23 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SA/FA CUMHURİYET 28KASIM1999PAZAR 10 P A Z A R i A Z I L A R I dishab(&cumhuriyet.com.tr Eski îskele! Yeni îskele! fT' SahJde yürüyorum, Brighton'uı o fûzelim eski iskelesinden ışıkJı ve lahte yeni iskelesine doğru. Yakıcı bir rüzgâr yalıyor yüzümü, işü\orum. Ve üşürken düşüıüyorum, niye bu eski iskeleyi ku denli sevdiğimi. Kınk dökük, bakımsız West Pier öylesine görkenüi duruyor ki ykamda. Hava kararmak üzere atık ve sahildeki çakıl taşlan eyaklanmı acitmaya başladı. Birazdan yağmur indirecek gibi. Bir sevgilinin gece mavisi, ay ışığı gözleri geliyor aklıma. Ister istemez gökyüzüne çevriliyor bakışlanm. Hayır, orada değil. Kim bilir hangi macerada hangi gözlerle çoğalıyor. 'Evrensel sevgi' diyor. 'Sonsuz, tükenmez' diyor. Nasıl da güzel yalan söylüyor... Üstelik yalan söylerken kendini ne kadar da çok seviyor. Sevginin hep koşullu, dolayısıyla hep karşılıksız ve doyumsuz olduğu dıyarlardan geliyor o. Çırpınıyor, kendini yerden yere vuruyor anlamak için, ama nafîle. O çok eğitimli ve son derece zeki beyni şu basit gerçeği kavrayamıyor: Bir insanı sevmekle başlayacak her şey. Yeni iskeleye yaİdaştıkça gürültü de artıyor. Cıvıltılı bir kalabalık çılgınlar gibi eğleniyor. Kahkahalar ve panltılar. Palace Pier her ne kadar adı gibi bir saray görkemiyle olmasa da pervasızca ve Mflan Kıındera'nın tarif ettiği gibi dayarulmaz bir hafıflikte yaşıyor. Aru yaşıyor. Gerisi ve ötesi yok. Sanki bir gece vakti birdenbire koyuvermişler onu Brighton'ın ortasına ve bir gün yine birdenbire alıp götürüverecekler gökyüzünün karanlığına. Onun için BRICHTON ÜMİT DENtZ mi sevmiyonjm ben bu iskeleyi? Dünü ve yannı olmayan korkutuyor mu sinsice? Son zamanlarda ûzerinde çokça düşündüğüm Dogu mu Batı mı sorusunu öyle güzel yansıtıyor ki bu iç tartışması. Her ne kadar adı West Pier -Batı Iskelesi- olsa da ben Doğu'yu özdeşleştirmişim onunla. Yani o değeri bilinmeyen tarih, o hesapsız sıcaklık ve samimiyet, o paylaşılan ama dinmeyen yalmzlık, o adı konulmayan yüreklilik, o güzelim hüzûn, ah o güzelim hüzün. Doğu'nun bir kokusu var sanki. Bir koku nasıl tanımlanır ki -Patrick Süskind'ın o muhteşem romanını düşünmeden edemiyorum burada- ancak yarattığı duyguyla belki. Sanki şefkatin kokusu bu. Biraz da bilgeliğin. Nasıl da özledim... Hava iyice karardı. Palace Pier'in ışıklı gürültüsü sıktı beni, gerisin geri eski iskeleme doğru yürüyorum. Zaten evimin yolunun üstü. Batı'nın şu en tehlikeli bulaşıcı hastalığından nasıl korumah ki Doğu'yu? Vebadan beter. Üstelik öylesine büyük bir hızla yayıhyor ki... Neden mi bahsediyorum? Çok uzun bir adı var: Güçlü-benlik-ile- bencilliği-kanştırma-sendromu... Konu dağıldı mı ne? Öyle çok da önemli değil hani. Batısı doğusu hikâye, insan her yerde insan. Bütün güzelliği ve bütün ' * çaresizliğiyle. Hepimiz eninde sonunda bir varoluşsal krizle boğuşuyoruz. Kimimiz farkında kimimiz değil. Şu Taocu yazar dostumun da dedıği gibi: "You can't avoid the void" (boşluktan kaçamazsın). Işte West Pier göründü yine. Birdenbire yukanda canla başla tammlamaya çalıştığım o koku sanp sarmahyor beni. Iskelenin içine girip karanlığa kanşmak istiyorum. Sonra yaşamı son derece yahn ama yine de derin yaşamayı başaran dünya güzeli bir dostum geliyor aklıma. Şımdi yannnda olsaydı şöyle derdi kuşkusuz. "Hadi L mh, uzatma. daha yapacak bir dolu işimiz var. Aranıak tam-zamanb bir is,!_" Korkumla birlikte evimin yolunu tuhıyorum... Satılık kent: Stockholm Hiç sevmem ama, kim demişti o sözü, "Herkesin bir fiyan vardır" diye? Peki kentlerin de fıyatı var mıdır? Dolmabahçe'nin arkasına yerleştirilen o heyulanın, Ankara'nm kalbi Kızılay'daki o canım tarihi bina yerine oturtulan, hiçbir ölçûye uymayan boyutlardaki "hilkat garibesmin" fıyatı neydi acaba, kim kime ödemişti? Evet, "yeni dünya düzetıi"nde kentlerin de bir fıyatı var. Bizde "taşeron" deniliyor, burada "eDterprönör". Giriyor araya böyle bir şirket, il meclisine veya belediyeye, "Ben şu hizmeti şu paraya yapanm, size daha ucuza getir". Nedir bu hizmetler? Once yaşlılann bakımevleri: Bu ülkede yaşlılara çoluk çocukları bakmazlar, ya bu tür evlere bırakırlar, bayramdan bayrama ve arada bir cumartesileri ziyaret edip iki salkım üzüm getırilir ya da bir süre bakıcı tutulur. Havadan yazmıyorum. Buradaki ilk dört yılım bu insanlarla geçtı, onlara hizmet ederek ve hallerini görerek. Şimdi burjuvalar STOCKHOLM GÜRHAN ÜÇKAN (Burada burjuva sözcüğü orta ve sağ partilerden oluşan blok anlamında kullanılır, bizdeki anlamda değil.), önce devletin telefon kurumu Tetia'ya karşı özel rakip şirketlerin kurulması yönündeki bir önceki sosyal demokrat yönetimin başlattığı işi tamamladılar. Kafasına esen ftyatlan koyan Telia - siz bana sorun, Türluye'ye bunca yıl telefon ve faks masrafının hangi miktarlan bulduğunu!- şimdı tüketicilerinin yanya yakınını kaptırdı. Ardından banliyö trenlerinin yönetimi bir yabancı şirkete devredildı. Henüz halk pek fark etmedi. Bunu Stockholm metrosunun bir Fransız şirkete satılması izledi. İki yıldır "sinyal sistemi" değişiyor diye Işine giderken, ışinden dönerken bizim ölçülerde perişan olan. Ankara'da olduğu gibi tren istasyonda durunca meceklerin inmesini beklemeden birbirlerinı dirsekleyerek içeri girmeyi "öğrenen" halk, burjuvalann aylık abonman parasına yüzde 13 zam yapılması için karar verdiğini öğrendi! Özel şirketle olan anlaşma gereği olmalı (sanıyorum) karar belediye sarayından çıktı, yeni sahipten değil. Sıra şimde okullarda. Bir zamanlar tek bir özel okul olmayan bu ülkede halen özel okullarda 31 bin öğrenci var. (Bu ülkenin nüfusu 8.5 milyon, 65 milyon değil). Sırada Devlet Demiryollan ve Posta tdaresi var. Ve Başbakan Göran Persson. üç gün önce "Avrupa Para Birtiği'ne evet diyeceğiz, ya şimdi ya da sonra", dedı. Sonrayı ben sıze söyleyeyim: 2000 yılının martındaki olağanüstü kongrede. Çünkü bu ülkeyi zaten Brüksel yönetiyor! Ya dünyanın en örgütlü ülkesindeki sendikalar? Bu soruyu ben değil, Olof Palme sorardı, eğer hayatta olsaydı... - •«• v°r - * '«•7 6 26 Kasım"da kutianan "Uluslararası Hiçbir Şey Almama Cünü" için ilgjnç gösteriler düzenkdiler. Seul'da gösteri yapan eyiemciler, kürk paltolar ve hayvan maskeleri takarak dünyanın dikkatini çevreye çek- meye çalışülar. Maskeli eylemcinin elindeki pankartta "Yaşamak istiyorum" yazı- yor. Kanada'yla birlikte 11 ülkede kuüanan günün amacu tüketicinin dikkatini lüks har- camalardan kaynaklanan çevre sorurflarma çekmek. (Footğfaf' feEUTERS)*"" ' *' Hüseyin Katırcıoğlu için Kapatılması unutulmuş bir kanalizasyon çukuruna düşüp yaşamını yitırdiğinde koca Orhan Vefi'nin dostlannın neler hissettiklerini, şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Önceleri trajik, kuşkusuz garip bir ölüm deyip geçtiğim, Türkiye klasığı olmuş ihmaller zincirinin en çarpıcı halkası olarak gördüğüm. hak edılmemiş bir sondu şaırin ölümü. Vurdumduymazlığımızın, insan yaşamını hiçe sayışımızın bir örneği olarak hangimizin aklında değil ki Orhan Veli'nin ölümü. Böyle anlamsız, biçimsiz bir ölüm karşısında şiirlerini okuyanlar, onu uzaktan tanıyanlar kuşkusuz önemli bir kültür adamının kaybından büyük üzüntü duymuşlardır. Ben daha çok en yakınındakilerin ne tür bir acı duyduklannı merak etmişimdir. Emre Koyuncuoğhı'nun Cumhunyet'dekı yazısından tiyatro sanatçısı Hüseyin Katırcıoğlu nun ölüm haberini öğrenince "bir başkadır" diye düşündüğüm o acının ne menem bir şey olduğunu daha iyi anladım. Hüseyin Katırcıoğlu, benim çok yakm arkadaşım değildi. Sadece tanıdığımdı. Başanlı sanat yaşamını Londra'da sürdürmeye devam etseydi gelişecek, belki de iyi bir dostluğa dönüşecek bir tanışıklıktı bizimki. Ben Londra'ya geldikten çok kısa bir süre sonra Türkiye'ye döndüğü için yanm kalmış bir tanışıklık demek belki daha doğru olur. 1985 ya da 86'da Londra'da bir grup Türkiyeli, Turkish Art Group adı altında toplanmışlardı. Sanatçı olmadığım halde, gazeteci olarak ben de gruba kabul edilmiştim. Hüseyin işte bu sanat grubunun başkanı idi. Bir sürü proje hazırlamış fakat ortaya hiçbir şey çıkaramamıştı. Pek de başanlı geçmeyen bir gece düzenleyebilmiştik sadece o kadar. Gerisıni getirememiştik maalesef. Sonra hepimiz dağılıp gittik. Zaman zaman karşılaşıp ayaküstü sohbetler ettiğim Hüseyin de o stralar, Londra'da Southbank'da bir tiyatroda - aklımda Kral Lear diye kalmış sanki- önemli bir oyunda rol almışt. Çok az bir zaman sonra da gidip tiyatro yapmak istediği Türkiye'ye döndüğünü duymuştum. Sonralan, TRT'ye çekilen Kurtuluş dizisinde Atatürk rolü için adının geçtiğini okumuştum gazetelerde. Hüseyin, yurtdışına çıkıp da tutunamadığı için ülkesıne geri dönmek zorunda kalmış sanatçılardan değildi. lngiltere'de oturma ve çatışma izni vardı sanıyorum. Bir arkadaşım eğer doğru anımsanıyorsa, annesinin ya da babasının lngiliz olduğundan söz etmişti. Yanı isteseydi bu ülkede ömrünün sonuna kadar kalabilirdi. Ama Türkiye'ye dönmekte ısrarhydı ve döndü. Biz onu tanıyanlar hep iyi işler dy p , ,x«^|jnı duyardık..yazjsıpdar, Hüseyîri'in ölürhune ılişkın fazla bilgi vermediği için Emre Hanımefendiye telefonla ulaşıp onu nasıl kaybettiğimizi sordum. Kültür merkezine dönüştürmek istedikleri eski bir un fabrikasının onanmıyla uğraşırken damdan düşerek ölüp gitmiş meğrese. Tıpkı Orhan Veli gibi. tıpkı Laura Ashley gibi, tıpkı Isodora Duncan gibi. Tüm bu adlar. eğer vanlannda binleri olsaydı, onlann küçük bir müdahalesiyle önlenebilecek anlamsız, garip, trajik, kabul edilemez kazalarda yitirdiler yaşamlannı. Belki de bu yüzden kayıplannı kabullenmek daha acı verici oldu. Amerikalı ünlü dansçı Isodora Duncan, 1927 yılmda, akıllara durgunluk veren bir biçimde, üstü açık arabasında giderken upuzun atkısının, otomobilin tekerleklerine takılması sonucu boğularak öldü. Ingilizlerin dünyaca ünlü modacısı Laura Ashley de evinin merdivenlerinden yuvarlanarak. Her ikisi de zekâlanna, dikkatlerine, kendilerini hayatta başanlı kılmalanna yol açan titizliklerine hiç de LONDRA MUSTAFA ERDEMOL uymayan biçimlerde öldükleri için duyanı serseme çeviren bu trajedilerin kahramanlan oldular. Hüseyin gibi sanat yaşamında ayaklan yere böylesine sağlam basan biri de ayak basılmaması gereken en çürük yeri gidip damlarda bulup ölümle kucaklaşabildi demek ki. Bu da onun trajedisidir ve kabul edilmesi kolay değildir. tnananlar için tevekkül teselli edici olabiliyor. Beni teselli etmeye yetmiyor. Sonuçta öldü ışte, nasıl öldüğünün ne önemi var diye düşünmek de doğru olabilir. Doğrusunu isterseniz beni bu da rahatlatmıyor. Ne demek kanalizasyon çukuruna düşmek, boynunu atkıya kaptırmak, merdivenden yuvarlanmak, damdan uçmak. Olacaksa ölümün de hiç değilse biçim açısından kabul edilebilir bir yanı olsun istiyor insan. Saçma bulabilirsıniz ama bu bir dilek sadece ve bu dılek, inanmışlann dualannda "öiümün de hayıriısını nasip eyle" vakanşıyla dile getirilir bildiğiniz gibi. Istanbul'a gider gitmez şu un fabrikasını ziyaret edeceğim. Uğruna damlardan düşülen kültür merkezi, bakalım Hüseyin'den bir iz taşıyor mu? Daha da önemlisi umanm kültür merkezi olabilmiştir. Eğer olmamışsa, damdan sadece Hüseyin değil, emekleri de yuvarlarup gitmiş demektir bu. Çok yazık. 'Yeni Bojole geldi: Dikkatli tüketin' "Le Beaujolais nouveau est arrive - Yeni Bojole gekfi." tlk bakışta. yüz binlerce reklam panosunda arz-ı endam eden şampuan veya otomobil ilanından. Paris kafelerine yapıştınlan sanat ve kültür afışlerinden farkı olmayan yukandaki ibareye artık her tarafta rastlanıyor. Allı morlu, defhe dallı, asma yapraklı, çiçek süslemeli milyonlarca afişçik Fransa'nın özellikle de Paris'in anarşist renk cümbüşünde kaybolup gidiyor. Bazı "süzme-seçme aydmlann", tek tük köşe yazannın dışında hangi Fransıza sorsanız bü>-ük bir keyıfle "Yeni Beaujolaisr 'nin tadına bakıp bakmadığını, bu seneki "mahsul" hakkında görüşünü söylemeden edemez. Hiçbir "üerfcme''den artta kalmayan Türkiye'de, ünlü "ham şarap", "Beaujolais'' şarabının belirli çevrelerde ya\gınlaştığını biliyoruz. , Hatta bazı lstanbul "Cafe-Bistrot- | Restaurant"lannda Türk şaraplannın ; Fransız şaraplanndan daha pahalı olduğunu (">Tirtsever" şarapseverler hemen yaylım ateşine geçmeyin lütfen, "kötü" ve "ucuz" Fransız şarabı da olur doğaldır ki, fakat teslim edin ki bizim K snoWannıız''ın da cep ve hayal gücüne sınır yok) duyduk. (Şu sıralar bir şişe taze Bojole'nin fıyatı 840 bin TL ile 700 bin TL arası.) Bu alanda "Uerleme"de 5-10 senedir Türkiye'de de yaygınlaşan "taıe şarap- Primeur ^)rimör)" üretimiyle gerçekleşti. Sız kendi primörlerinizle kıyaslayın. , Dünyanın belli başlı ticaret ve işletmecilık okullan pazarlamacılık derslerinde, klasik "başanlı örnek" diye okutulan "Beaujolais Dosyası" elbette, "şarap ve bağcüık" geleneğini yıllarca önce büyük oranda yitirmiş Anadolu"da "modern" yandaşlar buldu. "Primeur'* şişeleri, fıyatlan katlanarak Türk sofralannı süsler. Halbuki Fransa'da "Priıneur''ler ucuz şaraplardır. Ortalama şarapsever Fransız eskiden "Primeur''ü, hamdan, olmamıştan sayıp pek tenezzül etmezmiş. Hakaret manasında alınmasın ama bir Fransız dostunuz size bir şişe "Beaujolois Nouveau" ikram veya hediye ederse, bilin ki sizin şaraptan anlamadığınıza hükmetmiştir. Zira Fransızlar arasında bir deyiş vardır: "Karşındaki şaraptan anlanuyorsa ona Beaujolais içir". Fakat sanmayın ki "Beaujolais" kötü şaraptır. "Nouveau" yani yenisi dahil "Beaujolais'" 12 alt markayı içeren bir Rhone bölgesi şarabıdır. Herkes Fransa'nın hatta dünyanın en ünlü şaraplan "Bordeaux-Bordo" ailesıni tarur. Daha azımız bir başka prestijli temel aileyi "Bourgogne-Burgoynr 'u biliriz. Tabii buna "Abace"ın (Alsas) "beyaz" ailesiyle, "Champagne''ın (Şampanya) "köpüklü" aılesini katmakta yarar vardır. Bızım "Yeni Beaujolais''ye dönmek gerekirse, kendileri "Bourgogne" sülalesinin Rhone kıyısının. "Beaujolais" P A R İ S UĞUR HÜKÜM öbeğinden gelir. 12 fertlik ailenin baş isimleri arasında "Brouilly, Chenas, Fleurie, Morgon, Julienas, Moulin a Vent ve St Amour" gibi müstesna markalar, daha doğrusu bağlar mevcuttur. Fakat ailenin sürüye en son katılan haylaz çocuğu "Yeni Bojote" diğerlerini geçti. Kasa kasa "Beaujoiab", dünyanın çok köşesinde oluk oluk akar. tkinci Dünya Savaşı'ndan sonra şarapçılık işini ciddiye alan dönemin hükümeti bazı kurallar koyar. Mahsüllerin nasıl, ne koşullarda elde edileceği; ne kadar, nasıl bekletileceği; nasıl, nerede etiketleneceği gibi... Uzun süre ürünlerinin özgünlüğüne inanıp, bunu savunan "Beaujolais Üretkfleri Kooperatifr 8 Eylül 1951 "de özel genelgeli bir ızin çıkartır. Ham şarap, "Taze BeaujoUis"nin önü açılmıştır. Bu tarih, sonralan her sene farklı meyvelerin rayihasıyla bezenecek "Yeni Beaujolais" geleneğinin miladı olacaktır. Hiç şarap içmeyenlerin bile "senede bir gün", "erken şarapç]" tıryakilığıni tartıklan bu gelenek, 50'li senelerde kasım aymın ilk 10 gününde rastgele uygulanırmış. 1972'de çıkan bir karamameyle "Beaujolais''nin 14 Kasım'dan önce piyasaya sürülmesi yasaklarurken, 1985'te alınan bir kararla, her yılki "\eni Beaujolais" mahsulü, reicoltesi. bundan böyle bağ bozumunu takip eden iki ay içinde olmazsa olmaz bir kuralla. her kasım ayının 3. perşembesinin geceyansı saat 00.00'da tüketime sunulacaktı. Bu şarabın bağcılan, açıkçası kasabalanmn adının hakkını veriyorlar. "Beaujeu (Bojö) - Güzel Oyun". Her yıl Fransa'da tüketimi azalan ama dünyada satışı artan, "Beaujojais" 1998'de 62 milyon şişelik bir mahsulat hazırlamış. Bu ürünlerin yüzde 55'i ihraç edilirken, Fransız ekonomisine 60 milyon dolar kazandırmış. Bu yılki rekoltenin lezzeti ve kokusu hayli iddialı. Bağbozumu süresinde hava olağanüstü güzelmiş. 1999 mahsulü, bağın toprağına göre iki tipte. Genellikle art lezzet bırakrnayan taze şarabın ilk grubunun aroması kiraz, çilek kanşımı olmuş meyveler havasını yansıtırken, ikinci grup taze, hatta ham meyve parfumlerini çağnştınyor, ahududu, frenküzümü, hatta mayhoş bonbonlar gibi. 3000 yıldır şarabı şişeleyen Bojö bağcılan, akıllı bir kooperatif yönetiminin girişimiyle dünyaya 40 yıl önce kazandırdıklan bu ürünle yaratıcılığın smırlannın nasıl geliştirilebileceğinin ömeğini sergiliyor. Serin içihnesi gereken 12 derece alkollü, hoş bir "Beaujolais ViDage Nouveau"nun lezzet ve etkisinde yazıhnış bu satırlardan son nağmeler: "Yeni Bojole geldi - Dikkadi tüketin". Şişede durduğu gibi durmuyor zıkkım. İLAN . . .. , • ' T . C . ' • • - BAYBÛKT ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ'NDEN EsasNo: 1999/179 - Davacı DSİ Genel Müdürlüğü vekili Av. Hikmet Bekar tarafindan davalılar Hava Mercimek ve beş müştereği aleyhi- ne mahkememize açılmış bulunan tescil davasınm yapılan açık duruşması sırasında verilen ara karan gereğince, Davacı vekili dilekçesinde Bayburt ili Merkez Konursu kasabasında kain 1372 parsel nolu ve istimlak evrakında 12 parsel numarası ıle gösterilen taşınmazda 1800 m2'lik kısmm davacı idare adına tescılini talep etmış olup, Bayburt ili Merkez Konursu kasabasından Hava Mercıniek, Celil Mercimek, Meşküre Mercimek, Hatice Mercimek, Mustafa Mer- cimek ve Mahmut Mercimek'in tüm aramalara ragmen adreslerinin tespıti yapılamayıp davetiye tebliğ edilemediğınden ilanen tebliğine karar verihniş olup duruşmamn bırakıldığı 09./ 12.1999 günü saat 09.00'da mahkememizde hazır bu- lunmaları veya kendisini bir vekille temsil ettirmeleri, duruşmada hazır bulunmadığı ve kendisini de bir vekille temsil ettırmediği tâkdirde duruşmalann yokluğunda yapıhp karara bağlanacağı hususu HUMK.nun 213 ve müteakip madde- leri gereğince davetiye yerine kaim olmak üzere ilanen tebliğ olunur. Basın: 58366
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle