilir ki insanlar akılcılıktan uzak kalsınlar ve düşünerek, şüphelenerek ve sorgulayarak kendilerini sömüren düzene baş kaldıramasınlar. Çünkü şu tarihsel bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır ki; eğitimini dine endeksli hale getirmiş ülkelerin halkları zamanla düşünemez ve sorgulayamaz hale gelen bir koyun sürüsüne dönüşmekte, faşist uygulamalara karşı savunmasız, iç ve dış sömürüye açık bir vaziyette pejmürde yaşamlarını sürdürmektedirler. Kültürsüzleştirilen, dinsel eğitimin tezgâhından geçirilen, geleneksellik bataklığında çırpınan, aklını kullanmasını bilmeyen insanların yaşadığı toplumlarda insanlara gericilik ve hurafe aşılayan, halkın din duygularını sömüren, aydınlanmadan nasibini almamış sözde din adamlarının, iktidarın ve karanlıkçı “aydınların” işbirliği söz konusudur. Bu bir “şeytan üçgeni”dir. “Bağımsızlık”, “insan hak ve özgürlükleri”, “ulusal ekonomi”, “sosyal adalet ve hukuk”, “laik ve bilimsel eğitim” gibi kavramlar bu son derece tehlikeli “şeytan üçgeni” tarafından insanların gözünde değersizleştirilir. Her türden gericilikle mücadele eden, değişimin diyalektiğini savunan, akılcılığı rehber edinmiş, ülkesinin çıkarlarını kendi çıkarlarının üstünde gören medeni cesaret sahibi aydınların isimleri ve eserleri sır gibi saklanır. Halk aydınlansın istenmez. Artık gün, halkı cahil bırakmak gibi bir misyon üstlenmiş, karanlıkçı, samimiyetsiz, ödlek, insan sevgisinden yoksun, aydınlığa muhtaç “aydınların” günüdür. Böylesine yozlaşmış bir ortamda iktidarın akıl ve mantık dışı uygulamaları da insanlara normal gelmeye başlar. Rasyonalist ahlak anlayışından mahrum bırakılan halk yığınları zamanla hümanist anlayıştan uzaklaşarak her türden caniliği, insan hak ve özgürlükleriyle bağdaşmayan uygulamaları, bağnazlıkları, ilkellikleri, iktidarın ülkenin bağımsızlığına ipotek koyan icraatlarını kolaylıkla kabullenme eğilimindedir. Bugün Türk halkı bu “şeytan üçgeni” içine hapsedilmiştir ve her bakımdan iliklerine kadar sömürülmektedir. Çıkış yolu, Batı’nın (kendi emperyalist çıkarları açısından) ülkemiz için lüks olarak gördüğü ve tasvip etmediği “Aydınlanma”dadır!.. B [email protected] ir ülkenin halkını sömürmenin ve menfaat elde etmenin yolu, o halkı cehalet için de bırakmaktan geçer. Cahil bıraktırılan halk yığınları, kendisini cahil, kültürsüz ve bilgisiz bırakan “mutlu azınlığın” palazlanmasına ve küstahlaşmasına hizmet eder. Akılcılığın ve Şeytan Üçgeni Burak ULUSAL akılcı ahlak anlayışının, laik ve bilimsel eğitimin, pozitif düşünce normlarının ve aydınlanmanın geri plana itildiği sistemlerde insanları düşün bazında geri bıraktıracak ve zekâlarının gelişimine engel teşkil edecek skolastik düşünce biçimleri ve dogmalar bir CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle