19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 21 ARALIK 2007 CUMA 14 KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr Saadet İkesus Altan’ın ölümü, bir kez daha bizi değerlerimize verdiğimiz değer üzerine düşündürmeli KEDİ GÖZÜ VECDİ SAYAR ‘Hocaların Hocası’na veda umhuriyet gazetesi dışında, tek tük bir iki gazetede daha vardı “Hocaların Hocası” Saadet İkesus Altan’ın aramızdan ayrıldığı, Atatürk Kültür Merkezi’nden bir törenle uğurlandığı… Internet ortamındaki haberlerde ise, daha çok cenazesinde alkışları önlemeye kalkan, cenaze namazında saf tutan kadını cemaatin arkasına yollayan, cenazenin Türk bayrağına sarılmasına tepki gösteren imam ön plandaydı nedense… 91 yaşındaydı. Hayatını dolu dolu yaşamıştı. Kendisiyle bunca barışık insana az rastlanır. Öyle güçlüklerden geçip gelmişti ki, bu barışıklığa şaşmış kalmıştım onu tanıdığımda… Timur Selçuk’la Ayhan Baran’ı, Erol Evgin’le Suna Korad’ı aynı coşkuyla çevresine toplayabilen, operamızın ilk kadın yönetmeni, ilk şan pedagoğu, 50 kadar operayı Türkçe’ye kazandırmış eşsiz bir hoca, eşsiz bir insan, öncü bir kadın… 50. sanat yılını kutladığında, onunla taa gerilerden günümüze uzun bir “yolculuğa” çıkmıştık. Birkaç gün sürmüştü konuşmalarımız… Berlin’le Ankara arasında… İstiklal Savaşı’yla kadının bağımsızlık savaşı arasında… Hitler faşizminin yükselişiyle, ses tellerinin titreşimi arasında.. duyguyla mantık arasında… Opera sahneleriyle yaşam sahneleri arasında bir yolcuktu… O yolculuktan geriye kalan yazımı, Saadet Hanım, biyografik öykülerinden oluşan “Kara Böcek” adlı kitabına (Sel Yayıncılık) önsöz yapınca, dünyalar benim olmuştu! Neden? Hafta boyunca medyamız Fazıl Say’ın sözleri ile çalkalandı. Bu konuya değinmeyen tek bir yayın organı kalmadı desek yeridir. Köşe yazarlarından, politikacılara ve sanat alanlarımızın önde gelen isimlerine pek çok kişi, Fazıl’ın sözlerini destekleyen ya da karalayan yazıları, demeçleriyle tartışmaya katıldılar. Bu konuya eğilen televizyon programlarından Can Dündar’ın NTV’de yayımlanan “Neden?”ini dikkatle izledim. Özenle seçilmiş konuşmacılarından, kışkırtıcılıktan kaçınan yönetim biçimine dek programın tüm unsurlarına egemen olan objektif yaklaşımın altını çizdikten sonra, bu tartışmanın bende bıraktığı izlenimleri sizlerle paylaşmak istiyorum. Can Dündar, programın başında çeşitli sanat insanlarının bu konudaki görüşlerine yer verdi. Sanatçı ve yazarlarımızdan pek çoğu Fazıl Say’ın tepkisinde haklı olduğunu savunurken Yekta Kara “Bu ülkede devletin sanatçısına sahip çıktığı kanısındayım” diyerek, Elif Şafak “Farklılıklarımıza küsmek değil, onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek”ten söz açarak, tartışmaya farklı perspektifler getiriyordu. İlk konuşmacı, Fazıl’ın babası ve değerli müzik yazarı Ahmet Say, Fazıl Say’ın Metin Altıok Oratoryo’sunun sansürlenme serüvenini, müzik eğitimi alanındaki yetersizlikleri anlatarak, Fazıl’a hak verdiğini söyledi. Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’a gelmişti sıra. Birkaç örnekle, AKP’nin sanata, sanatçıya düşman olmadığının altını çizdi. Daha birkaç hafta önce Fazıl, Antalya’da kurucusu ve yöneticisi olduğu Uluslararası Piyano Festivali’nde belediye başkanı hakkında güzel sözler söylemişti. Geçen hafta, iktidar partisinden bir belediye başkanı (Bursa) düzenlediği film festivalinde, Fatma Girik’e onur ödülü vermişti, Bilecik’te de tiyatro festivalinin onur ödülünü alan Erol Günaydın, belediye başkanı hakkında övücü sözler söylemişti. Yani, “Türkiye’de güzel şeyler de oluyor”du. Günay, Say olayının büyütülmesinden yana olmadığını, “toplumda çatışmayı değil, diyaloğu özendirmenin gerektiğini” söylemekle kalmıyor, “Sanatçının muhalif tavrını önemsiyorum… Sanatçı elbette resmi söylemin dışına çıkacaktır” gibi, nicedir bir Kültür Bakanının ağzından çıkmasını özlediğimiz sözler söylüyordu. Ve, konuşmasını şu sözlerle noktalıyordu: “Say’ın ‘onlar’ dediği kitle içinde onu seven çok genç vardır. O zaman, kaygı duyacak bir şey olmasa gerek”. Adalet Ağaoğlu’nun, Fazıl Say’ın bir Alman gazetesinde yayımlanan röportajından alıntı yaparak başladığı konuşması sırasında tartışmaya Fazıl da katıldı, telefonda. “Kültür Bakanımızı ilgiyle, beğeniyle izlediğini, güzel şeyler yapacağına inandığını” belirterek konuşmasına başlayan Say’ın, tartışmayı tırmandırarak “rating” arttırma yerine, makul, diyalogdan yana bir söylemi tercih etmesi sevindiriciydi. AB tarafından “Kültürlerarası Diyalog Yılı Elçileri”nden biri olarak seçildiğini, zaten hayatı boyunca diyalogdan yana olduğunu belirten Say’ın konuşmasının ardından telefonla tartışmaya katılan eski Kültür ve Turizm Bakanı Erken Mumcu da, “Altıok Oratoryosu”nu kendisinin sansürlemediğini, gelen tepkileri İKSV Başkanı’na iletmekle yetindiğini belirttikten sonra, tartışmayı “biz ve onlar” biçiminde koymanın yanlışlığına değindi. Tartışmanın devamında, Adalet Ağaoğlu, “Türkiye’de hukuk devletinin var olup olmadığı” sorusunu sorduktan sonra, edebiyatın her zaman devletle en fazla sorun yaşayan sanat dalı olduğunu vurguladı. Eski Kültür Bakanımız Talat S. Halman da, devletsanatçı ilişkisini yorumladığı konuşmasında, o ana kadar tartışmaya hâkim olan uygar ve uzlaşmacı tavrı sürdürdü. Kendine has esprili üslubu ile “Sanatçı hassastır. Babalar çok sevdikleri çocuklarını bazen döverler. Ama, sonra baş tacı ederler” diyordu. Halman’ın “İyi ki bu tartışma ortaya çıktı. İyi ki tartışıyoruz” sözlerine katılmamak elde değildi. Çünkü, bazı sorunları ancak tartışarak aşabileceğimize inanıyorum ben de. Tarafların öğreneceği çok şey vardır, eğer tartışma uygar biçimde sürdürülürse (ki bu kez öyle oldu). Geçenlerde (daha Fazıl Say tartışması başlamadan) Pera Festivali’nin klasik müzik konserlerinden birinde, bir izleyicinin “Bu türbanlıların burada ne işi var!” demesi üzerine bir şeyler yazmak istiyordum. Keşke, bu sözleri söyleyen (hiç kuşkusuz kendini ‘laik’ kesimin sözcülerinden biri olarak gören) izleyicimiz, NTV’deki tartışmayı izleyebilmiş olsa… Haftaya bu tartışmadan çıkardığımız notlarla devam ederiz. İyi bayramlar. [email protected] C Aida, Almanya 194041 DÜNDEN BUGÜNE Mithat Paşa’nın Mühürdarı bir dedenin torunlarından… Müzik, edebiyat, güzel sanatlarla donanmış bir ailenin kızı… Subay Babanın, İşgal İstanbulu’ndan Anadolu’ya geçişi, Mustafa Kemal’in yanına… Babanın şehit düşmesi…Yokluk yılları, zor yıllar… Ankara Kız Lisesi’nde tek sevdiği şey “okul müsameresi’’dir. Ancak genç Türkiye Cumhuriyeti’ne yararlı olmak için, “memlekete veteriner lazım” sözünü duyduğu için Fen Fakültesi’ne girdi. Bir yandan da Halkevi’nde tiyatro çalışmaları, Nurullah Taşkıran’dan şan dersleri... Ankara konservatuvarı kurulacağı zaman açılan sınava girmesi, kazanması, Fen Fakültesi’nden ayrılmasına ve burslu olarak Berlin Müzik Akademisi’ne gitmesine yol açacaktı. Yıl 1935. Berlin karalar içindedir, bir de Hitler’in kırmızı bayrakları. Müzik Akademisi’ni üç yılda bitirir. Ondan başka iki Türk öğrenci daha vardır: Semiha Berksoy ve İhsan Balkır. Berlin Radyosu’nda ilk konserini Semiha Berksoy’la birlikte verir. Okuldan sonra hem Frankfurt Operası’nın hem Duisburg Operası’nın sınavına girer. İkisini de kazanır. Ancak bir operada çalışabilmesi için Devlet Tiyatrolar Birliği’ne üye olması, bunun için de “Arilik Belgesi” gerekmektedir. Ben Türk’üm, Müslümanım diye çırpınsa da anlatamaz… Sonunda Berlin Radyosu araya girer, mesele hallolur. Duisburg Operası’nda roller birbirini izler. Turneler, farklı kentler… Almanya’da başarısı arttıkça, Türkiye’den baskılar, tehditler artar, dön artık diye… Carl Ebert son noktayı kor: Fidelio için derhal gel! Yıl 1941 Ankara’ya döndü. “Operada diktatörlük dönemi o zamanlar” diye anlatmıştı. “Carl Ebert çok iyi MİLLİ KAHRAMANLAR GİBİ bir rejisör, iyi bir ekolü var, ama çok genç seslerin bozulmasına yol açtı.” Almanya’daki hocası Maria Schultz kıyametleri koparmıştı, Fidelio nasıl söylersin, mezzo partisi değil diye ama dinletememişti. O günden sonra sahnedeki rolleri, operada reji yapmayı, opera çevirilerini ve hocalığı bir arada sürdürecekti Saadet İkesus Altan. İtalyanca, Almanca, İngilizceden Türkçe’ye çevirdiği 50 operayı ya da yaptığı opera rejilerini burada sıralamaya kalksam, yerim yetmez. Hiç unutmuyorum: “O günlerde milli kahramanlar gibiydik” demişti. Öylesine değer verilirdi sanatçıya, gerçek sanatçıya. Onun asıl mesleği, “Meslek yüzünden bozulmuş sesleri düzeltmek, aksaklıkları gidermekti”. “Hocaların hocası” denmesinin nedeni de buydu. Diyelim yurtdışından ünlü solistler ya da hocalar gelir, soluğu Saadet Hanım’ın yanında alırlar… “Şan, havanın basıncıyla, ses tellerinin doğrusu ses dudaklarıdır gerilimi arasında denge sağlamaktır” diye açıklardı. “Ses doğru kullanılmazsa, kendi sesi olmayan bir sesi zorlayıp kullanmışsa, ses bozulur. Tizlerde zorluk başlar, ses matlaşır, ses sallanır, temiz söylememeye başlar… Nefes su gibidir. Sel oldu mu felakettir.” Ünlü ünsüz öyle çok öğrenci yetiştirdi ki! O olmasaydı operamız, insan gücünden büyük ölçüde yoksun kalırdı. Hiç unutmadığım bir sözü daha var: “Adım Saadet değil de Marika olsaydı, bugün altın heykelimi dikmiş olurlardı….” Saadet İkesus Altan’ın ölümü, bir kez daha bizi değerlerimize verdiğimiz değer üzerine düşündürmeli… [email protected] Son haftasında gösterime giren altı yeni filmle 2007’yi uğurluyoruz Tuya, Kassandra ve diğerleri Kültür Servisi Yılın son haftasında bugün 4 Amerikan (Kassandra’nın Rüyası, Dadım Âşık, Merhaba Dünyalı, Manhattan’da Sihir), bir Çin (Tuya’nın Evliliği) ve bir de Güney Kore filmi (Kabir Hikâyeleri) olmak üzere 6 yeni film gösterime giriyor. Kassandra’nın Rüyası (Cassandra’s Dream) Son yıllarda daha çok Avrupa’da çalışmayı yeğleyen, ünlü New Yorklu yönetmen Woody Allen’in, Maç Sayısı (2005) ve Scoop’tan (2006) sonra yine İngiltere’de, İngiliz ağırlıklı bir oyuncu kadrosuyla çektiği son filmi Cassandra’s Dream, aslında komediden çok drama meyilli bu yönetmenin karakterleri ve hikâyeyi öne çıkardığı, farklı bir arayışının ürünü. Her zamanki gibi senaryoyu da yazan Allen, Kassandra’nın Rüyası’nda, zengin bir hayat sürebilmenin hayalini kuran, biri babadan kalma lokantayı çekip çeviren (Ewan McGregor), ötekiyse otomobil tamirciliği yapan (Colin Farrell), aynı zamanda içkici ve kumarcı olan iki hırslı kardeşin, lüks, şan, şöhret meraklısı amcalarının (Tom Wilkinson) da etkilemesi ve özendirmesiyle, para gereksinimlerini karşılamak için giderek yavaş yavaş suç âleminin karanlıklarına doğru sürüklendikleri bir değişim hikâyesini anlatıyor günümüzün İngilteresi fonunda. İki kardeş arasındaki karmaşık ilişkileri, yönetmenin her zaman özenip en büyük ustası bellediği Ingmar Bergman’ın izinden giderek psikolojik bir kara film tarzında ele alıp işlediği bu son filmi, kuşkusuz Polonya asıllı görüntü yönetmeni Vilmos Zsigmond, minimalist besteci Philip Glass gibi namlı ustaların da katkısıyla birinci sınıf bir Woody Allen seyirliğinin tüm çekiciliğine sahip. Sonuçta filmografisinin köşetaşı başyapıtlarından olmasa da, bu kez Avrupa’da dilediğince çalışabilmenin keyfini çıkarmış görünen Woody Allen’in elinden çıkma bu Kassandra’nın Rüyası, meraklısının kesinlikle es geçmeyeceği türden, haftanın filmi olarak nitelenebilecek yeni bir film noir çeşitlemesi. Şirin bir fantezi Merhaba Dünyalı (The Martian Child) ıkı bilimkurgu meraklılarının yabancısı olmayan yazar David Gerrold’un kendi yaşamından esinlenerek yazdığı aynı adlı romanından sinemaya aktarılan Merhaba Dünyalı, senarist Menno Meyjes’in de ilk yönetmenlik denemesi. Evlat edindiği küçük öksüz Dennis’e (Bobby Coleman) babalık yapmayı kafaya takmış, dul bilimkurgu yazarı David’le (John Cusack) ‘kırmızı gezegen’ Merih’ten geldiğini iddia ettiği, zaman zaman garip davranışlar sergileyen küçük Dennis’in zoraki babaoğul ilişkisini eksen alan Merhaba Dünyalı, duygusal enginlere yelken açan, şirin bir fantezi. Gerçek hayattaki gibi iki kardeşi oynayan John ve Joan Cusack’ın yanı sıra Amanda Peet, Sophie Okonedo ve Oliver Platt’ın rol aldığı filmde, romandaki bilimkurgu yazarı baba adayının eşcinselliğini sakıncalı bulan yapımcı büyük stüdyonun kaçınılmaz müdahalesiyle yazarın henüz boşanmış, dul bir erkeğe dönüştürüldüğünü bilmek de, Merhaba Dünyalı’ya merhaba diyecek her sinemaseverin hakkıdır sanırız. Bir aşk hikâyesi Dadım Âşık (The Nanny Diaries) ew York’ta iş ararken zengin bir ailenin çocuğuna bakıcılık yapma fırsatını yakalayan New Jersey’li Annie’nin (Scarlett Johansson), dadılığına limon suyu sıkan, sonu gelmez aile istek ve kaprisleri ve bir aşk serüveni yüzünden gitgide zorlu ve karmaşık bir hal alan hikâyesini görüntüleyen Dadım Âşık da haftanın bir başka ilginç roman uyarlaması. Bağımsız sinema ve belgeselden yetişip ilk filmleri American Splendor’la dikkati çekmiş yönetmen Shari Springer BermanRobert Pulcini çiftinin, Emma McLaughlin ve Nicole Kraus imzalı, çok satmış bir romandan perdeye uyarladığı Dadım Âşık’ta Laura Linney, Paul Giamatti, Chris Evans, Donna Murphy gibi oyuncular eşlik ediyor dadı rolündeki Hollywood’un yükselen genç yıldızı Scarlett Johansson’a. S N Alçakgönüllü bir film Tuya’nın Evliliği (Tuya De Hun Shi) 2007 Berlinale’nin galibi, Altın Ayı ödüllü Çin yapımı Tuya’nın Evliliği, başrolü üstlenip Tuya’yı canlandıran Yu Nan’ın dışında, tümüyle ilk kez kamera karşısına geçmiş amatör oyuncularla çevrilmiş, son derece yalın ve duru bir alçakgönüllü film. Yönetmen Wang Quanan’ın, modernleşme ve sanayileşmenin giderek çöle çevirdiği bozkırlara kamera tuttuğu Tuya’nın Evliliği, çobanlık yaparken kuraklık tehlikesine karşı su arayışı sırasında iki bacağını birden kaybederek sakat kalmış kocasına (Bater) ve iki çocuğuna bakabilmek uğruna yeni biriyle evlenmeyi göze alan, kırsal kesimden, yoksul bir kadının (Yu Nan) dramını perdeye taşıyor. Yönetmen Wang Quanan’ın annesinin doğduğu, medeniyet canavarının yutmaya hazırlandığı, Moğolistan’ın kırsalındaki bakir topraklarda çektiği filmin nefis görüntüleri Alman kameraman Lutz Reitemeier’in. Bu yıl kimsenin ummadığı bir şekilde, sürpriz yaparak Berlin festivalinin büyük ödülünü kazanan Tuya’nın Evliliği de, kuşkusuz sinemaseverlerce haftanın bir başka görülmesi gereken filmi. Peri masalı sevenlere Y Manhattan’da Sihir (Enchanted) ılbaşı münasebetiyle gösterime çıkarılan Manhattan’da Sihir, aşk ve evlilik üstüne, Walt Disney yapımı, müzikli, animasyonlu bir peri masalı. Julie Andrews’ün sesinden anlatılan ve 10 dakikalık bir animasyon bölümü de içeren filmi, 102 Dalmaçyalı’yla çıkış yapan Kevin Lima yönetmiş. Amy Adams, Susan Sarandon, Patrick Dempsey, Timothy Spall ve James Marsden başrollerde. Yıllar öncesine yolculuk Kabir Hikâyeleri (Gidam) icedir düzeyli Uzakdoğu filmlerini Türk sinemaseverlerine kazandırmak işlevini üstlenmişe benzeyen Bir Film’den yeni bir Güney Kore yapımı daha gösterimde: Kabir Hikâyeleri. Sinema eğitiminin ardından kamera arkasına geçmiş Jung kardeşlerin (BumSik Jung ve Sik Jung) yazıp yönettiği Kabir Hikâyeleri, baktığı eski bir fotoğraf albümüyle uzun yıllar öncesine, Seul’deki bir akıl hastanesinde ilk görevine başladığı gençlik yıllarına giden ruh doktoru Park’ın anımsadıklarına dayanan, hastane koridorlarında acı çeken hayaletlerin gezdiği, şeytani güçlerin ortaya çıktığı birtakım ürkünç anılar üstüne gelişen ve itici adına karşın meraklısı için belki de yeni bir keşif olabilecek bir korkufantastik denemesi. N CUMHURİYET 14 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle