09 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 2 MART 2006 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET/HAYIR OKTAY AKBAL İki Yanlış Bir Doğruyu Götürdü II Ali GÜZEL Anayasa Mahkemesi Yedek Üyesi örüldüğü gibi, kanunumuz on sekiz yaşından küçük olan ve reşit bulunmayan mağdurun cinsi münasebete rızasını suçun oluşmasına engel kabul etmeyerek mağdur çocuğu koruma gereğini ön planda tutmuş, ancak öyle anlaşılıyor ki cinsi münasebete hukuken geçerli rıza yaşının küçültülmesi yönünde bazı ülkelerde (Almanya, Avusturya, İngiltere, İtalya’da 14; Danimarka, Fransa, İsveç’te 15) (3). mevcut durum ve eğilime yaklaşarak; rıza yaşını küçültmemekle birlikte yaşları birbirine yakın çocukluk ve gençlik çağlarını yaşayan sanık ve mağdurlara bir hoşgörü kapısı aralayıp suçun takibini şikâyete bağlı kılmıştır. Bu, belirtilen nedenlerle, anlaşılabilir bir durumdur. Kanun koyucu, mağdurdan beş yaştan daha büyük yaştaki sanığa aynı hoşgörüyü göstermemiş ve bu sanığın cezasının arttırılacağı ve şikâyet koşulunun aranmayacağı kuralını getirmiştir ki, kanımca doğru yapmıştır. Gerçekten, fizyolojik ve psikolojik gelişim düzeyleri, hayat deneyimleri itibarıyla yaşları birbirine yakın olan çocuk veya gençlerin eylem ve durumları ile, daha fazla hayat deneyimi olan ve bir çocuğun rızasını elde etmeye daha muktedir bulunan, örneğin otuz, kırk, elli.. yaşındaki sanığın eylem ve durumunun farklı değerlendirilmesinde isabet vardır. Farklı durumdaki kişilerin farklı kurallara tabi tutulmalarında kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı bir yön bulunmamaktadır. Diğer yandan, kanun koyucunun suçun takibi usulünde, cezanın belirlenmesinde ve arttırılmasında gözettiği ölçütlerde, takdir yetkisini aşarak ve ölçüsüz davranarak hukuk devleti ilkesine aykırı bir düzenleme yaptığını kabule elverişli bir durumun da bulunmadığı düşüncesindeyim. 104. maddenin ikinci fıkrasındaki düzenlemenin aile birliğinin korunmasına olumsuz etki yaptığını söylemek de isabetli değildir. Ço PENCERE Şu Çılgın Türkler Ne Yapacak?.. Bülent Tanla sohbete geldi, koltuğa oturdu, çayından ilk yudumu alır almaz sordum: Durum ne?.. O ezbere saymaya başladı, ben de önümdeki kâğıda yazdım: AKP 28.. Kararsızlar 17.. MHP 16.. CHP 11.. DYP 9.. Sonra gelenler 5, 3, vesaire... Sonuçlar ilginç!.. AKP kaybediyor, yine birinci sırada ve ikinci büyük parti Kararsızlar.. Tanla: Ortalıkta, dedi, bir sürü anket dolaşıyor, en güvenilir görüneni bu!.. Ekledi: Seçimde bugünkü durum büyük olasılıkla değişecek; ama, seçimden önce CumhurbaşkanıBaşbakanMeclis üçgeni AKP’nin eline geçebilir... ‘‘Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz’’ değil mi?.. Evet... ? 15 yıldan bu yana her seçimde başka parti kazanmış; 1987’de ANAP (Mesut Yılmaz), 91’de DYP (Tansu Çiller), 95’te RP (Erbakan), 99’da DSP (Ecevit), 2002’de AKP (Recep Tayyip) sandıktan çıkmış... Peki, 2007’de ne olacak?.. Attım: 2007’de sandıktan ‘‘Çılgın Türkler’’le ‘‘Kurtlar Vadisi’’ karması çıkabilir... Neden?.. Gidişat ilginç!.. Halk arıyor, bir toplumda Kararsızlar yüzde 17’ye tırmanmışsa sen seyreyle seçim şenliğini!.. İçimizden biri dedi ki: AKP ‘‘dinci ile merkez ittifakı’’ değil mi?.. Bunun karşısına ‘‘milli ile merkez ittifakı’’ çıkmasın?.. ‘‘Kurtlar Vadisi Irak’’ filminde Amerikalı Sam ne diyormuş: Türkiye’de yönetimi devirdik, AKP’yi getirdik, sesiniz çıkmadı, dört askerin başına çuval geçirdik kıyamet koptu... ? Türkiye’de aklı başında çoğunluğun iki kırmızı çizgisi var: Laiklik.. Bölünmezlik.. Halk, kime oy verirse versin, iş gelip bu iki kapıya dayandı mı ister istemez ayaklanır, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in din devletine dönüştürülüp parçalanmasına bu millet göz yumamaz... Peki, bu iş kapıya dayandı mı?.. Çok alamet belirdi.. Dinciliğin (takıyyeciliğin) sarmalı ülkeyi kuşatmış gibidir; yolsuzlukların iktidarı buram buram kokuşturması AKP’nin doğal sonucunu hazırlıyor... ? Zanlı kişi bakan olabilir mi?.. Zanlı ‘‘bakan’’ı savunan ve koruyan iktidar olabilir mi?.. Hem takıyyeci.. Hem zanlı.. Hem yumurtacı... Cehennem gibi kaynayan şu Ortadoğu’da Türkiye’nin uğraştığı kişiye ve soruna bakın!.. Bir ‘Öncü’ Beklenmeli mi? Hep bir kurtarıcı, bir öncü beklenir! İnsanlar bekler, uluslar bekler, dünya bekler... O kurtarıcı ya gelir, ya bekletir bekletir gelmez. Sonunda biri çıkar, herkes sarılır, ‘‘Gel bizi kurtar, gel umudumuz, avuntumuz ol’’ diye yalvarır, tutar işbaşına getirir. Bir kez o erişilmez doruğa çıkardınız mı adamı, zordur bir daha aşağı indirmek!.. Hitler böyle çıktı, Stalin, Mussolini, Peron, Batista, daha kimler kimler!.. ??? Biz, Amerikan filmleriyle büyüdük. Daha doğrusu Holivut’un bizlere sunduğu renkli yaşamlar, zengin aşklar, görkemli serüvenler sunulmasıyla.. Gözlerimiz kamaştı, yaşamı bir film sandık, aldandık da aldandık!.. Hepsinde bir kurtarıcı vardır. Kahraman kovboydur, güçlü bir politikacıdır, açıkgöz bir polistir, bir hafiyedir... Aman vermez bir hukuk adamıdır... Haydutlar kızı yakalamış, ar namus gitti gidecek, bir de bakarız koca şapkalı bir kovboy yetişir, iki yumrukta yere serer saldırganı... ??? Geçen gün Türkiye halkının da bir ‘‘kurtarıcı’’ beklediğini yazmıştım. Üç yıldır ülkeyi türlü çıkmazlara sokan bir acemi politikacı kadrosundan kurtaracak bir parti, bir kişi, kısacası bir birleştirici, bir güven vericinin gerekliliği!.. Öyle biri ki şu anda paramparça olmuş politika alanını bir araya getirebilsin; solu da, sağı da, Atatürk Türkiye’sini güçlendirecek, yanlış sapmalardan, ters yorumlamalardan çekip çıkarabilecek bir öncü! ??? Hep anımsarız, 12 Eylül serüveninden sonra sokaklarda ‘‘Kurtar bizi Baba’’ seslenişlerini.. ‘‘Baba’’ kimdi? Süleyman Demirel’di. Bir süre önceye kadar kızılan, yerilen bir politikacı!.. Öyle günler geçirmişiz ki eski Çoban Sülü birden kurtarıcı durumuna gelmiş, getirilmiş!.. Demirel’in başbakanlık günlerinde ondan kurtulmanın yolunu da aramıyor muyduk? ‘‘Asker gelsin’’ diyenler çoktu! Asker geldi, ‘‘Gel’’ diyenleri pişman etti. Bu kez 12 Eylülcülerden kurtulmanın yolu aranmaya başlandı. Düşünün, Özal bile bir çeşit umut sayıldı, ardından Süleyman Bey!.. Yalnız solu değil, ortayı, ortanın sağını, kısacası üç yıl önce yüzde yirmi beş azınlık oyu ile iktidara gelen AKP’yi seçim yoluyla değiştirecek, anayasaya, Atatürk devrim ve ilkelerine bağlı bir kadroyu hangi parti, hangi lider olursa olsun tek başına getirebilecek bir kurtarıcının, bir toparlayıcının ortaya çıkmasıydı özlenen!.. Kim olacaktı o kişi? Benim aklımda bazı adlar vardı. Hepimizin aklında da vardır. Dürüst, bilgili, görgülü; halkını, yurdunu seven; kendi çıkarını, yararını düşünmeyen bir aday vardır... Biriki ad versem hemen tartışma başlayacak! En iyisi, herkesin kendi başına düşünmesi, kendi anlayışıyla, görüşüyle bir yoruma, bir sonuca varabilmesidir. ??? Bülent Ecevit, geçen gün Eskişehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen’den söz etti. Başarılı bir yönetici; kültüre, sanata, insana değer veren bir bilim adamı... Evet, ‘‘biri’’ çıkacaktır. ‘‘Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini’’ dememiş miydi Mustafa Kemal?.. G cuğun rızasıyla cinsi münasebet yapan ve çocuktan beş yaştan daha büyük yaşta olan sanığın o çocukla resmi nikâh yapıp evlenmesi, hiçbir şikâyetin bulunmaması ve mutlu birlikteliklerinin sürmesi halinde dahi, sanığın 104. maddenin ikinci fıkrası uyarınca en az on sekiz ay hapis cezasına mahkum edileceği, cezanın süresi itibarıyla para cezasına veya tedbire çevrilmesi olanağı bulunmadığı gibi, genel erteleme engeli bulunması halinde cezanın ertelenmesi yolunun da işletilemeyeceği, evlilik mutlu bir şekilde sürerken hükümlü eşin hapis cezası çekeceği ve böylece aile birliğinin zarar göreceği ifade edilip anılan fıkranın iptali istenmiştir. Oysa çözüm 104. maddenin ikinci fıkrasını ortadan kaldırmak değildi. Bu fıkra kapsamında cinsi münasebet yapanlar, daha sonra birbirleriyle evlenen kişilerden ibaret değillerdir. Mağdurla evlenmeyen veya esasen evlenmeyi düşünmemiş olan veya evlenmeleri mümkün olmayan sanıklar; kimsesiz, sosyal, ekonomik ve kültürel durumu itibarıyla devlet katında şikâyet yolunu yordamını bulmakta zorlanan, çeşitli sebep ve yöntemlerle şikâyetten kolaylıkla vazgeçirilmesi ihtimali bulunan mağdur çocuklarla (livataya maruz kalmış erkek çocukları da hatırda tutalım) cinsi münasebet yapan sanıklar dahi bu fıkra kapsamında idiler. Bu nedenle; mağdur çocukla evlenen sanığın durumunu kurtarmanın çaresini 104. maddenin ikinci fıkrasını iptal etmekte aramak kanımca yanlış olmuştur. Ve Anayasa Mahkemesi kararının bağlayıcılığından ötürü bir daha aynı doğrultuda bir kural getirilemeyecek olması nedeniyle yazık olmuştur. Çözüm, toplumumuzun sosyokültürel gerçekliği, yaşam tarzı karşısında; eski Türk Ceza Kanunu’nun 434. maddesine kısmen benzer şekilde, ancak daha çağdaş, adil ve insani bir biçimde (rıza dışında yapılanları kapsamayan), on beş yaşını bitirip on sekiz yaşını bitirmemiş mağdur çocuklarla rızalarına dayalı olarak cinsi münasebet yapan veya kaçırıp alıkoyan sanıkların mağdurla evlenmeleri halinde, kamu davasının ve ceza verilip kesinleşmişse infazının, koşullu olarak ertelenmesi yönünde bir kural koymaktı. Bu yapılmadı. Yapılmadı, çünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki yasama aşamaları sırasında birtakım kişi veya kuruluşlarca çeşitli konulara ilişkin ortaya konulan görüş ve dilekler arasında eski kanunun 434. maddesindeki düzenlemelere yönelik eleştiriler de vardı (4). Ancak sivil toplum oluşumlarının 434. madde ile ilgili itirazları esas itibarıyla, mağdurun rızası dışında, ırza geçme ve kaçırma alıkoyma suçlarının sanıklarının dava veya cezalarının ertelenmesine yönelik idi (‘‘Tecavüzcüsüyle evlendirilmek’’ söylemiyle mağduriyete vurgu yapıldığını hatırlayalım!). Hatta mağdur çocuğun rızasıyla yapılan cinsi münasebetin suç sayılmaması yönünde (özellikle mağdur ile sanığın yaşlarının birbirine yakın olması durumunda) görüşler dahi ileri sürülmüştü. Ancak ne yazık ki, acelecilik ve sanki bir panik içinde, sorunlara kapsayıcı ve çok yönlü bakış açısı bazen kaybedilmiş ve bazı konuların önü ardı, ne getirip ne götüreceği gözden kaçırılmış ve sanırım bu tutumun konumuzla ilgili sonucu olarak 104. madde kapsamındaki mağdurlarla sanıkların evlenmeleri halinde dava ve cezanın koşullu ertelenmesi yönünde bir kural konulmamıştır ki, bu da kanımca, yanlışların birincisi ve hazırlayıcısı olmuştur. (3)Bkz. İstanbul Barosu Kadın Hakları Uygulama Merkezi, Kadına Yönelik Cinsel Şiddete Karşılaştırmalı Hukukun Yaklaşımı, İstanbul 2002, s. 18 (Avukat Gül Erman’ın Sunumu). (4)434. maddeye ilişkin görüşüm ayrıntılı olarak 2 ve 3 Ekim 2003 tarihlerinde Ankara’da Cumhuriyet Kadınları Derneği ile Alman Kültür Merkezi’nin düzenledikleri seminerde sunduğum tebliğde ifade edilmiştir. Çalışma Yaşamında Cinsiyet Eşitliği Yard. Doç. Dr. Engin ÜNSAL Maltepe Üni.Hukuk Fakültesi Öğr. Üyesi ürkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) 1011 Şubat tarihlerinde düzenlediği Kadın İstihdamı Zirvesi ile çağımızın ve ülkemizin çok önemli bir sorununu gündeme getirdi. 134 kadın örgütünün katılımı ile düzenlenen bu zirvede, çalışma yaşamında var olan cinsiyet eşitsizliği tüm boyutları ile ele alındı. Konu AB’nin, ILO’nun, UNICEF’in (Avrupa İşveren Sendikaları Konfederasyonu), ETUC’un (Avrupa İşçi Sendikaları Konfederasyonu) öncelik tanıdığı ve ülkemiz açısından da yaşamsal önemde olan bir konudur. Ülkemizde ekonomik krizler, gelir dağılımındaki T bozukluk, kentleşme nedeni ile artan yoksulluk, kırsal kesimden alınan göçün artışı kadınların artan sayılarda çalışma yaşamına girdiğini göstermektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2004 yılı verilerine göre ülkemizde açlık sınırının altında yaşayan 909 bin, yoksulluk sınırının altında yaşayan 17 milyon 991 kişinin bulunduğunu açıkladı. Demografik yapının bu ürkütücü durumu, bir anlamda, artan suç oranını ve çalışma yaşamında artan kadın işçi sayısının nedenini açıklamaktadır. DİE Mayıs 2005 sonuçlarına göre ülkemizde 22 milyon 721 kişi istihdam edilmekte ve bunların yüz de 51.5’i kayıt dışında çalışmaktadır. Kadınlar daha çok kayıt dışılığın en çok gözlendiği tekstil, gıda, hizmet gibi sektörlerde çalıştıklarından kayıt dışında çalışan işçilerin yüzde 71.2’sinin kadın olduğu düşünülmektedir (Dr. Necati Kayhan, Türkiye’de Kadın İşgücü, TUHİS dergisi, Kasım 2005, s.67). Çalışan kadınların yüzde 53.1’i tarım sektöründe, yüzde 31’i hizmet sektöründe, yüzde 15.9’u sanayi sektöründe çalışmaktadır. Genel olarak kadın nüfusumuzun eğitim düzeyi oldukça düşüktür. 2000 nüfus sayımı sonuçlarına göre 25 yaş üstü kadın sayısı 16.897.656. Bu kapsamda, okumayazma bilmeyenler dahil, en çok ilkokulu bitirmiş olanların sayısı 13.871.060’tır. 25 yaş üstü üniversite mezunu kadın sayısı ise 910.885’tir. 35 milyon kadının ancak 5 milyonunun çalışma olanağı bulabilmesi ve 1990’dan bu yana kadın istihdamının gerilemesi düşündürücüdür. 1990 yılında her üç kadından biri çalışma yaşamında iş bulabilirken bugün ancak dört kadından biri iş bulabilmektedir. İş bulabilenlerin de işyerlerinde ayrıma uğradıkları bir gerçektir. Çalışan kadınların işyerlerinde dikey yükselişleri konusunda herhangi bir araştırma yapıldığını anımsamıyoruz. Çalışma yaşamında kadınlardan yöneticilik konumuna gelebilmiş olanların sayısının eser miktarda olduğunu varsayıyoruz. Oysa bu konu Batı ülkelerinde çarpıcı boyutlara ulaşmıştır. ILO ekonomisti Richard Anker’in 2000 yılı verilerine dayanarak yaptığı bir çalışmada, çalışma yaşamındaki kadınların ABD’de yüzde 45.3, İsveç’te yüzde 29.2, İngiltere’de yüzde 33, Danimarka’da yüzde 23 oranında yönetici konumunda olduğunu ortaya koymuştur (Newsweek, 9 Ocak 2006, s. 23). Norveç geçen yıl kabul ettiği bir yasayla yönetim kurulu olan tüm şirketlerin 2006 yılı sonundan itibaren bu kurullarda en az iki kadın çalışanın bulundurulması zorunluluğunu getirmiştir. Yukarıda değindiğimiz tüm ülkelerin çalışma yaşamında, çalışma koşullarında erkekler yararına bir farkın bulunduğu kabul edilmektedir. Kadınerkek eşitliğinin çalışma yaşamında varlığını sanayileşmiş ülkelerde bile gerçekleştirememiş olması son derece düşündürücüdür. Ülkemizde çalışanlar arasında cinsiyetten doğan eşitsizliğin daha da belirgin olduğu bir gerçektir. Kadınerkek eşitliği anayasamızın 10, 70, 90 ve İş Yasamızın 5. maddeleri ile güvence altına alınmış olsa bile uygulamada bu eşitliği yaşama geçirmek devletin denetim aygıtının yetersizliği, çalışanların yeteri kadar sendikaların çatısı altında örgütlenememiş olması ve kadın örgütlerin yaygınlaşıp etkinleşme sürecine varamamış olmasından dolayı olanaksızlaşmıştır. Konu son derece önemlidir ve sorun, kadınların en önce parlamentoda, AB üyeleri içinde en düşük düzeyde temsilinden başlamaktadır. Kadın çalışanların eğitimine önem vermek, kadınlara çalışma yaşamında sorumluluk verecek Norveç örneğinde olduğu gibiyeni yasaların çıkarılması, sendikaların ve kadın örgütlerinin bu konularda AB’den alınacak fonlarla işbaşında ve sonrasında eğitilmeleri yolu ile cinsiyet eşitsizliğinin önlenmesi için ilk adımlar atılabilir. Türkİş Baş kanı Salih Kılıç zirvede yaptığı konuşmada, Türkİş’in 28 işkolunda üyeleri olan 33 sendikaya yaptıkları çağrıda her sendikanın kadın işçi büroları kurması istediğini açıklamıştır. Bu çok önemli bir çağrıdır ve mutlaka gerçekleştirilmelidir. Sendikalar bununla da yetinmemeli ve kadın sendika üyelerinin şube ve genel merkez düzeyinde yönetime gelmesine özen göstermelidirler. Bugüne kadar Türk sendikacılık hareketinin tarihinde hiçbir sendikanın başkanının kadın olamaması ilginçtir. Türk sendikacılığı erkek egemen konumundan kurtarılmalı ve artık sendika başkanlığı görevine kadınlar da gelmelidir. Şuna yürekten inanıyoruz ki kadın sendika başkanları ve kadın sendika yönetim kurulu üyeleri çoğaldıkça işverenler çalışma yaşamında kadın işçilere karşı daha saygılı ve adil olacaklardır. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle