Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CUMHURİYET/6 DİZİ-RÖPORTAJ 15 EKİM 1990
Şan Francisco'nun Çin Mahallesi çok renkli, canlı bir köşe. Yaşlı bir Çinli, duyduğum en güzel aşk masalını anlatıyor.
Örümcek ağından aşkuçurtması. Çok geniş bir alana yayılan, hemen he-
,<£men yüz kilometre güneydeki San Jose ile
birleşen San Francisco, kırk üç tepe üzeri-
ne kurulmuş. Bu tepelerden en güzeli, kör-
feze ve kente en fazla hâkim olanı Twin Pe-
aks. Twin Peaks'den bakıyorum San Fran-
cisco'ya. Ve Yahya Kemal'in deyimiyle,
"Gczmedigim hiçbir yer göremiyorum."
tşte gemilere hâlâ yol gösteren Coit To-
wer, Market Street'in ışıklan, işte tapınak-
ları, lokantalan, vitrinlerde satılan ejderle-
riyle kırmızı, sarı, yeşil duvarlan ve kala-
balığıyla Çin Mahallesi; limanda demirli şi-
lepler, uzaklardan gelip uzaklara giden öz-
lem yüklü şilepler ve tramvaylar.
Nort Beach'den yokuş aşağı deli böcek-
ler gibi saldıran "telli tramvaylar." Her biri
ayn renkte, hepsi de tıka basa dolu, bir aşa-
gı bir yukarı gidip geliyorlar çan çalarak.
Eski İstanbul tramvaylanndaki gibi bunla-
ra asılmak, "Kesinlikle yasak ve tehlikeli"
değil. Insanlar salkım salkım tramvaylarda.
İşte Telegraph Hill, Golden Gate Park-
m ağaçlan. Ve körfezdeki çırpıntılı su! Bu-
radan bakınca güneyden gelen tspanyolla-
nn nasıl olup da iki yüz yıl boyunca bu gü-
zelim körfezi görmeden kuzeye doğru iler-
lediklerini daha iyi anlıyorum.
Körfezin okyanusla tek bağıntısı, bugun
Golden Gate Köprusü'nün birleştirdiği bir
boğaz çünkü. Boğaz, karaya doğru genişli-
yor, ama denizden bakıldığında fark edil-
mesi oldukça güç. İspanyolların "tyi Ot"
anlamına gelen "Yerba Buena" adıyla
1776'da kurduklan San Francisco bir Fran-
sisken misyonuyla misyonun çevresindeki
birkaç evden ibaretmiş. Rahipler misyon ki-
lisesinin yanmdaki uzun, alçak yapıda, yer-
liler ise ot damlı evlerde barınıyorlarmış.
Kentin gerçek tarihi bir yuzyıl sonra tüm
Amerika'yı alt üst eden, etkileri dünyanın
her köşesinde duyulan, artık efsaneleşmiş
bir olayla "altına hücum"la başlamış.
Yedi gram altın
24 Ocak 1848 yılında John W. Marshall
adlı bir marangoz, bıçkıhanesinin yanındaki
ırmakta yedi gram ağırlıgmda bir altın to-
zu bulur. Aynı yıl Guadalupe-Hidalgo Sa-
rayı'nda imzalanan barış antlaşmasıyla bir
yıl önceki savaşta yirmi yedi bin olü veren
Meksika, Kaliforniya'yı Amerika Birleşik
Devletleri'nin egemenliğine bırakmışur.
Uç ay sonra ilk altın tozunu bulan Mars-
hall'ın çenesini tutamaması ve The Califor-
nian gazetesinde çıkan birkaç satırlık bir ha-'
ber, "altına hücum"un "depart" işaretini ve-
rir. "Depart" diyorum, çunku gerçek bir
maraton, bir uzun yarıştır başlayan.
İpini koparan San Francisco'da alır so-
luğu. Kuzeyin işsiz guçsüz takımıyla seru-
ven düşkunleri, doğunun serserileri, kimi
yaya, kimi katır ya da at sırtında koskoca
kıtayı geçerek, yolda Kızılderilileri öldurup
kayıplar vererek, hastalık, soğuk ve sıcak-
tan kınlarak, çölleri ve düzlukleri, sıradağ-
lan aşarak zengin oima dü|Jeriy!ç^an F^ran-
cisco'yu bir anda panayır yerine ç^vinrler.
Deniz yoluyla gelenler de vaKlır. Aylar
süren yolculuk boyunca tıka basa dolu ge-
milerde salgın hastahklar başgosterir, yan-
gınlar çıkar, cinayetler gırla gider, fırtına-
da geminin yükünun azalması için eşyalar,
hatta kaçak yolcular denize atıhr. Kentin li-
manı yalnızca altın arayıcılarırun değil, tay-
falarla kaptanların da terk ettiklerı gemi-
lerle dolar.
Bu gemileri gösteren 1850'lerin başında
çekilmiş eski bir fotoğraf gördüm otelde. Li-
man yelken direklerinden ibaret bir orman-
dı. Yalnızca yelkenlilerle değil, yandan çark-
h gemilerle de Kaliforniya kıyılanna akın
başlamıştır.
Bu yandan çarklılardan biri 1848 ekimin-
San Francisco'nun gerçek
tarihi "altına hücum" ile
başlar. 24 Ocak 1848'de John
W. Marshall adlı bir
marangoz, bıçkıhanesinin
yanındaki ırmakta 7 gram
ağırhğında bir altın tozu
bulur. Daha sonra ipini
koparan San Francisco'da alır
soluğu.
Tam bir köprüler kenti San
Francisco. Sis bastıkça
canavar düdüklerinin
senfonisi duyuluyor. Golden
Gate'in altından körfeze
dökülen on iki ırmağın suları
siste okyanusa akıyor. Ve
bizim Boğaz Köprüsü'nde
olduğu gibi bu köprünün
üzerinden de atlayıp canlarına
kıyıyorinsanlar.
San Francisco göklerini
süsleyen rengârenk
uçurtmaları yapan çok yaşlı
bir adam yaşardı Çin
Mahallesi'nde. Bir gün kömür
gözlü bir çocuk geldi tapınağm
avlusuna. "Amcabenâşık
oldum" dedi, "Sevdiğim kız
aşkımı ispat için örümcek
ağından bir uçurtma yapmamı
istiyor..." Yaşlı adam ona
baktı ve güldü: "Onu çok mu
seviyorsun?.."
de Ne\v York Limanı'nı iki yuz on yolcuyla
terk ettikten sonra ta güneyden Macellan
Boğazı'ndan dolaşarak San Francisco'ya
doğru yoluna devam etmiş, Panarna açık-
larında Güne> Amcrıka'nın çeşitli ülkelerin-
den gelen yeni yolcuların akınına uğraya-
rak ancak 1849 yılının şubat ayında bin beş
yuz kışiyle San Francisco körfezine demir
atabilmişti.
Yalnızca ipten kazıktan kurtulmuşlaria iş-
siz güçsüz takımı değildi Kaliforniya'ya ge-
lenler. Koylüler topraklannı, çiftçiler çift-
liklerini, işçiler fabrikalannı, memurlar bü-
rolannı, papazlar kilıselerini bırakıp hep ay-
nı duşün, altın bulup zengin olma, moda
bir deyimle "köşe dönme" düşunün peşin-
den yollara dokulüp geliyorlar. Kimisi yol-
da, kimisi kırda bayırda ölüyor, sağ kalan-
lâr da alWı bıiîamadıklan için intihar
ydrlardı.
F
KoriftffîÇbir goç dalgası, önüne geçilmeZ
bir zengin olma hırsı sarmıştı tum Ameri-
ka'yı. Bu dalga fahişeleri, kumarbazları ve
yatınmcıları da sürükledi peşinden. San
Francisco her türlü insarun kaynaştığı, eğ-
lence ve fuhşun hızla yayıldığı, buna karşı-
hk fabrikalarla şirketlerin de çoğaldığı koz-
mopolit bir kent oldu sonunda.
İlk gelenlerden bazılan gerçekten zengin
oldular, sona kalanlarsa dona kaldılar. Işi
hırsızlığa, yankesiciliğe vurdular. Kentte gu-
venliğın sağlanması oldukça zorlaştı. Bunun
üzerine guvenlik güçlerinin işini "namuslu
vatandaşlar" üstlenip en küçük bir hırsız-
lık olayının failıni bile linç etmeye kalkıştı-
lar. Suçlunun yanında suçsuz, kurunun ya-
ÇİNLİ RENKLER- San Francisco'da Çin Mahalksi'nden bir görüntü. Çubukkuia pilav yiyen iki Çinli bayan ve bir Amerikah.
nında yaş da yanmaya, kentte eşı gorülme-
dik bir terör havası esrneye başladı.
Neyse ki altın kısa zamanda tükenince
soygunlar da azaldı, zengin olma düşleri-
nin yerini uzak ülkelere kaçıp gitme düşle-
ri almaya başladı. Gemilere tayfa olarak ya-
zılanlar Çin'e Maçin'e gittiler, kalanlarsa bir
iş bulup ekmek parası kazanma derdine
diiştüler.
Ve 1906 yılında korkunç bir deprem "al-
tına hücum"un tüm günahlarından arıttı
San Francisco'yu. Kent yerle bir oldu. Su
şebekesi büyuk zarar gordüğünden depre-
min yol açtığı yangın tam üç gün sürdü.
Yirmi sekiz bin konut yıkümış, beş yüz
kişi ölmüş, sokaklar yakınlarını arayanla-
rın feryatîanyla dolmuştu. Jack London,
Şan Francisco dive bir kent yok" diye
___^_ lu gazetede. Ktk* kent, üstelik es-
.kisipden daha görkemli bi4.bie.imde yeni-
den kuruldu. Küllerinden doğan Anka ku-
şu gibi. Geçen yılki deprem yine yerle bir
etti bazı mahalleleri, ama gökdelenlere do-
kunmadı. Köprülerden biri yıkıhnca, olan
bitenden habersiz arabaların bazıları surü-
cüleriyle birlikte denize uçtular yalnızca.
Köprüler kenti
Twin Peaks'den işte bu yeni kente, bu es-
ki denize bakıyorum. Yangın yerinden yük-
selen gökdelenlerin camlarına guneş vuru-
yor. Transamerica Building'in bir piramidi
andıran sivri çatısı deliyor gökyüzünü. Gol-
den Gate Köprusü'nü, Oakland Bay Köp-
rüsu'nü, San Rafael, San Mateo ve Dum-
berton koprülerini de göruyorum.
Bir köprüler kenti San Francisco. Sis bas-
tıkça canavar düdüklerinin senfonisi duyu-
luyor. Golden Gate'nin altından körfeze dö-
külen on iki ırmağın suları siste okyanusa
akıyor. Ve bizim Boğaz Köprüsü'nden ol-
duğu gibi bu köprünün üzerinden de atla-
yıp canlarına kıyıyor insanlar.
Wheatland Vakfı'nın duzenlediği Ulus-
lararası Yazarlar Kongresi'ne katılmak için
geldiğim San Francisco'da boş zamanları-
mı sokaklarda dolaşarak, "Cable-Car" adlı
teleferik sistemiyle çalışan eski tramvayla-
ra binerek, limanın tam karşısındaki Alcat-
raz Hapishanesi'nin günbatımındaki ürkü-
tücü silüetini seyrederken Alcatraz Kuşçu-
su filminde Burt Lancaster'in beslediği kuş-
ları ammsayarak, epeydir kullanılmadığın-
dan hapishanenin demir parmaklıklarmın
paslanmaya başladığmı, duvarlann nemden
çürüdüğünü, elektrikli sandalyenin hurda-
ya çıkarıldığını düşleyerek geçirdim. Ve el-
bette Çin Mahallesi'ni görmeden edeme-
dim. San Francisco'nun Çin Mahallesi, bel-
ki Pasifık'e açılan bir liman kenti olduğun-
dan dünyadaki en güzel, en canlı, en ilginç
Çin mahallesi.
New York'un, Boston'un, Paris'in Çin
mahallelerinden daha renkli, daha görkem-
li, çok daha büyük. Orada tapmağın avlu-
sundaki eski bir sıraya oturmuş, dalgın göz-
lerle çatınm kıvnmlarına bakan yaşlı bir
adamla tanıştım. Beyazlaşmış sakalını ara-
da bir sıvazlayarak bir aşk öyküsü anlattı
bana. Şimdiye dek dinlediğim bu en guzel
aşk öykusünü yaşlı Çinliden duyduğum gi-
bi yazıyorum. lster inanın ister inanmayın.
Bu mahallede yaşlı bir adam yaşardı, yeri
yurdu belirsiz, günlerini tapınağm avlusun-
daki eski sıranın üzerinde geçiren bir bilge.
Kimse onun nereden geldiğini, gençliğinde
neler yaptığını, nasıl yaşayıp neyle geçindi-
ğini bilmezdi. Çünkü çocuklardan başka hiç
kimseyle konuşmaz, tapınağa gelenlerin
verdikleri yiyecekleri de kabul etmezdi. Ar-
tık eli ayağı tutmaz, gözleri guç seçer olmuş-
tu. Yine de iyi günlerinde çocuklar için
uçurtmalar yapar, karşılığında hiçbir şey is-
temeden kırmızı, yeşil, mavi renkli uçurt-
maları çocuklara verip yavruları sevindirir-
di. San Francisco gokleıini süsleyen kadife
kanatlı kelebekler, ateş rengi kuşlar, ağzın-
dan alev fışkıran ejderlerle iri yapraklı, be-
yaz zambaklar,onunelinden çıkmaydı.
Bir gün kömür gözlü bir çocuk geldi ta-
pmağın avlusuna. Yaşlı adamın oturduğu sı-
raya yaklasarak şöyle dedi:
— Amca ben âşık oldum.
— Senin yaşmda âşık olunur muymuş
hiç!
— Âşık olmanm yaşı yoktur ki...
— Peki, sevdiğin kim bakalım?
— Bizim sokakta oturan mavi kurdeleli
kız.
— Peki, o da seviyor mu seni?
Çocuk sustu. Çekik gözlerinden iki dam-
la yaş süzüldü.
— Önce onu sevdiğimi kanıtlamamı isti-
yor benden.
— Yaa, diye mırıldandı yaşlı bilge. Son-
ra "Kız haklı, diye duşündü, aşk şüpheci-
dir. Seven, gerçekten sevilip sevilmediğini
bilmek isterî'
— İşte böyle... Üstehk olmayacak bir ka-
nıt istiyor diye yakındı çocuk.
— Neymiş o kanıt?
— Örümcek ağından bir uçurtma. Bu
uçurtmayı ona verirsem o da sevecekmiş be-
ni. Benim onu sevdiğim kadar hatta daha
da çok.
— Desene senden bir mucize bekliyor
sevgilin.
— Evet. Bu mucizeyi olsa olsa sen ger-
çek kılabilirmişsin. Doğru mu, bu iyiliği ya-
par mısın bana?
Yaşlı adam sakalını sıvazladı, uzun uzun
düşündü. Çocuğun umut dolu bakışlarını
içinde, yüreğinin ta derinlerinde duydu.
Sonra:
— Peki, dedi bir şeyler yapmaya çalışı-
nm. Bildiğin bir örümcek var mı?
— Evet var, diye sevinçle yanıtladı çocuk.
Örümcek, Çin Mahallesi'nin güneş gir-
meyen bir bodrumundaydı. Bulaşık sularıy-
la yemek artıklannın atıldığı bir lokanta-
nın bodrumunda. Ağını rutubetli, taş du-
vara germiş; karafatmalarla sineklerin ta-
kılmalarını bekliyordu. Çocuk karanlık
bodruma girip ağı tel tel topladı, getirip yaş-
h bilgeye verdi. Bilge gece gündüz demeden
titreyen elleri, gormeyen gözleriyle çalıştı ça-
baladı, sonunda örümcek ağından güzel bir
uçurtma yaptı çocuğa. Bu hediye kızı öyle-
sine mutlu etti ki ömrünün ilk öpücüğüyle
birlikte şunlan söyledi çocuğa:
— Seni seviyorum. Seni olünceye dek se-
veceğim.
— Ben de diye yanıtladı çocuk.
El ele tutuşup TVin Peaks tepesine var-
dılar. Yaşlı bilgenin hünerini sevinçle saldı-
lar gokyuzüne. Uçurtma havada dagılma-
dan bulutlara doğru pınl pırıl yükseldi. Bir
daha da hiç inmedi yeryüzüne. O böyle na-
rin, böyle nazlı gökte uçup durdukça çocuk-
la sevgilisi de yaşamlarının sonuna dek sev-
diler birbirlerini.
Bakışlarımı aşağıda giderek yayılan, ya-
yıldıkça da göz kamaştuan San Francisco
1
dan gökyuzune çevirdim. Kuçuk sevgilile-
rin uçurtması ötekilerin arasındaydı. Örüm-
cek ağından çıtalanyla pır pır edip duru-
yordu rüzgârda. Uçurtma uçuran çocuklar
arasından geçip otelime dönerken Kerouac'-
ın Yolda adlı romanını anımsadım.
Kerouac, söz konusu romanında serseri
ruhlu iki kahramanın, Sal Paradise ile De-
an Moriarty'nin batı kıyısına varmak için
çıktıklan yolculuk boyunca başlarından ge-
çenleri anlatır. Romanın başında New
York'ta yol arkadaşı Dean'le taruşan Para-
dise, Pasifik kıyısının nasıl bir yer olduğu-
nu henüz bilmemektedir. Yine de onu batı
kıyısına çeken bir şeyler olduğunu hisseder:
"Yolculuğun bitiminde güzel kızlara rast-
layacağımı, eşsiz göruntülerle karşılaşıp
dünyayla dolacağımı, bir yerlerde mucevheri
bulacağımı biliyordum!'
San Francisco'da, ona verilmiş en değer- ı
li ödül olan bu güzel kentte dünyanın öbür <
ucunda gibidir. "Beat Generation"un baba-
sı Jack Kerouac da bir altın arayıcısıydı, yol-
lara düşmüş bir serseri, topluma başkaldı-
ran bir kıyı adamı. Sonunda uzun yolculu-
ğunun bitiminde, burada Pasifik kıyısmdaki
bu beyaz kentte buldu aradığı özgürlük or-
tamım. Ve onun izinden yürüyecek şairleri
de peşinden San Francisco'ya sürükledi. tşte
bu şairlerden biriyle Kerouac*ın dostların-
dan ve "Beat Generation"un en önemli tem-
silcilerinden Lawrence Ferlingbetti'yle tanış-
mak San Francisco'nun bana verdiği en gü-
zel ödül oldu. Se"nin buraya dek gelip ba-
na yaptığı güzel sürprizi saymazsak tabii.
Yarın: Issız kumsal
GÜNEYDEN
POKTRELER-1YaşlıYörük çadınnı plaja kurar1ŞIL ÖZGENTÜRK
Toroslar'da artık kırk gün
kırk gece süren düğünler yok.
Guzelim turküler de bitmiş.
Kendini en Yörük ilan eden Ali
Koc'un deyişiyle dağlarda artık,
"Mal var ayran yok
Çaydanlık var çay yok
Kız var alacak babayigit yok."
Bir zamanlar dağiarın efendi-
si olan Yörükler şimdi güney sa-
hillerinin garsonu, araba yıkayı-
cısı, turist avcısı, en kabadayısı
da üç dört çadırlık mocamp
sahibi.
Bu en kabadayılardan biri Ali
Koç, Osmanlı'dan kalma tuğra-
Iı tapusuna güvenip Kız Kalesi-
nin tarihi ören yerine kampmı
kurmuş, köy karakolunun uzat-
malı başçavuşuyla başı belada,
ama altmış dört yaşındaki Ali
Koç, kendi deyişiyle turistlerin
denizde çevirdikleri "sinemas-
kop, renkli, tekmili birden otuz
altı kısım" filmleri izlemekten
vazgececeğe benzemiyor. Üstelik
onu "iflah olmaz sevdalara" sü-
rükleyen o Ankaralı bayan bu yıl
da çıkıp gelmiş. Artık kim kor-
kar hain kurttan...
"Dağlara çıkıp da ne
yapacaksın" diyor Ali Koç, "iş-
te en Yöruk biri karşında dunı-
yor. Ben durumu sana bir güzel
hikâye edeyim. Yaz! Yorüklerde
artık mal var ayran yok, kız var
alacak babayiğit yok, odun var
ekmek yapacak un yok. Kıran
girmiş çadıriara, bir alaca yı-
başka türlü çekilmez" diyor, "en
iyisi ben başlayayım, ya AJlah..."
ve Ali Koç başlıyor anlatmaya.
Bir başlamayagörsün, dur durak
bihniyor artık. Deniz onun dağ
masallannı alıp götürmemiş he-
nüz... Nerede abartıyor, nerede
doğru söylüyor, ne önemi var.
Bir Çukurova türküsü gibi alıp
başıru gidiyor. Bereket, yolumuz
uzun ve henüz hiçbir Yörük ça-
dırına rastlamadık.
"Ah" diyor AU Koç, "ah, ko-
calıkta aşk derdi çekmek zor-
muş. Bunca yaşıma geldim, böy-
le sevdalara düşmüşlüğüm yok-
tu. Ah, o Ankaralı bayan, yaktı
beni, saranp soldum. Az diller
dökmedim, oyun bile oynadım
Dinle, o zamanlar biz dağlar-
dayız, bilirsin oralarda aşiretler
halinde yaşanır, zaman o zaman
başka aşiretten bir kıza sevda-
landım, alıp getirdim. Kız çay
yaptı, içtik, sonra konnklar gel-
di, 'Git çay getir' dedim, getir-
di, ama olacak iş değil, bardak-
lar kirli. Ben kizardım bozar-
dım, neyse uzatmayahm, konuk-
lar gitti. 'Hanım r>e' dedim, 'da-
ha ilk günden beni mahcup et-
tin. Bardak yıkanır öyle getiri-
lir.'
Abov. hanımda bir ağlama
bir inleme, 'Bu da mı başıma ge-
lecekti, cam da mı yıkavacaknm'
diye inliyor. Meğer camı göre
göre sadece pencerede görmüş
nl oynar, fınl fırü... Yani anla-
yacağın kız gelmiş dogum zama-
nına. Benden önce atılao tohum
tutmuş. Vay benim başım, götii-
riip kızı baba evine bıraktım ta-
bii. Hiç akıl tutmaz beni. Kız
kaçtrdım hapse girdim, kız ka-
çırdım hapse girdim, belki beş,
belki on, alıştım bu işe, şimdi-
lerde kocaldım gayri, bu yuzden
bizim keçi çobanı kanya kal-
dım."
lç çekip bir an susuyor Ali
Koç. Fırsattan yararlanıp hemen
soruyorum, "Kilometreîerce yol
gittik, etrafta hiç Yörük yok, ne-
reye gitti bunca cadır?"
Ali Koc, ben sana söylemiştim
der gibi başım sallayıp "Yörttk
Toroslar'da artık eski Yörük gelenekleri yok. Yörükler artık güney
sahillerini mekân tutmuş. 64 yaşındaki Ali Koç kendini "en Yörük"
olarak tanımlıyor. Osmanlı'dan kalma tuğralı tapusuna güvenip
çadınnı Mersin Kız Kalesi'nin ören yerine kurmuş. Aşağıda plajda
turistler "32 kısım tekmili birden renkli sinemaskop film çeviriyorlar!'
SON YÖRÜKLER — Ali Koç, Yöruklüğün geleneklerini yaşayan son kuşaktan.
"Att Koç" diyorum, "gd etme,
hiç olmazsa yılanları görmeye
gidelim, dag havasını, kekik ko-
kusunu özlemedin mi?"
"Vay başıma gelenler", diyor,
"desene bize yol gönindü. Ha-
di duş onüme bir, dağlara vnra-
lım bakalım, belki hâlâ mal pe-
şinde koşan bir iki Yörük kal-
mıştır."
Hep birlikte bozuk dağ yolla-
rına vuruyoruz. Bir süre gittik-
ten sonra o, "Bu yol çok uzun,
onun için... Geçtim karşısına,
gözlerinin içine baka baka vur-
dum Misket havasını. Pek bir
faydası olmadı galiba, oysa alıp
bir götürse beni Ankara'ya».
Söz vallahi, çok efendi, çok us-
lu bir içgüveysi olurum ben. Da-
ha iyisini nereden bulacak?
Çünkü iyi hoş kadın, ama cazi-
besini pek göremedim. Nazlanı-
yor. Kadın kısmı nazlanacak ta-
bii..."
Dayanamayıp soruyorum,
"Ah* Koç, butün kamp senin sev-
danı konuşuyor, bilmeyen yok,
hanımın ne diyor bu işe?"
"Cancagızım, aşka karşı du-
rulur mu? AUah'ın gucüne gider
sonra, çarpılırsın. Hem benim
hanım ne diyecek ki? O bu işle-
ri bilmez, kanlığı unutalı epey
oluyor. Sen bakma benim yakı-
şıgım kıt, ama ensem kırmızı,
yani bende cazibe var. Az girip
çıkmadım bu kan kız davasın-
dan içeri. Lakin bende sevdaya
sevdalanma hastalığı var. Yani
iflah olmam.
va\rucak, onu da yıkanmaz bel-
lemiş. Tabii ertesi gün teslim et-
tim aşiretinc Bardak yıkamayı
belkmeyen kanlığı nasıl belleye-
cek... Olur mu, olmaz."
"Bende bu kan bdası bitmez.
Gene sevdalanmışım birine, al-
dım kızı kaçırdım, dağa geldik,
tabii cinsel Uişkiye gireceğiz. Vay
baba ben aranm kızın kızlığını
bulamam, sorarun 'Kız hani ne-
rede?' diye, o 'tşte şurda işte
burda' der, ben aranm aranm
'Hani nerede kız?' 'tşte şurada,
sağda, az daha sagda.' Sonunda,
anlayacağın gibi bizim sevdalı-
mız kızoflankız çıkmamtş.
Götiiriip aşiretine bıraktım
hemen, aşiret belalı, kızın yaşı
da küçük, hadi bir şikâyet, hop
ben içerdeyim. Hemen kayınba-
bama bir mektup yazdım, 'ben
ettim sen etme' filan diye.» So-
nunda kayınbabam beni bağış-
ladı, ama devlet bağışlamadı.
Tam üç ay yatıp çıktıra. Gittim
kızı aldım tekrar. sarıldım, ya-
hu bu da ne, kızın karnı fınl fı-
cadın filan yok aruk," diyor. "O
kıl çadırları şimdilerde şu yapı-
lan oyunlar var ya hani ne diyor-
sunuz festival mi nedir, oralar-
da gösteriyoriar, turistler merak-
lı bu işe.. Daglılann da işine ge-
liyor, tanesi kırk bin liradan ve-
riyoriar çadın. Gitseydik birkaç
festival görürdun. Neyse, neyse
hadi biraz daha tepelere çıkalim,
belki... Ama once şu benim og-
lanın hikâyesini de bir dinle.. Ki-
me çekmiş, tabii babasına». Ma-
şaallah. Lakin onun hem yakı-
şığı bol hem ensesi kırmızı."
"Bizim oğlan dagı az bilir, o
deniz çocuğu sayıhr. Gene de kı-
zı dağlılardan kaçırdık. Elbette
bu kız kaçırma işinin bir maddi
tarafı var, diıgün dernek yap-
mazsın, paralar cepte kalır. Ge-
lini alıp kampa getirdik. Önce-
leri iyi güzel, lakin gördün,
kampa turist kadınlar geliyor.
Bizim oglana da elli yaşmda bir
Alman madaması göz koydu.
Aldı götiırdü oğlanı Almanya-
ya. Basü resmi nikâhı. Kaldı mı
gelin iki çocuguyla benim
başıma.
Oğlan yaz başı Alman ma-
damla geldi, bir ev tuttu, işte ne
olduysa oldu, o zaman bizim ge-
lin dellendi. Çok kuvvetli aga-
beyleri filan vardır gelinin, iyi
bir aşiretten olur, hemen ogla-
nın yanına vardım 'Etme oglum',
dedim 'başımızı belaya saracak-
sın, şu gelinin de yanına bir ug-
rayıver.' Bu arada da madam ba-
ğınr 'Süleyman benim, Süley-
man benim.' tyi ya anladık, se-
nin, ama nefis bu, insanın canı
çeker.
Neyse cancagızım, baktım bir
sabah gelin telaşlı oradan oraya
sekip duruyor, 'Kız gelin, bu ne
hal' dedim, 'Süleyman gelecek'
dedi. O gece Süleyman geldi, ne
oldu ne yaptı Allah'ın yanında
mübarektir o gunden sonra ge-
lin bir yavnı ceylan oldu, mada-
ma bile hizmet etti."
"Ali Koç, gelini niçin yanında
tutuyorsun, evine yollamıyor-
sun" diye birdenbire soruyorum.
"Bende âdet başkadır" diyor,
"Kayınbaba dedigin gelini konı-
malı. Hem de sımsıkı korumalı."
Zamanlar geçmış, Ali Koç hiç
durmadan anlatmış ve biz çok
uzaklara varmışız. Ali Koç epey-
dir sessiz, önumuzde uzanan ge-
niş vadiye bakıp duruyor.
"Bu vadide az at koşturma-
dım ben" diyor, "o zamanlarda
ekmek kokusu taa uzaklardan
duyulurdu, geunler de kekik ko-
kanb._ O zamanlarda gülmenin
tadı, söylemenin bir adabı var-
dı..."
Arabadan inip vadiye uzun
uzun bakıyoruz. Nerede o ek-
mek kokusu, nerede o turküler?
Yok.
Çok uzaklarda kara bir çadır
görünüyor. öylece duruyor ora-
da. Öyle, kimsesiz.
Ali Koç, "Yürii bir yol, çadı-
ra ugrayalım- diyor, "belki bi-
ze bir tas ayran ikram ederler."
Yaruı: Zeyaep Kaduı