14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 10 AĞUSTOS 2006 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Yeniden ‘Posta Gemileri’ mi? Onlar, unutulmaz bir özveri, halkın severek sahip çıktığı ve o günkü şartlarda zorunluluk olan bir yolculuk ve ulaşımdı. Askere, ya da İstanbul’a üniversiteye gidecek delikanlının, köyünde kasabasında derdine derman bulunamamış hastanın İstanbula yolculuğu bu gemilerle yapılırdı.. Kıyı halkına un, tuz, şekerden toplu iğneye kadar her şeyi, dergileri, postayı, gazeteyi getiren de onlardı. Onlar devletin halka sunduğu gerçek ve cömert bir hizmetti. ri düşünüyorum. Tarifelerindeki günlerde o kıyı kentlerine, ücra kasabalara gelir, açıkta demirleyip ışıklarını yakınca oralara sanki bir başka dünyayı getirirlerdi. Sonra da yük, yolcu ne varsa alıp götürürlerdi. O günlerin Türkiyesi’nde halkın sımsıcak baktığı, tam anlamı ile bir kamu hizmeti en ucuz toplu taşıma uygulaması olan ‘‘posta gemileri’’nin daha başka neler olduğunu o günleri yaşayanlardan dinlemelisiniz. Sadece Zonduldak, Sinop, Samsun, Giresun, Ordu, Trabzon’a uğrayanlara halkın ‘‘Sürat Postası’’, Hopa’dan Ayvalık, Çanakkale, Fethiye, Kaş, Kalkan’a kadar o küçücük limanlara gelip gidenlere de ‘‘Dilenci Postası’’ dediği bu hizmet, unutulmaz bir özveri, halkın severek sahip çıktığı ve o günkü şartlarda zorunluluk olan bir yolculuk ve ulaşımdı. Askere ya da İstanbul’a üniversiteye gidecek delikanlının; köyünde, kasabasında derdine derman bulunamamış hastanın İstanbul’a yolculuğu bu gemilerle yapılırdı... Kıyı halkına ekmeklik un, tuz, şekerden topluiğneye kadar her şeyi, dergileri, postayı, gazeteyi getiren de onlardı. Onlar devletin halka sunduğu gerçek ve cömert bir hizmetti. İşin bir başka yönü de vardı. Turizmden bir endüstri olarak söz bile edilmediği o günlerde Yeşilköy’de uçaktan inen yabancılar doğruca Tophane Rıhtımı’na gelirdi. Büyük metropollerin kalabalık ve stresinden bir süre uzak kalmak isteyen bu misafirlerin tatil ve dinlenceleri ‘‘Posta Gemileri’’nin güvertesine ayak bastıkları an başlardı. Bir hafta/on gün kadar sürecek Karadeniz ya da İskenderun yolculuğu için ‘‘Sürat Postası’’ndaki kamarasına yerleşir ve ülkesine dönüşünde bir masal gibi bu unutulmaz tatili anlata anlata bitiremezlerdi. ‘‘m.s. SAMSUN’’ 9 Temmuz Pazar günü İzmir’de Alsancak rıhtımına yanaşırken bunları düşünüyordum. Üstelik gemideki garajda otomobiller vardı. Baş tarafta açılacak kapaktan çıkıp içindekilere güneydeki cennet kıyılarına doğru yeni bir masalı yaşatacaklardı. Bir avuç dinamik genç insanın bu girişimini içtenlikle kutluyor başarılarını diliyorum. Tekrar halkımızın yaşamına, kültürüne, sevgi ve alışkanlıklarına ‘‘Hoş geldiniz posta gemileri’’ diyorum. Hayal mi görüyorum?!.. Boşuna mı seviniyorum. PENCERE Bir Şehit.. Bir Daha.. Bir Şehit Daha.. Gazetelerde kimi zaman sayfanın altında, kimi zaman manşete yakın bir yerde; kimi zaman küçük, kimi zaman büyük puntolarla yayımlanan ve içeriği birbirine benzeyen bir haber var... Üç er şehit edildi.. Bir binbaşı şehit.. Bir astsubay şehit oldu.. Beş er şehit.. Yine gazetelerde ya büyük ya da küçük sayılabilecek çapta şehit cenazelerinin haberleri de yayımlanıyor... Şehit haberleri süreklilik kazandı... ? Süreklilik kazanan haberlere ilgi azalır.. Okur, göz ucuyla haberin başlığına bakar.. Geçer.. Çünkü şehit haberleri birbirine benzer.. Cenazelerde gözyaşları.. Tabuta kapanmış şehit yakınları.. Tepkili, ama küçük bir kalabalık.. Peki, bu iş nereye dek sürecek?.. ? Bir ara, toplumda tepkiler yoğunlaşır gibi olunca, AKP iktidarının malum liderleri yatıştırıcı birkaç laf etmeyi, bu arada Amerika’dan yakınmayı, profesyonel politikacılığın gereği saydılar.. Ne yapacaklardı?.. Sözümona sınır ötesi harekât yapılacaktı.. Kandil Dağı vurulacaktı.. PKK’ye karşı köklü önlemler alınacaktı.. ‘‘Tahammül sınırı’’ aşılmıştı.. Başbakan RTE bu kez işi sıkı tutmuştu.. ‘Condi’ uyarılmıştı.. ABD ile ortak önlemlerin eli kulağındaydı.. ? Ne oldu?.. Hiç!.. Sıfıra sıfır elde var sıfır!.. Gazetelerde yine haberler sürüyor: Bir şehit.. Bir şehit daha.. Bir şehit daha.. Yoksa alışıyor muyuz?.. Şehit üstüne şehit vermek, yurttaşın kafasında doğallaşıp tıpkı trafik kazaları gibi sıradan haber niteliğine mi dönüşecek?.. ? İsrailAmerika ortaklığının ‘‘Lübnan’daki terörüne’’ büyük tepki gösterip Hizbullah’ı tutan AKP’nin takıyyeci iktidarı, Anadolu’daki PKK terörüne neden bu kadar ilgisiz ve tepkisiz?.. Yoksa hep birlikte (medya halkiktidar) inanılmaz bir gaflet uykusunda mı yaşıyoruz?.. Bir şehit.. Bir şehit daha.. Bir şehit daha.. Hep birlikte gördüğümüz bu karabasan, daha ne kadar sürecek?.. Edebiyat Nasıl Yaşasın? ‘‘Hem bana kalırsa yazıcılık işinde insanın yazıları pek ahım şahım olmasa da zararı yok pek. Elverir ki namuslu olalım: Kalemimizi ne devlete, ne patrona, ne de hatta millete (demagoji yapmayı, efkârı umumiye denilen mikrobu kastederek söylüyorum) satalım. Dahası var, en korktuğumuz mahluk olan münekkite, hatta okuyucuya bile beğendirmek gayesiyle yazı yazmadığıma göre, kendimi yazıcı saymaya hakkım var mıydı bilmem?’’ Sait Faik Abasıyanık, ‘‘Yazıcılığın Yirminci Senesinde’’ başlıklı yazısında böyle diyordu. Yazar olmak isteklilerinin kulaklarına küpe olması gereken sözler! Büyük bir yazarın güncelliğini yitirmeyen öğütleri... Sait Faik’ler, Orhan Kemal’ler ve benzerleri, yani gerçek yazın adamları, bu temel görüşlere uyarak yaşamışlardır. Kimi, türlü yoksunluklar içinde çırpınarak, kimi de anlaşılamamanın acısını duyarak!.. Kalemini ne devletin, ne patronların, ne de milletin, yani kamuoyunun, yeni bir deyimle kamu vicdanının buyruğuna vermeden!.. Edebiyatın, gerçekleri yazmak sanatı olduğunu bilerek... Çok acıdır Sait Faik’in yazıcılığın yirminci yılında yaşadıkları: Pasaport almak için emniyete gider, ‘‘yazar’’ olduğunu söyler. Ama nasıl kanıtlayacak yazarlığını?.. Belge isterler. Gazeteciler Cemiyeti’nden bir kâğıt, bir basın kartı ya da!.. İkisi de yoktur! Cemiyet, ödentisini zamanında vermediği için kaydını silmiştir. Gazetecilik yapmadığı için sarı basın kartına da sahip değildir... Çekine çekine ‘‘Yayınlanmış birkaç kitabım var’’ derse de bunlarla ‘‘yazar’’ olduğunu kanıtlayamaz! Sonunda pasaporttaki meslek bölümüne, Fransızca ‘‘Sars Profession’’ diye yazarlar, işsiz güçsüz, yani bir başıboş kişi... ‘‘Yaşasın Edebiyat’’ yazısında da, 1950 öncesinde, tanınmış bir yazarın bile kitap yayınlamakta güçlüklerini anlatır. Acı bir mizah havasıyla!.. Kendisine mektupla sormuşlardı, 1950 yılı için neler hazırlıyorsunuz, hangi kitaplarınız çıkacak diye... Saik Faik, nasıl yanıtlasın bu soruyu? Kitabını bile güçlükle bastırıyor! ‘‘Hikâyelerimi kitaplarda toplamak hoşuma gidiyor, hem de elime beş on para geçiyor. Evet devede kulak bile değil, ama ne de olsa on formalık bir hikâye kitabına 100 lira kadar veriyorlar. Yüz lira, bu az para mı?’’ Araya ressam Arad girer, Sait Faik de alır dosyayı yayıncıya götürür. ‘‘Bir okuyalım’’ derler. İki ay sonra uğrar. Daha okumamışlardır. İki ay sonra bir daha uğrar. Hiç değilse bir avans verseler! Nerde! Kitapçı, satışların durgunluğundan yakınır. Aradan bir yıl geçer. Sonunda Sait Faik kitabını geri çeker. Yeni bir yayınevi açılmıştır, ona verir yüz lirayı da alır. Ama ‘‘Kestaneci Dostum’’ adını verdiği kitap, adı değiştirilerek, üstelik Kestaneci Dostum öyküsü dışlanarak yayımlanır. Gerisini Sait Faik’ten dinleyelim: ‘‘Yüz lira çoktan bitmiştir. Kitap gözünüzden düşmüştür. Kitap halinde çıkarken düzeltmeyi tasarladığınız yerleri, cümle düşüklüklerini bile düzeltemeden, düzeltmek canınız istemeden, kitaptan soğumuş bir halde kitabınız ortaya çıkıvermiştir. Sizin midir, bir başkasının mıdır, şüphesi içinde kucağınıza atılan bir piç gibi bahtsız kitabı imzalarsınız: ‘Sevgili kardeşim Ahmet’e, saygılarımla.’ Bu böyle 19.. bilmem kaça kadar sürüp gidecektir. Ve yine bir 19..’de kitap bastırmak, yazı yazmak takatinden mahrum nalları dikeceksinizdir. Ve yine 19.. bilmem kaçta sizi kimseler hatırlamayacaktır. Yaşasın edebiyat.’’ Aradan yıllar geçti. Edebiyat, basından, radyodan, TV’lerden dışlandı. O günlerde gündelik, haftalık basında öyküye, romana, edebiyat eleştirilerine, kitap tanıtma yazılarına geniş biçimde yer verilirdi. Ya şimdi? Şimdi edebiyatla uğraşmak, yeni yapıtlar yaratmak olağanüstü bir özveri olmuştur. O zaman Sait Faik’in sözlerini yineleyelim mi? Yaşasın edebiyat diyerek!.. (“Şarkılarına Kadar Mahsun, 1997’ adlı kitabımdan...) Oktay SÖNMEZ / Denizci Yazar hırkapı Feneri’ni bordaladığımızda ana makinenin geminin tüm gövdesinde hissedilen o titreşimi değişti. Makineye ‘‘tam yol’’ kumandası verilmişti. Bu titreşim ve ses on yılların ardındaki o uzak masaldan kalma bir alışkanlığın kaynağıydı. Bu derinlerdeki alışkanlık, ancak uzun süre denizlerde dolaşmış, ‘‘gemi’’ denilen o tümüyle başka dünyada yıllarını geçirmiş birinin duyularında yeniden canlanabilir. Hem de hemen kapınızda, kendiliğinden gelen eski bir dost, bir sevgili gibi. Kuşkusuz bu misafir, denizlerde yaşamış olanlara bir anılar zinciri olarak gelmektedir. Evet, yıllar sonra yine bir gemideydim. Ama bu kez sadece bir yolcu olarak. Anlatılması güç duygularla yüklüydüm. Özellikle de denizle, gemilerle içli dışlı bir yaşamı olmamış birilerine bunları taşıyabilmek gerçekten pek kolay değildi. Geçen elli yıl gemilerin, limanların, hatta denizin yapısından, görünümünden olduğu gibi her zaman var olmuş şiirinden de çok şey alıp götürmüştü. Ama yol alan bir gemiden baktığınızda, peşinde bıraktığı o mavi beyaz çizgi, ‘‘dümen suyu’’ bütün büyüleyiciliğiyle bir ‘‘sonsuzluk’’ duygusunu da beraberinde getirerek yine oradaydı. Üstelik İstanbul’un denizden olan ayrılıklarında doğal bir ritüeli vardır. O da hiç değişmemişti. O da bunca yıl sonra yine gemi, peşinde dümen suyu ve onun da peşine takılmış çığlık çığlığa bir şenlik görünümünde inip kalkan martı sürüleriydi. Gemi, dümen suyu ve martılar bu törenin çoğu kez ayrılıklarda hep var olan üçlüsüydü. Marmara’da batıya doğru giden gemide o görkemli günbatımının renkler senfonisi sona ermişti. Sular mordan laciverte doğru akarken uzakta Ge A libolu’nun ışıkları da göründü. Artık dümen suyunun üstünde alçalıp tekrar havalanan martılar ufkun arkasında eriyip gitmişlerdi. Biraz sonra da Zincirbozan Feneri akşam karanlığının içinde göz kırpmaya başlayacaktı. 2006 yılının temmuzunda bir cumartesi günü on yıllar sonra ‘‘posta gemileri’’ yaşantımıza geri dönmüştü ve ben ‘‘m.s. SAMSUN’’ ile İstanbul’dan İzmir’e gidiyordum. Gazetelerde okuyup televizyonda da reklamları görünce birkaç gün sonra tarifsiz duygular ve karmaşık bir nostaljiyle kendimi Sarayburnu’ndan açılan geminin kıç güvertesinde bulmuştum. Geceyi gemide geçirecek, ertesi sabah pırıl pırıl bir salondaki kahvaltıdan sonra Alsancak rıhtımında olacaktım. Başlangıçta giderilmesi hiç de zor olmayacak bazı aksaklıklara karşın ‘‘posta gemileri’’nin tekrar yaşantımıza geri dönüşünü, Çanakkale Boğazı’nda yeni trafik düzeni gereği ‘‘ağır yol’’la süzülürken denizlerde geçen yıllarımın anılar zenginliğini de yaşayarak kendimce kutluyordum. İstanbul’u, İzmir’i, Mersin’i, Antalya’yı, İskenderun’u birbirine bağlayan Anadolu kıyılarında on yıllar önce henüz mendireği, barınağı bile olmayan limanlara, kıyı kasabalarının halkına hizmet götüren o denizlerimizin çiçekleri, yaşantımıza geri döndü diye sevincimden uçuyordum. İşte Bozcaada Feneri de çakmaya başladı. Saat gece yarısını geçmiş, bende heyecandan uyku yok. Elli yıl öncelerini anımsıyorum. O emektar, o güzel zarif gemileri, ‘‘deniz kuşlarım’’ dediğim ‘‘Aksu’’ları, ‘‘Güneysu’’ları, zamanının primadonnası ‘‘Ege’’yi, kalender duruşlu ‘‘Tarı’’yı, kıyı halkının ‘‘Bastonlu’’ diye söz ettiği ‘‘Cumhuriyet’’i, o günlerin lüksü ‘‘Kadeş’’, ‘‘Tırhan’’, ‘‘Etruks’’le CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle