14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 19 KASIM 2006 PAZAR 10 PAZAR YAZILARI dishab?cumhuriyet.com.tr Bir kadın, bir aşk, bir ölüm... ir sonbahar bu kadar mı güzel olur, bu kadar mı hüzünlü? Yemyeşil Hollanda, baş döndüren bir renk cümbüşü içinde. Sarının bilmediğim ne kadar çok çeşidi varmış meğer. İnsana, kendini yollara atma, kaçıp gitme hissi veren bir çağrı vardı havada. Kahvaltı bile yapmadan attık kendimizi ıslak yollara eşimle. Hüzünbaz sonbaharın, yoldan çıkaran çağrısına uyup “kaybolmak” için düştük yollara. Otoyoldan çıkıp hiç bilmediğimiz köy yollarına vurduk. Çınarlar yaprak döküyor. Nereye baksam öbek öbek yaprak ölüleri. Nereye baksam, sarı ve kızıl bir renk cümbüşü. Günlük kaygılardan arınıp bir günlüğüne de olsa kendimize yaşamaya karar verdik. Fotoğraflar çektik, şarkılar söyledik. Küçücük köy kahvelerinde çay içip göl kıyılarında yürüyüşler yaptık. Gece yarısından sonra dönebildik ancak eve. Yorgun ama doyumsuz bir sonbahar tadıyla. Yatmadan şöyle bir haberlere bakmak için dokundum televizyonun düğmesine. Hollandalı spikerin sesiyle irkildim: “Türkiye’nin eski başbakanlarından Bülent Ecevit 81 yaşında öldü...” Her ne kadar beklenen bir ölüm olsa da, yine de donup kaldım öylece. Sanki içimden bir şeyler eksildi. Sanki, birdenbire biraz daha büyüdüm. Çünkü Ecevit, benim B çocukluğumdu. Daha ilkokula başlamadan öğrenmiştim okuma yazmayı. Ve tebeşirle evimizin duvarlarına yazmıştım adını, kargacık burgacık harflerle. Bu yüzden midir bilmem, kaç kez evimizin camları kırıldı gece yarıları sağcılar tarafından. 1970’li yıllardı. Sağ sol kavgasının yeni kızıştığı günler. Isparta’da, inanılmaz bir Demirel ve Demirelci ağırlığı vardı. Oyunlarımız bile, çocukluk sınırını çoktan açmış, büyüklerimizinki gibi “siyasetçilik” rüzgârına kapılmıştı. Tüm arkadaşlarım “Demirelci” alilelerin çocuklarıydı. Her sabah sokağa, koca bir “kır at”lı bayraklarla çıkarlardı. En büyük isteğim benim de kocaman bir “altı ok”lu bayrağımın olmasıydı. Sevgili babacığım, bunun çaresini bulmuştu. Seçim propagandası için dolaşan Afyon Milletvekili Süleyman Mutlu’ya açmıştı konuyu. Süleyman Amca da, otomobilinde asılı koca bir altı oklu bayrağı çıkarıp bana armağan etmişti. O günden sonra, her gün sokağa o bayrakla çıkar olmuştum. Her gün de eve bir araba dayak yiyerek dönerdim... Adımı bilen de bilmeyen de “Ecevit” diye çağırıyordu artık. Sonra 12 Eylül geldi. Yepyeni acılara göğüs germek için, çocuklar da birden büyüyüverdiler. Yasakların kalkmasından sonra, iflah olmaz “Ecevitçi” babam, seçim dönemleri aylarca miting meydanlarını dolaşmaktan evin yolunu unutan adam, yollarını ayırdı “Karaoğlan”la. O artık SHP’li olmuştu. Ecevit’e kızgındı. “Bir bölen” diyordu. Babam her ne kadar yollarını ayırsa da, eve Rahşan Ecevit imzalı, “eski dostları yeniden toplamaya” yönelik mektuplar gelmeyi AMSTERDAM YUSUF ÖZKAN sürdürdü. Ecevit bir “kahraman”dı, ama ben hep Rahşan Ecevit’i merak ettim. Çocukluğumun mitinglerinden anımsadığım, kimi zaman, başına altı oklu bir yaşmak konduran, parti otübüsünden kalem, rozet, bayrak satan o sempatik kadını. Oysa özellikle son yıllarda, bana sempatik gelen o kadın, birçok kesim tarafından öfkeyle anılır olmuştu. Ecevit’in son başbakanlık döneminde, bir “oldubitti”ye getirilip hastaneye tıkıldığında, kimi medya erbabının ağır eleştiriler yönelttiği dönemde, az da olsa tanıma fırsatı buldum. “Baba ocağım” Cumhuriyet’ten bir süreliğine ayrı kaldığım dönemdi. Çalıştığım televizyon kanalında, Ecevit çiftinin evlilik yıldönümü ile ilgili bir haber hazırlamam istenmişti. Siyaseti, politikanın kısır çekişmelerini bir kenara itip sade iki insan olarak Rahşan Bülent çiftinin yalın, içten yaşamına kısa bir göz atma olanağım oldu. Ortaya inanılmaz bir aşk çıktı. Düşünsenize, tam 50 yıl aynı yastığa baş koyan iki insan. Ve her zaman vazgeçilmez iki âşık. “Aşk oydum mağaranın duvarına/ aşk oydum ağrıdı taşlar/ yarıldı mağara” diyen şairin, onu her türlü kötülükten, yorgunluktan, acıdan esirgemeye çalışan âşık karısı. Uzun evliliklerinin sırrını “çocukla” açıklayanları yanıltan bir birliktelikti onlarınki. Çocukları olmasa da, evliliklerini ve aşklarını korumayı sürdürmüşlerdi. “Ele ele büyüttükleri” sevginin sırrı, Ecevit’in şiirinde saklıydı: “birlikte öğrendik seninle / avucumuzda yüreği çarpan / kuşa sevgiyi / elele duyduk kumsalda denizin /milyon yılda yonttuğu / taşa sevgiyi / tırtılları tanıdık seninle baharda / tırtılken daha sevmeyi öğrendik / sevgiden üreyen kelebeği / toprağı evimiz gibi sevdik seninle / birlikte sevdik kuru toprakta / ev kuran köstebeği / köstebeğinden toprağına taşına / tırtılından kelebeğine kuşuna / elele sevdik bu dünyayı / acısıyla sevinciyle sevdik / yazıyla kışıyla sevdik /köy köy ülke ülke / gökler gibi sardı dünyayı / yağmur gibi sızdı dünyaya / dünya kadar oldu sevgimiz / elele büyütüp elele derdik / elele derip insana verdik / verdikçe çoğalan sevgimizi” Makam arabaları, kırmızı plakalar, lacivert takım elbiselerden arınıp Oran’daki evlerinin kapılarını kapattılar mı, ortaya çıkan manzara hep sevgi ve aşktı. Bir de demli bir bardak çay. Bir de özlem. Siyasetin soğuk evreninden günler baş döndüren hızla akıp giderken yapılamamış şeylerin özlemi. O gece televizyonda ölüm haberini aldığımda içimi “cız ettiren” şeylerden biri çocukluğum diğeri de Rahşan Ecevit’i düşünmekti. 50 yıllık yaşam yoldaşını yitiren bir kadının, onunla paylaştığı, ama artık onsuz olan evinde o acı haberi aldığı anki durumuydu. Elbette, çocukluğumun kahramanı “Karaoğlan”ın ölümü acı vericiydi, ama 50 yıllık eşini, sevgilisini, biricik aşkını yitiren bir kadının acısı bundan daha da beterdi. Başınız sağolsun Rahşan Hanım.... İsveç’te neler değişecek? sveç’in “Yeni Ilımlıları” sloganıyla seçimlere giren ve İsveç’in gerçek işçi partisinin kendisi olduğunu ileri süren Ilımlı Parti, üç muhalefet ortağıyla birlikte çalışarak Sosyal Demokratlar’a karşı bir alternatif oluşturabileceğini kanıtladı. Eski Başbakan Göran Persson, partisini kabine dışından destekleyen iki parti konusunda herhangi bir işbirliğine girişmeyince, sol blokun çoğunluğu ele geçirmesi halinde yapmayı tasarladığını söylemeyince, sağ muhalefet bir gol atmış oldu. Bunu, “İşsizliğin haliyle giderileceğine” benzer boş laflar izleyince bir gol daha yedi. Son olarak da ne yediği ortada! Genel seçimlerden sonra akla gelen ilk soru, tipik bir yüksek burjuva partisi olan Ilımlılar’ın gerçekten değişip değişmediğiydi. Kulağa iyi gelen bir hükümet programı açıklandı. Bir şeyin sözünü etmek, denilenleri yapmaktan daha kolaydır. Ama Başbakan Fredrik Reinfeldt işe nereden başladı? Kendisine “yürü ya kulum” diyen yüksek burjuvaya olan borcunu ödeyerek! Yeni kurulan bir hükümetin bir hafta, on gün içinde iki bakanının istifa etmesine ve bir üçüncüsünün de doktor raporunun arkasına saklanarak zar zor kurtulmasına İsveç’in parlamento tarihinde başka zaman rastlanıldığını sanmıyorum. Ali Baba’nın 40 Haramileri’ne kasayı emanet edercesine ticaret bakanlığına atanan Maria Borelius’un üç lüks villası olması, bunlardan birisinin sahibi olarak vergisiz cennetlerden kabul edilen bir ülkedeki varlığı şüpheli bir şirket tarafından ödenmesi (böylelikle Borelius’un İsveç’te vergi ödemekten kurtulması) onun açısından bardağı taşıran son damla oldu. Stockholm’ün en sosyetik semti Djursholm’de oturan gariban bakanının televizyon vergisi ödeyecek hali olmaması ise skandala tuzbiber ekti. Kültür Bakanı olarak, “dana yalamış saçlı tipik Östermalm çocuklarının” ve sözcüğün tam anlamıyla gerçek kompradorların fikir üretme ve yayıncılık kuruluşu Timbro’nın kadın patronunun STOCKHOLM atanması da Reinfeldt’in kafasındaki hiçbir şeyin değişmediğini gösterdi. Bu GÜRHAN UÇKAN hanım da televizyon vergisini ilke olarak ödemeyen biri olduğunu açıkladı. Düşünün, İsveç’in özerk radyo ve televizyonu, bu bakanın ellerine emanet edilecekti! Yeni görevi hakkında bir şey bilmediğini itiraf eden bu bakan, işi zamanla öğreneceğini söyledi. Ne zamandır bakanlık koltuklarına stajyerler oturtulmaya başlanmıştı acaba? Yeni hükümet, görevine hızlı başladı. Küçük işyerlerinin vergi yükümlülüklerini azaltmayı bir çırpıda gelecek yıla attı ama işine toplu ulaşım araçlarıyla gitmek zorunda olan Stockholmluları bir süredir memnun eden tek ücret sistemine derhal son vereceğini, işsizlik sigortası primlerini ayda en az 300 kron arttıracağını bildirdi. Yani, zenginlerin gelirlerini arttırmakta kararlı olan hükümet, çalışan orta ve alt sınıfın günlük giderlerine derhal ciddi darbeler vurmaya başlamıştı. Ayrıca, Stockholm halkının trafik sıkışıklığı vergisine “evet” demesiyle sonuçlanan halkoylamasına saygı göstermemesi de tipik yüksek burjuva küstahlığının bir örneği oldu. Kendileri; Danderyd, Täby, Djursholm ve Drottningholm gibi gayet havadar yerlerde yaşayan bu kişilerin, yüz binlerin işine gidip gelirken trafik kuyruklarında takılıp kalmaları, ciğerlerine kirli hava çekmeleri ve kent merkezinde yaşayan çok sayıda insanın sağlığının tehlikeye atılması İş Bulma Kurumu’nun iş dünyasına hazırladığı işsizlere sağladığı kurslara ve çeşitli programlara son verilerek, yetişkinlerin gittikleri okulların olanakları kısıtlanacak. Hani, “iş dünyasının dışında kalarak toplumdan dışlanan yüz binlerce kişi” topluma yeniden kazandırılacaktı? Hani, sosyal yardımlarla işsizlik sigortalarının kalıcı bir gelir değil geçici bir önlem haline gelmesi sağlanacaktı? Yeni Ilımlılar’ın, “İsveç’in yeni işçi partisinin” işsizliğe son vermek için bulduğu çözüm bu mu? Bu kadar kısa sürede böylesine kötü bir geleceğin habercisi olmayı başaran Başbakan Fredrik Reinfeldt’i kutlamak gerekir. Az zamanda çok şey başarmak (!) diye buna denir. Bu arada, bütün “yeni” zımbırtılarına kanarak orta ve sol kesimden sağ bloka kayan seçmenlere de “geçmiş olsun” demek gerek. İ Rumsfeld gitti, müdürümüz geldi Kasım günü ofisimde çalışırken iş arkadaşlarımdan biri yanıma geldi, “Duydun mu haberi? Bizim üniversitenin müdürü Dr. Robert M. Gates Savunma Bakanı olacakmış!” Gülerek baktım ona, kendisi pek şakacıdır, tabii ki inanmadım. “Yok artık o kadar da saf değilim!” dedim. Güldü, “Dr. Gates demin eposta attı herkese, gelmedi mi sana? CNN.com’a gir bak, göreceksin.” Gerçekten, CNN sitesine girince gördüm ki Donald Rumsfeld istifa etmiş ve Başkan George Bush müdürümüz Robert M. Gates’i Savunma Bakanı olarak atamış. Bir anda o kadar şaşırdım ki iş arkadaşımın bana bir oyun oynadığını, bir şekilde siteyi manipüle ettiğini düşündüm! Ama durum bu değildi. Bir saniye sonra bana da bahsettiği eposta geldi: Dr. Gates tüm üniversite öğrencileri ve hocalarına, “Aggie Ailesine” başlıklı bir mesaj atmıştı. (Aggie: Bu üniversiteye gelen ya da üniversitenin parçası olan kişi demek.) Eposta uzun iki sayfa kadar bu yüzden baştan başlayarak bazı yerlerini sizinle paylaşabileceğim: “Bunu okuduğunuz zaman ABD Başkanı beni Savunma Bakanı olarak atadığını ilan etmiş olacak. Derin bir şekilde onurlanmış, ama bir o kadar da üzülmüş durumdayım. TEKSAS Çoğunuzun bildiği gibi, iki yıl önce Milli İstihbarat Müdürü olmayı reddettim. Bunun ADALET BARIŞ temel nedeni GÜNERSEL Teksas A&M’e olan sevgimdi… Sizi böyle bir haberle ansızın şaşırttığım ve beş senemi doldurmadan müdürlüğü bıraktığım için af diliyorum. (Senato tarafından onaylanırsam) ayrılmadan önce daha çok söyleyeceklerim olacak. Ama şunu söylemeliyim ki iki sene evvel hükümetimiz yerine A&M’i seçmemden beri hem burada hem dünyada birçok şey değişti. A&M’i çok seviyorum, ama ülkemizi daha çok seviyorum ve (askerî bölümde okuyan) üniformalı birçok Aggie gibi, görevime gitmek durumundayım. Ve gitmek zorundayım. Umarım bunun bana ne kadar acı verdiğinin, sizi ve bu eşsiz Amerikan kurumunu ne kadar özleyeceğimin farkındasınızdır…” Dr. Gates ABD’nin yedinci büyük üniversitesi olan A&M’in 22. müdürü. Mastırını tarih alanında, doktorasını Rusça ve Sovyetler Birliği üzerine, Georgetown Üniversitesi’nde yaptı. 1991’den 1993’e kadar CIA’nın başındaydı. CIA tarihinde giriş seviyesi bir işte başlayıp başkanlığa kadar ilerleyen tek kişi. CIA’ya 1966’da katıldı ve 27 sene çalıştı. Sonradan eğitime merak sardı ve üniversiteye katıldı. Ben kendisiyle tanıştım, bir kere konuştum. İyi bir insana benziyordu. Bakalım neler olacak… bgunersel2@ hotmail.com 8 Noel Ana akvaryumda Japonya’nın Yokohama kentindeki dev akvaryumdaki Noel etkinlikleri büyük ilgi çekiyor. Hakkeijima Deniz Cenneti akvaryumunda, Noel Baba kostümlü bir kadın dalgıç, rengârenk küçük balıkları besliyor. Noel döneminde ziyaretçi sayısını artırmak isteyen akvaryumda çeşitli gösteriler yapılıyor. (Fotoğraf: AFP) Georges Simenon’a selam! Geçenlerde bir arkadaş toplantısında dünyaca ünlü yazarların kişilikleri konuşuldu. Edebiyat tarihinde yerini almış büyük sanatçıların acımasızlıkları, bencillikleri, alkol ve uyuşturucu bağımlılıkları, genel olarak karakter zayıflıklarıydı konu. Dostoyevski’nin kumara düşkünlüğü, Tolstoy’un eşini kırbaçlaması, Boudelaire’in afyon bağımlılığı ve daha niceleri konuk oldu o akşamki sohbete. Benim aklımda ise Belçikalı yazar Georges Simenon vardı. Bu ülkenin gri havasını kitap satırlarına taşıyan psikolojik polisiyenin babası Simenon, eserleriyle okuyucuyu suçlunun takibinden çok, suçun arkasını anlatan karanlık bir maceraya sürükledi. Şehvet, kıskançlık, intikam, tutku ve takıntılar kitaplarının konusu oldu. Ancak Simenon’un Eserleri kadar BRÜKSEL kadınlara ve alkole yaşamı da düşkünlüğü özel şaşırtıcıydı. 37 kez yaşantısını fazlasıyla taşındı. Fellini ile etkiler. İlk evliliği yaptığı bir söyleşide sırasında duygusal 10 bin kadınla sorunlarından kaçmak birlikte olduğunu söyledi. Yazdığı 450 ELÇİN POYRAZLAR için düzenli olarak fahişelerle birlikte olur. kitapla 550 milyon Amerika’da yaşarken ikinci karısı okuyucuya ulaştı. Unutulmayan Denyse ile tanışır. Denyse’den karakter Komiser Maigret’yi Simenon’un biri kız üç çocuğu yarattı. Andre Gide onun hayranı olur. Avrupa’ya dönüşlerinden ve arkadaşı oldu. Jean Cocteau, sonra Denyse’in iyice bozulan ruh T. S. Eliot, Henry Miller, sağlığı aile dengelerini altüst eder. Somerset Maugham ve John Le Denyse psikiyatri kliniklerine Carre gibi yazarların övgülerini daha sık gider, kocasının cinsel aldı. Yaşamının son 23 yılını tatmini için ise eve kızlar getirir. inzivada geçirdi. Simenon, karısının hastalığından Başta polisadliye haberlerinin çocuklarını korumaya çalışsa da peşinde koşan Simenon, 20’li kızının sorunlu bir çocuk olmasını yıllarda takma isimlerle yazdığı engelleyemez. O da annesi gibi “hafif” romanlarla üne kavuşur, sürekli tedavi görür ve genç yaşta 30’lu yıllarda ise artık takma isim intihar eder. Karısı bu intihardan kullanmayan olgun bir yazardır. yazarı sorumlu tutar ve Simenon’u şiddet eğilimli, otoriter ve sorumsuz bir baba olarak tanımlar. Simenon bu ağır dönemde de yazmayı sürdürür. Kızının ölümünden sonra yazdığı “Memoires Intimes” (İçten Anılar) eseri edebiyat dünyasına elveda niteliği taşır. Simenon öldüğünde yanında yalnızca hemşiresi ve sevgilisi Teresa bulunur. Ben o akşamki arkadaş toplantısında bunları anlatmadım. Ancak kafamın bir köşesinde “Acılar ya da kişisel zayıflıklarla mı yazar olunur yoksa yazar olunca mı kişisel dengeler bozulur” sorusunu sormadan edemedim. Sonuçta ikisinin bir yerde aynı kapıya açılacağını düşünerek edebiyata katkılarından ötürü Simenon’u saygıyla selamladım. CUMHURİYET 10 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle