10 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 19 OCAK 2006 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ARADA BİR FATMA ESİN İHAM’ın KKTC ile İlgili Son Kararı Ömer Faruk EMİNAĞAOĞLU Yargıtay Cumhuriyet Savcısı PENCERE Bilimsel Düşünce?.. Ahmedinecad herkesin alıştığı tipte bir devlet başkanı değil; İran’da (ya da Anadolu’da) sokakta köşebaşında hemen karşınıza çıkacak türden gösterişsiz bir halk çocuğu... Gazetelere yansıdığı kadarıyla yaşamı da alçakgönüllüymüş... Ama, dünyaya meydan okuyor! ‘‘ Nükleer araştırmalarımız sürecek!..’’ Ve ekliyor: ‘‘ (Batı) Ortaçağ zihniyetine sahip!.. Bu ülkeler bilimsel alanda ilerlemeye hakkımız olmadığını söylüyorlar, bizimle uğraşıyorlar...’’ ? Ortada ilginç bir durum var.. İran, ortaçağa yakışır din devleti değil mi?.. Evet!.. Komşumuzun tüm kadınları kara çarşafa bürünmüş... Geçenlerde bir İran filmi seyrettim; sokak, meydan, caddelerde ilaç için bir tek başı açık kadın yok!.. İlkokul öğrencileri de örtünüyor, el kadar çocuklar tesettüre uyuyorlar, yürekler acısı bir manzara... İran’da bilimsel araştırma özgürlüğü var olabilir mi?.. ? Kiminin aklı karışabilir... Diyebilir ki: Komşumuz nükleer teknoloji alanında ilerliyor, Batı bu nedenle korkuyor!.. Evet... Uranyumu zenginleştirmek, nükleer silah üretmeye çalışmak bilim özgürlüğüne mi giriyor?.. İşin püf noktası da bu ya!.. Ahmedinecad teknolojiyi bilim sanıyor ya da sayıyor... ? Molla rejimi İran coğrafyasında bir petrol hazinesi üzerine oturmuş, Ahmedinecad’ın fikri ve zikri bilim üretmek değil silah üretmek üzerine... Türkiye ise bu çatışma ortasında iki arada bir derede... Bir yanda emperyalizm.. Öte yanda dincilik.. 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinde Milli Kurtuluş Savaşımız emperyalizme, laik Cumhuriyetimiz dinciliğe karşı zaferdi... İkisinin de tehlikesi, 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’nin gündemine yerleşti. ? Ortadoğu, emperyalizmle dinciliğin fink attığı bir keşmekeşin coğrafyasına dönüştü... Türkiye bu keşmekeşte yolunu bulabilmek için bilimsel düşünceye her zamankinden daha çok muhtaçtır... Ne demişti Gazi: ‘‘ Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.’’ Abdi İpekçi Bir Kez Daha Katledildi! 12 Ocak 2006. Abdi İpekçi’nin katili M. A. Ağca’nın tahliyesini gösteren görüntüler yansıdı TV ekranlarına. Cezaevinin önünü dolduran kalabalığın ellerinde demet demet çiçekler, koca koca Türk bayrakları. Ve de lüks arabalar... Çıkacak olan, bu ülkenin dürüst, çalışkan, cesur, bilgili, ilkeli, saygın bir evladını katleden katil! Hem de cezasını tamamlamadan, türlü hileli hesaplarla vaktinden önce. Nasıl isyan etmez bu ülkenin insanları, nasıl? Benim gibi, bu ülke insanlarının çok büyük bir çoğunluğunun bu görüntüler karşısında içinin sızım sızım sızladığından, yüreğinin cayır cayır yandığından, elinin ayağının buz kestiğinden, boğulurcasına öfkelendiğinden kuşku duymuyorum. O insanlar 1 Şubat 1979 akşamı da aynı duygular, aynı acılarla başları avuçlarının içinde kalakalmışlardı ekran başında. O zaman en azından bir umutları vardı. Katil veya katiller yakalanacak, adalet cezalarını verecek diye! Acılarına, öfkelerine, isyanlarına az da olsa merhem olacak diye! Ama bugün! Ne yazık ki zaten kaybettikleri bu eşsiz insanın yanı sıra ülkelerine güvenlerini, yargıya saygılarını, çocuklarının gelecek umutlarını da yitirdiler. Böyle bir toplum içinde nasıl yetiştirecekler çocuklarını, neye güvenecekler? 40 yaşın altında olanlar bilmezler veya anımsamazlar. Daha yaşlı kuşağın isyanını anlayabilmeleri için o yıllardan kısaca söz etmekte yarar var. Ülkenin aydınları birbiri ardına nedensiz öldürülüyordu o yıllarda. Üniversite profesörleri, öğrenciler, etkin sendikacılar, araştırmacılar. Birinin acısını, öfkesini içimizden atamadan bir diğerininkini taşımak zorunda kalıyorduk. Umutsuz, güvensiz, kuşkulu böyle bir ortamda yaşadık Sayın Abdi İpekçi’nin acısını. Bu acı çok daha geniş bir kitleyi ve çok daha derinden etkiledi. Çünkü gazete okurları yazılarını ilgi ve zevkle okudukları, bilgili, tarafsız, gerçekçi, güvenilir bir yazarlarını kaybetmiş, aydınlatıcı yazılarından yoksun kalmışlardı. Derin bir yasa boğuldu ülke. Kısa bir süre sonra katilin, daha doğrusu tetikçinin yakalanması ile az da olsa teselli buldu insanlar. Fakat çok kısa bir süre sonra, çok iyi korunduğu bilinen askeri cezaevinden kaçtığı duyulduğunda bir daha yıkıldılar. Daha da derinleşti Abdi İpekçi’nin ve faili meçhul cinayetlerle kaybettiğimiz aydınlarımızın acıları. Ama sis yavaş yavaş dağılmaya başladı; kuşkulanılanlar Susurluk olayı ile doğrulandı. Sonra bilindiği gibi, Vatikan’da Papa’ya yaptığı silahlı saldırı ile iyice ünlendi o katil! İşte 12 Ocak 2006 akşamı TV ekranlarına yansıyan bu görkemli karşılama töreni, Türk bayrakları ile bezeli bu tören, böyle bir katil için. O bayrak uğruna şehit düşen askerlerimiz adına utandı Türk ulusu! Ve bu ulus bu utancı hak etmedi! Ardından Adalet Bakanı Cemil Çiçek’ten, insanlarla alay edercesine bir açıklama: Hukukta hata olabilirmiş. Düzeltilmesi için elindeki tek imkânı kullanacak, yazılı emirle dosyayı yeniden incelenmek üzere Yargıtay’a gönderecekmiş. Elindeki bu imkânı daha önce neden kullanmadı acaba? Günlerdir konuşuluyordu bu tahliye. Hem neden böyle hatalar hep böyle ünlü katiller için oluyor? Yakalandıktan sonra özel hazırlanmış senaryolarla serbest bırakılan zanlılara cezasını tamamlamadan tahliye edilen ünlü katiller de eklendi böylece. Nasıl isyan etmesin bu ülkenin dürüst insanları, nasıl! İ nsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nde (İHAM), Kıbrıslı Rumların Türkiye aleyhine açtıkları ve KKTC’deki mülkiyet haklarını konu alan ‘‘Myra KsenidesArestis’’ kararı 22 Aralık 2005 tarihinde açıklanınca, davacı ve davalı dahil herkesin sevince boğulması, hukuk dünyasında çok ender karşılaşılan bir durumdur. Hatırlanacak olursa, İHAM’ın tazminata hükmettiği 1996 tarihli Loizidou kararı uyarınca Türkiye 2003 yılında ödemede bulunurken, kararı infazla görevli olan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, ‘‘2005 sonunda mülkiyet haklarına tekrar kavuşabilmeye’’ yönelik önerileri gözeterek, zamanı geldiğinde konunun yeniden değerlendirileceğini söylemiş ve Loizidou dosyasını bütünüyle rafa kaldırmamıştır. Bakanlar Komitesi’ne göre bu ve benzeri dosyaların kapanması için, mülklerin iadesi gerekmektedir. İHAM, 31 Temmuz 2003 tarihli ‘‘Tymvios ve Demades/Türkiye’’ kararında ise Loizidou ve 4’üncü Kıbrıs kararlarındaki görüşünün devam ettiğini belirtmiş, ancak Loizidou kararının aksine tazminata hükmetmeyerek, bu konuyu Türkiye’nin ‘‘sorunun toplumlararası görüşmeler yoluyla çözüleceğini’’ ileri sürmesi karşısında saklı tutmuştur. Kararda, KKTC’de 30 Haziran 2003 tarihinde kurulan ‘‘Taşınmaz Malların Tazmini Komisyonu’’ etkin bir iç hukuk yolu olarak dikkate de alınmamıştır. Myra KsenidesArestis’in Türkiye aleyhine yaptığı ve Maraş bölgesinde bulunan geçmişteki mallarını geri alabilmeyi konu alan başvuru hakkında İHAM, Eylül 2004’te kabul edilebilirlik kararı vermiş ve 6 Nisan 2005 tarihinde açıkladığı bu kararında, Taşınmaz Mal ları Tazmin Komisyonu’nun, eksiklerini tamamlaması durumunda iç hukuk yolu olarak kabul edilebileceğini belirtmiştir. 22 Aralık 2005’te açıklanan daire kararında da Taşınmaz Malları Tazmin Komisyonu’na işlerlik kazandırılması ve üç aylık süre içerisinde çözüm yaratılmasına hükmetmiştir. Bu dava pilot olarak görüldüğünden önemlidir. KKTC Anayasası’nın 159’uncu maddesi uyarınca, Rumların kuzeyde kalan ve anayasada gösterilen özellikteki malları devletleştirilmiştir. Anayasanın bu açık hükmüne aykırı olarak İHAM kararları doğrultusunda 19 Aralık 2005 tarihinde ‘‘Taşınmaz Malların Tazmini, İadesi ve Takas Yasası’’ kabul edilmiştir. Yasaya göre oluşturulacak komisyonun kararları bağlayıcı niteliktedir. KsenidesArestis kararında bu iç hukuk yoluna yeşil ışık yakılması, ‘‘Rumların mülkiyet iddiasıyla açtıkları davalardan kurtulma umudunun doğduğu’’ biçiminde olumlu değerlendirmelere konu olmuştur. Türkiye aleyhindeki daire kararı, Kıbrıs Rum kesimi yanında, KKTC ve Türkiye’de de bir hukuk zaferi olarak yorumlanmış ve bu yoruma Türk medyası da katılmıştır. O halde bu davayı davalısı dahil herkes kazanmışsa, davanın kaybedeni kimdir? Karar, Türkiye aleyhine verilmiş bir ihlal kararıdır. Dolayısıyla Türkiye, davayı kaybeden taraftır. Dava, kazanılamayacağı mutlak olan, bu nedenle en az zararla kaybedilmiş bir dava da değildir. Kararda, Arestis’in mülküne kavuşamamasından söz edilmesi, Rumların kuzeydeki mülkiyet haklarının ve tapularının hukuki geçerliliğinin sürdüğü anlamındadır. Karar, KKTC’de bir iç hukuk yolu olarak tazmin komisyonu oluşturulmasını ve üç aylık sürede çözüm üretilmesini öngörmektedir. Bu komisyonun ‘‘etkin bir yasa yolu’’ olması durumunda dikkate alınabileceğini söyleyen İHAM, etkinlik konusunda ipuçları da vererek anılan komisyonda Rum malları ile irtibatlı olan kişilerin bulunmamasını, komisyonun bağımsız olmasını, sadece tazminata değil mülkiyet hakkına ulaşmak konusunda da karar yetkisinin bulunmasını, hatta maddi olmayan zararlara da hükmedebilmesini istemektedir. ‘‘Taşınmaz Malları Tazmin Komisyonu’’nun İHAM’ın belirttiği biçimde etkili ve geçerli bir yapıya bürünmesi demek, sonuçta İHAM eliyle verilecek mülkiyete ve değerine ulaşmaya yönelik kararları, bütünüyle bu komisyonun vermesi, 1974 öncesi mülkiyet durumunun benimsenmesi anlamındadır. Tazmin komisyonuna işlerlik kazandırılması, KKTC iç hukuk yollarının, dolayısıyla KKTC’nin tanınması anlamında değildir. Tersine KKTC bir devlet olarak tanınmayıp Türkiye’nin etkili kontrolü altında tutulduğu belirtildiğinden, öngörülen bu yol Türkiye’nin bir iç hukuk yolu olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle Tazmin Komisyonu kararlarının muhatabı da KKTC değil, Türkiye olmaktadır. Sonuçta Kıbrıslı Rumların İHAM yoluyla elde etmekte oldukları mülkiyet hakkı ve tazminatlara, iç hukuk yoluyla ulaşabilmeleri amaçlanmakta, Rumların isteklerine en kısa yoldan yeşil ışık yaktırılmaktadır. O halde KKTC’deki mülkiyet haklarını konu alan başvurulara İHAM’ın bakış açısında, Türkiye lehinde bir değişiklik olmamıştır. Kaldı ki konu artık toplumlararası görüşmelerin de dışında bırakılmaktadır. Bu tabloda sevinmesi gerekense doğal olarak sadece Kıbrıs Rum kesimi olmalıdır. ma fiil kullanımıyla sınırlı değil. Türkçe ve yabancı dillerden alınan sözcüklerle acayip isim ve tümceler oluşturuluyor. İlanlar, reklamlar, ticarethane adları, adeta yabancı sözcükler harmanı. Türkçe, İngilizce, Fransızca sözcükler yan yana, iç içe... Bir karmaşadır gidiyor. Son zamanlarda Türkçe sözcükleri bozarak kullanma modası çıktı. Örneğin simmit, hammur gibi. Sonuçta konuşmayazma özürlü bir toplumuz. Politikacılar, eğitimciler, aydınlar ve tüm vatandaşlar, oturup düşünmeliyiz. Eğitim ve öğretimin ciddi bir iş olduğunu; aklı, bilimsel düşünceyi öne çıkarmadan çağdaş olunamayacağını; ulus, dil ve tarih bilincini yitiren toplumların yaşama olanağının bulunmadığını anlamalı ve anlatmalıyız. ürkçede eylemler; yapmak, etmek, oluşturmak, gerçekleştirmek gibi değişik fiillerle ifade ediliyor. Dilimiz fiil bakımından oldukça zengin, anlatımda bir sıkıntı çekilmiyor. Daha doğrusu çekilmemesi gerekiyor. Oysa son zamanlarda tüm eylemler yapmak ve etmek fiillerine indirgenmiş durumda. Aşağıdaki örneklerde görüldüğü gibi, yapmak fiili daha baskın olarak kullanılıyor. Eylemler tek bir fiile indirgendiğinde; çarpık bir yapı, anlam kayması ve ses düzensizliği oluşuyor. Bu tür kullanımlar, yazımdan çok sözlü anlatımlarda gözleniyor. Televizyon konuşmalarından derlediğim, yapmak fiilli bazı anlatım örnekleri vermek istiyorum: Hareketli bir türkü yapalım. Her salı çocuk sağlığı yapıyoruz. Her top T Dil Bilinçsizliği... Dr. M. Ali IŞIKSOLUĞU lantıdan sonra basın bildirisi yapıyoruz. Adam sosyoloji yapıyor. Hanımla hep kavga yapıyorum. Sinir yapmaya gerek yok. Çok iyi sohbet yapıyor. Bir konser yaptık. Dağılmayanlara gözaltı yapıyoruz. Panik yapmayalım. Bizim işimiz konser yapmak. Açık görüş yapmak. Genelge yapmış olmak. Niye surat yapıyorsun? Bir televizyon çok önemli iddialar yaptı. Çok kitaplar yapılıyor. Televizyon yapıyorum. Acele yapalım. Telaş yapmayalım. Komplo yapıyoruz. Çifte standart yapıyor. Soru cevaplar yapıyor. Söylemler yapmak. Kavga yaptık. Hile ve tehdit yapıyor. Sahur yapıyoruz. Küfür yapmak. Meslek yapmak. Rencide yapıyorlar. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ne yazık ki, bu ifadeleri kullananlar sade vatandaş değil. tümü yükseköğrenimli, hemen her meslek alanından eğitimli uzman kişiler. Eylemlerin tümünü tek bir fiille anlatma girişimleri giderek yaygınlaşıyor. Oysa bizler tüm öğrenim basamaklarında Türkçe ya da Türk Dili ve Edebiyatı dersi görüyoruz. Konuşma dilimizin bu derece bozuk olmasını anlamak mümkün değil. Balkan ve Kafkaslar’daki bazı Türk ya da Müslüman toplulukların Türkçeleri, neredeyse bizden daha düzgün. Dildeki bozul CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle