10 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 MART 2006 PERŞEMBE CUMHURİYET SAYFA KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr UYGARLIKLARIN İZİNDE... OKTAY EKİNCİ 15 ODAK NOKTASI AHMET CEMAL Kentleşmeyi ‘apartmanlaşma’ sayan ‘bilim dışı imar kültürü’, doğayı daha fazla kandıramadı Bursa’daki ‘yapay afet’... Bursa’da çöken apartmanlarda ‘‘can kaybı’’ olmaması, en büyük tesellimiz. Hatta aramızda şöyle düşünenler olduğunu da sezer gibiyiz: ‘‘Keşke şu diğer beton yığınları da can kaybı olmadanbir bahaneyle yıkılıverse!..’’ Büyük çöküşün hemen ardından, başta Bursa gazeteleri olmak üzere medyamızı kaplayan fotoğrafları mimarlık fakülteleri almalı, ‘‘mimarlık ve şehircilik derslerinin temel belgeleri’’ olarak değerlendirmeli. Özellikle de helikopterden çekilmiş hava fotoğraflarını. Çöküşten önce aynı açıdan çekilen bir fotoğraf olsaydı, ‘‘aslı’’nda o da ders konusu olabilirdi: ‘‘Bu denli dik bir yamaçta, üstelik kayalık olmayan bir zeminde yüksek katlı apartmanlar yapmak uğruna topoğrafyaya bu kadar müdahale etmek; dahası bunu imar planlarıyla, mühendislik hesaplarıyla ve mimari projelerle yapmak, gerçekten ‘çağdaş şehircilik’ midir?’’ Bu soruyu soracak hocalar, eminiz ki öğrencilerin meraklı bakışları karşısında yanıtını da şöyle vereceklerdi: ‘‘Hayır! Bunun adı planlama ya da şehircilik falan değil; imar rantı için kentle ve doğayla ‘alay’ etmektir.’’ Ne var ki okullarda ‘‘alay konusu’’ olan bu gibi uygulamalar olağanüstü yüksek rantlar kazandırdığından kentlerimizi adeta ‘‘tutsak’’ aldılar. Bursa’nın Uludağ Yamaçları’ndaki eski kent dokusunun, topoğrafyayla olan ‘‘uyum’’unu göz ardı ederek, kültürel süreklilik için bundan esinlenmeyi akıllarına bile getirmeyen sözde ‘‘modern planlama tutkunları’’ tarihi kentin başına olmadık işler açtılar. Nitekim yerle bir olan İntam’lara komşu konumdaki Baro Evleri ile altları boşalan Tezcan Apartmaları da benzer felakete önlem olarak mühürlendiler. Felaketin planları! Altmış Beşinci Yıl Daha önce, yaşadığım yılların toplamını ‘özellikle’ konu alan bir yazım hiç olmamıştı. Hatırladığım kadarıyla, herhangi bir yaş günümde yaptığım hesaplaşmayı kaleme aldığım da olmadı. Bu yıl, bunu yapmak nedense ansızın aklıma ‘düşüverdi’. Bu yazı yayımlandıktan tam üç gün sonra, beş mart akşamı bir zamanlar söylendiğine göre, gece saat 23.15’te yaşamımın altmış dört yılını geride bırakmış ve, alışılagelmiş deyişle, altmış beşinci yaştan ‘gün almaya’ başlamış olacağım. Ansızın neden önemsedim bu olayı? Önemsemedim aslında. Sadece, geride kalan yolun bazı kesimlerini ‘ilginç’ bulmuş olabilirim, o kadar. Her şeyden önce, ‘kader’, ‘şans’ ya da ‘başıma geldi’ gibi sözcük ve söylemlerin içinde asla geçmediği bir yaşamdı. Hiçbir olumsuzluğu kadere ya da şansa bağlamadım. ‘Başıma’ da hiçbir şey kendiliğinden gelmedi her şeyde, ama her şeyde benim de payım vardı ‘hatam’ demiyorum, mutlaka hata olmamış olabilir; ama nedenler tamamen, geniş ölçüde ya da en azından bir ölçüde, hep benden de kaynaklanmaydı. Böyle bir sorumluluk duygusunun altında ezildiğimi hiç hatırlamıyorum. Ayrıca, içinde ‘soyut’ mutluluk arayışlarının ya da düşüncesinin de hemen hiç yer almadığı bir hayattı. ‘Tek başına mutluluk’, artık hatırlayamadığım kadar eski zamanlardan bu yana yerini hep belli bir paylaşıma bırakmıştı ya da, paylaşıma dönüşmüştü. Hayatımın çok büyük bir bölümü üniversite hocalığıyla geçtiği için mi böyle düşünüyorum? Sanırım bu sorunun yanıtı hem evet, hem de hayır. Hayır, çünkü ben aslında şimdi çok iyi anlıyorum bunu hiç hoca ya da öğretmen olmadım. En azından, alışılagelmiş anlamda. Bütün o yıllar boyunca hiçbir zaman bir kürsüye oturduğum da olmadı. Yerim, hep sıraların arasındaydı. Ve hocalık mesleğinden anladığım da, sınıflara götürdüğüm bilgi tohumlarını mutlaka, ama mutlaka, öğrencilerimle birlikte, ortak toprağımız saydığım bir yerlere birlikte dikmek, o tohumların yeşermesini de ortak bir çabayla sağlamaktı. Bu anlamda, bizlere belki sadece ‘bahçıvan ve yardımcıları’ denilebilirdi ama öğreten ve öğrenenler: Asla! Bahçelerimiz de hep akıl almaz renklilikte ve zenginlikte oldu. Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen, ilk bahçelerdeki çiçeklerin bile güzelim kokuları tükenmek bilmedi sanırım benden çok sonraya kadar da sürecek. Öte yandan, ölüm düşüncesiyle barışık, ölümü bir anlamda tükenmek saymayan bir yaşamdı. Özellikle son yıllarda, gittikçe daha zor çevirilerin altına imzamı atmam üzerine: ‘‘Bunların neyi değiştireceğini görmeyi umuyorsunuz?’’ diye soran gençlere yanıtım hep aynıydı: ‘‘Ben, onlara kendi fizik yaşamımın noktalanmasından sonraki zamanlara yapılmış birer yatırım gözüyle bakıyorum...’’ Belki biraz büyük konuşmak gibi gelecek ama, ölümlü bir yaşam sürecinde, ölümle tükenip bitmesi olanaksız bir noktaya gelmiştim hem de ölümsüzlük diye bir kavram üzerinde asla kafa yormaksızın! Çünkü sadece kendisinden sonraki ölümlüler için çalışmış ve çalışmakta olan bir ölümlüyüm, o kadar. Ve mutluluktan da illa söz etmek gerekiyorsa eğer, sınırsız mutluyum. Zira artık kendim hakkında kesin olarak bildiğim az sayıda gerçekten biri de, sevme gücümü, bana sürekli paylaşma tutkusunu aşılamış olan o gücü son nefesime kadar yitirmeyeceğim. Yıllar önce olduğu gibi bugün de, genç gözlerdeki birkaç özel parıltıda bilgiyle ve imeceyle işlenmeye değer bir toprağın varlığını yakalayabiliyorum. Daha kaç yılım olduğu üzerine ise hiç kafa yormuyorum. Son ne zaman gelirse gelsin, Cemal Süreya gibi: ‘‘Üstü kalsın!’’ diyebilirim! eposta: acem20?hotmail.com ahmetcemal?superonline.com ‘Mimarlık ve kentsel planlama’ DAĞA YASLANMANIN SORUMLULUĞU UNUTULUNCA Soldaki fotoğraf, Bursa Hakimiyet gazetesinin 24 Şubat’taki birinci sayfasında yayımlanarak tarihe geçti. Alttaki fotoğraf ise BursaOsmangazi Belediyesi’nin birkaç yıl önce yayımladığı ‘İki Köprü Arasında’ adlı fotoğraf kitabından. Bursa, sırtını Uludağ’a yaslamış olmanın güvenini yaşayacağı yerde bu şansını ‘dağı betonlaştırarak’ harcamanın dramını yaşıyor. Çökme olmasaydı bile böylesi bir doğa düşmanı apatmanlaşmanın kendisi de bir felaket değil mi? B ir süredir sorguluyoruz: ‘Mimarlık’ ile ‘kent planlaması’nı birbirlerinden ‘tümüyle’ ayıran eğitim sistemi Türkiye’ye uygun mudur? Bu köşeciğe gelen ‘görüşler’ sürüyor: ‘İmar plancılığının başımıza açtıkları!’ BARAN İDİL Mimarlık bin yıllarca geçmişi olan bir ‘‘planlama ve tasarım alanı’’dır... Mimarlık, siyaset, felsefe, sosyoloji, antropoloji ve sanat alanlarından beslenen, ve de ‘‘kentsel ve doğasal mekânlarda ürün veren’’ bir kültür alanıdır... Mimarlık tarihi ile şehircilik tarihi ‘‘aynı içeriği’’ taşırlar... ‘‘Mimarlıktan doğan’’ kent planlaması, kentin ağırlıklı olarak siyaset, sosyoekonomik boyut ve sorunlarını sistematik olarak inceleyen, araştıran ve değerlendiren bir alan olarak gelişmiştir. Bugün mimarlığı kentsel tasarım ve planlama alanından ‘‘dışlayan’’ Şehir Plancıları Odası da, onların eğitim kurumları da, ‘‘mimarlarca’’ kurulmuştur. Hatta, geniş kadrolu metropoliten planlama büroları ve bugün eğitimi olup da kendisi olmayan bölge planlama teşkilatları dahi, mimarlarca kurulmuş idi. 1970’li yılların şehir plancıları, o zaman kent planlaması ile özdeş tutulan ‘‘imar planlama’’ işine ciddi ve haklı tepkiler gösterdiler. Bugün de asıl üzerinde konuşulan ‘‘imar planları’’, ağırlıklı olarak, planlama dizesinde bir kentsel tasarım işlemi olarak yer alıyor. Buna en tipik örnek, korumaya konu olan kentsel ve doğasal mekânlara ait kentsel tasarım sorunlarıdır. Koruma ise mimarlığın çok özel bir alanıdır. Çoğu zaman ciddi bir mimarlık kültürüne sahip olmanın da ötesinde, o alanda incelemeyi ve derinleşmeyi zorunlu kılar. Dış dünyada, tek binayı projelendirme yetkisi için dahi mimarın 36 yıl arasında tecrübeli olması istenirken, 4 yıllık eğitimle hem bölge plancısı, hem şehir plancısı, hem kentsel tasarımcı, en garibi de koruma planlamasının uzmanı olmak, nasıl becerilebilir? Şehircilerin bu tartışmayı ‘‘kınayan’’ bildirilerini okuyanlar; ülkede müthiş bir planlama ve tasarım eğitimi olduğunu; plancıların haklarının mimarlarca ellerinden alındığını; en önemlisi de kent ve bölge plancılarının gerçekten de kent planı ya da bölge planı yaptığını sanacaktır. Oysa söylenen ve savunulan, kentlerin ‘‘kent’’ olarak planlanabilmesi için önce ‘‘mimarlıkla tanışmanın’’ kaçınılmazlığıdır... Buna tepkinin ve bundan kaçmanın ne kente, ne de planlamaya faydası olabilir. Şimdi büyük çöküşten sonraki fotoğraflara baktığımızda şunu yüksek sesle sormak durumunda yız: ‘‘Tüm yönleriyle bilimi, tekniği ve kenti hiçe sayan bu yapıların, aynı zamanda Bursa’nın en pahalıya satılan süper lüks daireleri olmalarını da sağlayan ‘imar düzeni’ ne zaman sorgulanacak?’’ Bu düzenin Bursa’daki imar planını 1970’lerde İmar ve İskân Bakanlığı onaylamış. Yamaçlarda öngördüğü yapılaşma ise ‘‘6 kat’’mış! 1980’lerde imar yetkileri belediyelere geçince ‘‘8 kat’’a çıkartılmış!.. Şimdi, aynı bakanlıktan gelen yetkililer de bu süreci tartışmak yerine olaya isim bulma peşindeler; ‘‘Çökmelerin olduğu yamaçlar ‘doğal afet alanı’ değildir’’ şeklinde rapor hazırlayarak devleti tazminattan kurtarmaya çalışıyorlar. Böylece ‘‘felaketin planları’’nı 1970’lerde onaylayan ‘‘bakanlık büyükleri’’ni de bir güzel kollamış oluyorlar. Demek ki Bursa’daki ‘‘dram’’ın hukuk dilindeki adı olsa olsa ‘‘yapay afet’’ şeklinde anılacak. Şehircilik cambazlığı Peki bu yapay afet nasıl yaratıldı? Nasıl olacak; kentin mutena semti olan Çekirge’de, inşaata müsait arazilerle yetinmeyip, özellikle ‘‘ova manzaralı daha fazla sayıda daire’’ elde etme ‘‘hırs’’ıyla... Bu hırs, sağlam olmayan zeminlere sahip aslında ‘‘ağaçlandırılacak alan’’ olması gereken Uludağ’ın bu dik yamaçlarında ‘‘şehircilik cambazlığı’’na dönüşüyor. Olabildiğince ‘‘çok katlı’’ apartmanların; olabildiğince ‘‘fazla sayıda’’ ve ‘‘gevşek zemin’’e dikilebilmesi için de neredeyse binaların maliyetine yakın paralar harcanarak devasa istinat duvarları yapılıp, sözde ‘‘inşaata müsait imarlı arsa’’lar(!) yaratılıyor. İşte bu ‘‘bilim dışı süreç’’in ve doğayı hiçe sayan mühendislik oyunları ile kentsel peyzajı asla ‘‘umursamayan’’ imar kararları sonucunda ‘Osmanlı’nın ilk başkenti’, tarihe şimdi de betonarme imparatorluğunun ‘‘yapay felaket kenti’’ olarak geçiyor. Not: Prof. Dr. Sümer Gürel’in geçen haftaki görüşlerine ilaveleri var. Gelecek haftalarda yayımlanacak. 6 KEZ ADAY GÖSTERİLMİŞTİ Kuzey Konseyi Ödülü İsveçli şair Göran Sonnevi’nin GÜRHAN UÇKAN BUGÜN ? CEMAL REŞİT REY KONSER SALONU’nda 20.00’de Denis Matsuev konseri. (0 212 232 98 30) ? FRANSIZ KÜLTÜR MERKEZİ’nde 20.30’da ‘Tenin Hayaleti’ adlı dans gösterisi. (0 212 334 87 40) STOCKHOLM İskandinav ülkelerinin ortak örgütü Kuzey Konseyi’nin yıllık Edebiyat Ödülü’ne bu yıl İsveçli şair Göran Sonnevi değer görüldü. 350 bin Danimarka Kronu (100 bin YTL) tutarındaki ödül, halen Nobel’den sonra dünyanın en büyük edebiyat ödülü durumunda. 1962’den beri her yıl bir İskandinav yazarına veya şairine verilen bu ödüle Göran Sonnevi 6. kez aday gösterilmişti. Seçici kurul, ödül gerekçesi olarak ‘‘Sonnevi’nin şiirinin, hem siyasal ve toplumsal gelişmelerle, hem de kişisel izlenimler ve suçluluk duygusuyla diyalog içinde olmasını’’ gösterdi. Seçici kurulun gerekçesi şöyle sürüyor: ‘‘Okyanus, içine gömülünebilen ve örtünülebilen bir sözcük denizidir. Bu deniz, canlı bütün bir yaşamı ve aramayı sürdürmekte olan hayat dolu bir şiiri barındırmaktadır. Sonnevi, kararlı bir gereksinme olarak siyasal ve toplumsal gelişmelerle kişisel izlenimler ve sorumluluk arasındaki diyaloğu canlı tutan bir şiir yaratmıştır.’’ Göran Sonnevi, son şiir kitabı ‘‘Okyanus’’tan dolayı bu ödüle aday gösterilmişti. 17 şiir kitabı olan, 1939 doğumlu İsveçli şair daha önce de çeşitli saygın ödüller kazanmıştı. Göran Sonnevi, Vietnam’da verilen savaşta Amerikan emperyalizmine karşı safları desteklemiş ve şiirlerinde bu konuya geniş yer vermişti. ‘‘Okyanus’’ adlı uzun şiirinde ise Irak’ın işgal edilmesine karşı 2003 yılında düzenlenen gösteriler katıldığına da değiniyor. Kuzey Konseyi’nin Edebiyat Ödülü’nü kazananlar arasında, yapıtları 50’nin üstünde dile çevrilmiş olan İsveçli şair Tomas Tranströmer (1990) de bulunmaktadır. Göran Sonnevi’nin değer görüldüğü ödül, halen Nobel’den sonra dünyanın en büyük edebiyat ödülü durumunda. Türk sineması geleceğini arıyor ? Kültür Servisi Ülkemizde liseler düzeyinde ilk kısa film yarışmasını düzenleyen İstanbul Lisesi, Liselerarası Kısa Film Yarışması’nın üçüncüsünün düzenlendiği yıl da yönetmen adaylarına fırsatlar sunmaya devam ediyor. Son başvuru tarihi 12 Mayıs olan yarışma, sinema konusunda yetenekli ve sadece film izlemekle yetinmeyen, kendi filmlerini çeken ve bunları çevresiyle paylaşmak isteyen gençlere yapıtlarını sergileme olanağı sunuyor. Seçici kurulunda Atilla Dorsay, Engin Ertan, Fırat Yücel, Nebil Özgentürk, Osman Şahin, Suat Gezgin, Ceyhan Kandemir ve Selim Evci’nin olduğu yarışmada konu sınırlaması yok. ‘‘İstanbul LisesiLiselerarası Kısa Film Yarışması’’na kurmaca türünde bir kısa film ve filmi tanıtan bir yazıyla birlikte başvurulabilir. Yarışmanın ödülleri mini DV kamera, dijital fotoğraf makinesi, DivX/DVD oynatıcı. CUMHURİYET 15 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle