Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
13 TEMMUZ 2007 CUMA kitap A S I Z P E R T A V S I Z P E R V KULE CANBAZI SUNAY AKIN C İstanbul’a yakın olmak!.. 15 Enis BATUR Ölüm Kampları Akıl Dışının Fotoğraf Albümü II. Dünya Savaşı'nın bitimiyle dünya kamuoyunun öğrendiği en yakıcı gerçek, şüphesiz Yahudi soykırımıyla bağlantılı veriler oldu. Bilenlerin bildiğini biliyoruz bugün, artık gene de, Dünya (ezici çoğunluk) 1945 sonrasında, usul usul, olay'ın boyutlarını kavrayabilmiştir. Bilgi akışı bugünkü kadar hızlı değildi, 60 yıl önce. Bilgi akışı bugünkü kadar hızlı olsaydı bir şey değişmezdi: Nazi Almanya'sı olupbitenleri göstermeme yolunda sağlam bir stratejiye sahipti. Körfez Savaşı yaşanalı topu topu kaç yıl oldu; savaşı naklen televizyondan izleyen Dünya ne gördü, ona ne'yin gösterildiğini şimdi anlamış olduğunu ileri sürmek elde midir? Bağlaşık orduların ileri güçleri 1945'te, Doğu’dan Polonya'ya, Batı'dan Almanya'ya girdiklerinde “toplama kamp”larıyla karşılaştılar. Kulaktan kulağa gezinen yılgı öykülerinin rivayet olmadığı böylece saptandı ve çarçabuk iletildi: 'Lager'ler “çalışma kampı”ndan çok “ölüm kampı” niteliği taşıyormuş, bilgisi yayıldı. 1945'te, kamplara girildiğinde, olup bitenler ile ilgili öğrenilenlerin sınırı henüz dardı. Olmuş bitmiş olanlar'a ulaşılması kaçınılmaz biçimde vakit isteyecekti. O aşamada dünyayı, insanları yılgıya düşüren bilgi başka bir düzlemdeydi henüz: İnanılması olanaksız olanı önce inanılması güç olana tercüme etmek gerekecekti. Primo Levi bu bağlamda net bir açılım getiriyor kanımca: “Olgu, gerçeğin ötesine geçen bir şeydir, çünkü indirgenemediği mantıksalussal terimlerle ifade edilemez. Olgu, belli bir açıdan bakıldığında, ölçülebilir olmaktan çıkan şeydir; gerçek düşüncesiyle örtüşmez, en azından gerçeği görmeyi alıştığımız akılcı yoldan mümkün değildir bu. Kaldı ki, bir duruşmada, tanıktan bir olgu üzerine değil de bir olay üzerine bilgi vermesi beklenir. Savaşın sonunda, olayların bir bölüğü açığa ırdöndü balkonundan baF kıldığında tüm İstanbul’un görüldüğü bir kule yapılması istenir, Senekerim Balyan Usta’dan. Bu, kentin neresinden bakılırsa göze batacak bir kule demektir mimar için. Yangın gözetleme kulesinin yapılacağı yer de, tarihi yarımadanın ortasıdır. Sultanahmet, Ayasofya, Süleymaniye gibi camilerin minareleri ve kubbeleriyle ters düşmeyecek, dünyanın bu en güzel siluetiyle uyum içinde olacak bir kule tasarlamanın hiç de kolay bir iş olmadığını takdir edersiniz. Senekerim Balyan Usta zor da olsa bu işin üstesinden gelmeyi başarır ve Bayazıt Kulesi’ni armağan eder İstanbul’a. Şimdi bir oyun oynayalım hayalimizden: Galata Kulesi’yle Bayazıt Kulesi’nin yerlerini değiştirelim. Galata Kulesi, tarihi yarımadanın içinde sırıtırken, Bayazıt Kulesi de Galata’nın dokusuyla ters düşer. Senekerim Balyan Usta’nın sırrı nedir öyleyse? Ne yaptı da mimar, sur içinin görünümüyle uyum içinde olan bir kuleyi istenilen yere kondurmayı başardı? Primo Levi çıkmıştı gerçi; ama olgu kavranabilir türden değildi: İnsanların, İnsan'ı vardığı noktada, öylecene görmeleri zayıf bir olasılıktı. Yarım yüzyıl sonra, farklı nedenlerle siyasi taraf olanlar (sözgelimi Roger Garaudy) bir yana, pek çok 'ortalama insan'ın “gerçekten de bu kadarı (ve: Öyle) olmuş mu?” sorusunu yöneltebilmelerinin kökeninde yalnızca aymazlık ve bilgisizlik midir okunan: Yoksa, o bilgiyi gerçekte istememek mi? Soykırım bağlamında, Savaş sonrasında, üç ana eğilimin ortaya çıktığı gözlemleniyor. Bir yakada, bilmek istemeyenler yer alıyor. Bunları kendi içlerinde ayrıştırdığımızda farklı kümeler beliriyor: Olgu'yu onaylayan ama bunu sıcağı sıcağına ifade edemeyenler; Olgu'ya inanamayan, bu nedenle de inanmama çizgisinde direnç gösterenler. İkinci yakada, daha fazlasını bilmek istemeyenleri görüyoruz. Olgu'yu küçümsemiyorlar şüphesiz; ama durmadan kazılmasına da karşılar: İnsanlık Tarihi'nin en büyük utancını unutmanın en doğru yol olduğuna inananlar da var bu kümede, üzerinde duruldukça gerçeğin yorulacağını düşünenler de. Üçüncü yaka köktenci: Her bilgi kırıntısına ulaşılmalı. Hiçbir iz unutulmamalı, unutturulmamalı. Öyleyse, 1945'te ya da 2007'de, olguyu kabullenememeyi anlamak değilse bile anlam landırmak güç değil. Kaldı ki, başlangıçta, olup bitenler'in bir çatı altında toplanmaları, buluşturulmaları, kısacası bilginin deriştirilip soğurulması sözkonusu olamamıştır. 1945'te bilinen, bilindiği kadarı daha çok kurguydu; veriler usul usul toplanmaya başlanacaktı. Sürecin bir ucu işte oraya iniyor. Verilerin sahipleri, verilerin çoğunu yok edecek, bir çoğunu hiçbir zaman varetmeyecek bir plan'a dayandıkları için izler geniş ölçüde silinmişti. Kalan parçaları toplayıp buluşturmak yolunda ciddî emek ve vakit harcanacağı belliydi. Öbür ucu, önceleri, kimse pek hesaba katmamıştı: Tanıklara ulaşmak, onlardan elde edilecek bilgileri figürün belirmesi amacıyla bir araya getirmek akla getirilmiyordu henüz. Dünyanın durumu karışıktı: Savaş, bir başka cephede sürüyordu; Avrupa'da, özellikle de Almanların işgalindeki topraklarda ucu belirsiz bir fetret dönemi yaşanıyordu; eski kıta için yeni bir paylaşım kavgası gündemin ilk sırasındaydı; bir yandan da, İsrail'in kuruluş çalışmaları üzerinde yoğunlaşılmıştı. Kimsenin dönüp “hayatta kalanlar”a bakacak hali yoktu. Onlara gelince: Olgu, her birini tarumar etmişti. Yaralarını hiçbir zaman saramayacaklarının hemen farkına varmışlardı. Üstelik, pek çoğu için bir kere daha ayakta ve hayatta kalma sorunu doğmuştu. Olağan akışına dönme uğraşındaki dünyalılar, dünyanın ötesinden gelen, çünkü oraya götürülen bu komşularını duymaya, dinlemeye, görmeye hazır ve yatkın kesinkes değildiler. Bir zaman böyle geçecekti. Bir zaman böyle geçti. KULENİN SIRRI... İstanbul’a eşsiz güzellikte eserler kazandıran Balyan ailesinin bir ferdi olan mimar, aylarca düşündü; neredeyse kurdeşen döküyordu! Abarttım sanmayın, kolay mı öyle İstanbul’a kule yapmak? Gökdelen mi dikiyoruz ki, kentin görüntüsüne uygun olduğunu düşünmeden koyver gitsin!?. Senekerim Balyan Usta sonunda buldu yapacağı kulenin neye benzeyeceğini! Dış hatlarında Osmanlı’nın çizgilerini taşıyan büyük bir savaş topu yaparak Bayazıt’a kule diye koydu diklemesine!.. Evet, Bayazıt Kulesi’nin mimarisi, ağzı gökyüzüne gelecek şekilde oturtulmuş bir savaş topundan başka bir şey değildir!.. Bir silahın bu şekilde duruşu barış anlamına gelmektedir. Öyleyse şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; dünyanın en büyük barış anıtı İstanbul’dadır! Bayazıt Kulesi’nin bu sırrını bilmiyorduysanız, İstanbul’a uzaktınız. Oysa şimdi biraz daha yakınlaştınız... Yılda bir kez bir araya gelmelerine izin vardı. O gün dışında, böylesine kalabalık bir şekilde toplanmaları mümkün değildi. Sarayın izniyle hepsinin katıldığı bu tören, mayıs ayının son cuması yapılırdı. Günün her dakikasını doyasıya yaşamak için, güneş daha doğmadan toplanırlardı, bir tepenin eteklerinde. Patikalardan yukarıya doğru çıkarlarken, güneş de yükselirdi, onlarla birlikte. Hepsinin ortak özelliği kara tenli oluşlarıydı!.. Evet, onlar İstanbul’da yaşayan Afrikalı kölelerdi. Yılda bir kez toplanmalarına, yan yana gelmelerine izin vardı. Yamacından yukarı yüzlerce çift kara ayağın büyük bir coşkuyla tırmandığı tepe de, Çamlıca Tepesi’ydi. Zirvede buluştukların da hepsinin de mutluluktan yüzleri gülmekteydi. Mutluydular çünkü, o gün neşe içinde kendi dillerinden şarkılarını söyleyecek, hep beraber dans edeceklerdi. Ne dersiniz; siz bu yazıyı okurken Çamlıca Tepesi’nden bakanlar mı daha yakındırlar İstanbul’a, yoksa siz mi? 18 Mart 1915’te, işgal donanması Çanakkale’yi geçemez ama, Avustralyalı Henry Stocker kaptanlığındaki “AE 2” kodlu denizaltı Boğaz’ı aşarak Marmara’ya çıkmayı başarır. Onun açtığı yoldan 9 İngiliz ve 1 Fransız denizaltısı daha Çanakkale’yi geçerler. İngiliz denizaltıları gemilerimizi batırmakla kalmaz, bir tanesi İstanbul’a saldırarak Tophane’yi torpiller. Bu gelişme üzerine müttefikimiz olan Almanlar “U 21” denizaltısını İstanbul’a gönderirler. Alman denizaltısının kaptanını ziyaret eden arkeolog E. Unger, bir kayığı olup olmadığını sorar vatandaşına. Kaptanın “Ne yapacaksın kayığı? Hem etraf kayık dolu!” demesi üzerine, Alman arkeolog, araştırma yapacağı yerin cinli olduğunu düşünen Türklerin kayıklarını vermeye yanaşmadığını anlatır. Bunun üzerine kaptan, kayığı olmadığını ama isterse denizaltıda bir şişme bot bulunduğunu söyler. Bu habere çok sevinen Unger, botu kaptığı gibi, çalışma yapacağı mekâna doğru yola koyulur. İçi bir arkeoloğun nefesiyle dolu olan o bot sayesinde Yerebatan Sarnıcı’nın ilk planı çıkarılır!.. EN GÜZEL KENT Tavandan Yerebatan Sarnıcı’ndaki o eski Bizans suyuna düşen damlacıkların dalgaları yüreğinize şu an çok mu uzak?.. Ne kadar yakınsınız İstanbul’a?.. Sahi, hiç konuşur, sohbet eder misiniz onunla? İstanbul’un arkadaşı olmayı bir kez olsun denemediniz mi? Hep uzağında mısınız dünyanın bu en güzel kentinin? Uzağında durmayın, yakınlaşın İstanbul’a. Konuşun onunla; eğer, gönlünüzde göğsüne saplanan beton hançerlerin öfkesini, derisini kanatan asfalt yolların acısını duyuyorsanız, o da konuşacaktır sizinle. Hele bir de, kollarıyla ayaklarını geren asma köprülere bir yenisinin eklenmemesi için kararlı olduğunuzu anlarsa, sizin gerçek bir yurtsever, tarihine, kültürüne bağlı bir aydın olduğunuza kanaat getirecek ve bir dosta söylenecek sırlarını tek tek anlatacaktır. Siz de artık İstanbul’la yakınlaştınız demektir. O zaman da bana, “Tüm bunları nasıl biliyorsun, neden İstanbul’un en ilginç, en güzel öykülerini senden duyuyoruz” diye sormayacaksınız!.. Dahası, ailemden kalma tarihi bir köşke, tüm birikimimle aldığım antika oyuncakları koyarak, neden İstanbul’a ilk Oyuncak Müzesi’ni armağan ettiğimi daha iyi anlayacaksınız. Gılgamış Ölümsüz Yaşamın İzinde/ Sait Maden/ Çekirdek Yayınları/ 162 s. “Kazıbilimcilerin ve araştırmacılarınyüz elli yıl süren çabaları sonunda, bu destanın şimdiye dek ancak üçte ikisi elimize geçti. Ama geri kalan bölümünü elde etmemiz olanaksız artık. İleride, Irak'ta yapılacak yeni kazılarla birtakım eksikleri tamamlayabilecek yeni verilere ulaşmamız olanaksız. İnsanlığın bugüne kadar gördüğü en alçakça saldırılardan biri sonunda, Amerikan bombaları, yeryüzü uygarlığının eşik taşlarını yerle bir etti.” Sait Maden'in bir “şiir müzesi” kurma amacıyla tasarladığı ve daha önce iki cildi yayımlanmış olan çalışmanın çalışmanın üçüncü cildi olan bu kitapta, Gılgamış Destanı yer alıyor. Maden ayrıca, şair Federico Garcio Lorca'nın yaşamını anlatan, “Cinayet Grana'da İşlendi” adlı yapıtını da yine Çekirdek Yayınları'ndan okuyucuya sundu. Şiirler/ Paul Eluard/ Çeviren: Sait Maden/ Çekirdek Yayınları/ 234 s. “'Ozan, esinlenenden çok, esinleyen kişidir.' Böyle diyor Eluard. Kendisi de esinleyen bir kişi oldu. Nedir esinlediği? Umut, özgürlük, yıkıntı uzmanlarına karşı kin. Ve aşk, kadın aşkı, bütün bunları simgeleyen aşk. İnanılmayacak kadar yalın, özentisiz bir şiir diliyle, inanılmayacak kadar etkileyici bir sevecenlikle, insan kardeşliğini, insan güzelliğini akarsu duruluğunda, çocuk gülüşü inceliğinde duyup duyuran bir ozan. Ba rışa, özgürlüğe, günlük ekmeğin insanca paylaşılmasına yakılmış bir türküdür Eluard'ın şiiri. 'Başkalarının yaşamına, ortak yaşama katılmak' için 'tek insanın ufkundan herkesin ufkuna' atılmış köprüdür. Bu şiirin en umarsız, en karanlık yerlerinden bile bir güven çizgisi, bir umut ipliği geçer. Başlangıçta, kurucularından olduğu ve en büyük ozanı sayıldığı gerçeküstücülüğün ilk döneminde düşle gerçek arası ve duygusal tatlarla dolu bir dünyanın sevilen kadınla aydınlanmış, zengin imgelerle bezenmiş kapalı bir dünyanın bütün olanaklarına el attı ve özellikle İspanya İç Savaşı'ndan, Alman işgalinden sonra daha insancı, toplumsal boyutlar edindi, acıya, zorbalığa karşı bir iyilik, özgürlük, kardeşlik bayrağı oldu.” Bu kitapta Paul Eluard'ın şiirleri yer alıyor. AKP ve CHP'nin Gerçek Yüzü/ Vural Savaş/ Bilgi Yayınevi/ 304 s. “AKP ve CHP'nin gerçek yüzü bilinmeden, 'karşı devrim'in nasıl ve kimler eliyle gerçekleştiği; ekonomimizin nasıl çökertildiği ve TC'nin parçalanma sürecine nasıl sokulduğunun anlaşılmasına olanak bulunmamaktadır.” Vural Savaş, çeşitli konferanslarında, makalelerinde, televizyon konuşmalarında ve kitaplarında dile getirdiği, adı geçen partilere ilişkin bilgileri, genişletip güncelleştirerek bir araya getirmiş bu kitapta. Yaralısın Türkiye/ Enver Aysever/ Remzi Kitabevi/ 200 s. Enver Aysever, bu yapıtında sanattan siyasete ilgi çeken güncel gelişmeleri farklı bir açıdan yorumluyor... Hrant Dink'in öldürülmesinden Orhan Pamuk'un Nobel ödülü konuşmasına, “Baba ve Piç”ten Ferhan Şensoy'un tiyatro serüvenine ve Hasan Pulur'un nehir söyleşisinden nasıl bir cumhurbaşkanı istediğine, Atatürkçülük'ten Avrupa Birliği'nin sorunlarına uzanan değişik toplumsal olgular üstüne düşünüyor. Eğreti Burjuvalar/ Canan Barlas/ Merkez Kitaplar/ 104 s. “Modern toplum, örgütlenmiş toplumdur. Bunun içinde sivil toplum kuruluşları büyük önem taşır. Türkiye'de giderek sivil toplum düşünce hayatını etkilemektedir. İşte buralardan belki dürüst, çağdaş yönlendirmeler çıkabilir. Yine de sivil toplum örgütçüleri, geçen dönemlerin burjuvalarının yerini tutamaz. Hele günümüzdeki sosyetenin, elit bir duruma gelmesini hiç sağlayamaz. Zaten şimdiki sosyete sadece parayı elinde tutanlardan oluşuyor. Bunlar, biri kimli insanların erdemini fazla merak etmezler. Dolayısıyla dünya sosyetesinde olduğu gibi, zaman zaman bilim adamlarına, oyunculara, ressamlara, yazarlara kucak açmazlar. Yardım etmezler. Sermaye sahiplerinden kişisel bir yardım istendiğinde çoğunlukla vakıflarına yönlendirirler. Çünkü bireysel yardım büyük bir insanlık işidir. Dükkân kesesinden vakıf açmaya benzemez. Onun için de eğreti burjuvalar gibi bir yerlerde kalırlar. Hiç kayda değer olmazlar.” Canan Barlas, Türkiye'de burjuva sınıfının kökenini, oluşumunu, geçirdiği evreleri tanıklıkların da eşliğinde tahlil ediyor bu kitapta. Geçmişi taşıyamayan veya reddeden 'bugün'ü anlatıyor. “Eğreti Burjuvalar”, yazarın kişisel tarihi ile iç içe geçmiş ilginç bir toplumsal tarih sunuyor. RTE'nin Öfkesi/ Ali Ekber Yıldırım/ Güncel Yayıncılık/ 172 s. Recep Tayyip Erdoığan'ın Mersin'de bir çiftçiye “Ananı da al git buradan” dediği konuşmadan yola çıkarak, Erdoğan'ın öfkesine ilişkin bir inceleme sunuyor bu kitapta: “İçeriği ve üslubu bakımından sıradan insanlar arasında bile nadiren görülecek bir konuşma bu. Taraflardan birinin, hem de asıl hakaret edenin Başbakan olduğunu düşünmek bile insanı rahatsız ediyor. İnanılması zor. Bu konuşma Mersin'de narenciye üretimi yapan Mustafa Kemal Öncel ile Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan (RTE) arasında oldu. İlk kez bir Başbakan, yurttaşına, 'lan', 'edepsizlik yapma', 'ananı da al git' gibi kaba sözlerle hakaret etti. Bu üslubu o anda ki stresine, sinirliliğine, öfkesine bağlamak RTE'yi anlamamak, tanımamak olur.” Canetti Festivali ilk kez Türkiye’de yapılıyor Kültür Servisi Uluslararası Canetti Vakfı’nın kurucusu, müzisyenliğinin yanı sıra eğitimci yönüyle de sanat çevrelerinde dikkat çeken Robert Canetti adına 12 yıldan beri her yıl farklı bir ülkede düzenlenen Uluslararası Canetti Müzik Festivali, bu yıl ilk defa Türkiye’de yapılıyor. Antalya Kültür Sanat Vakfı ve Uluslararası Canetti Vakfı işbirliğinde 714 Temmuz tarihleri arasında uluslararası müzik kursu ve 1423 Temmuz tarihleri arasında ise müzik festivali olarak iki bölüm halinde düzenlenen festival, özellikle müzik eğitimi gören gençlerin yetiştirilmesi ve müziğin kültürler arasında bir köprü olarak işlev görmesini sağlamayı amaçlıyor. Festival süresince hem dünyaca ünlü müzisyenler tarafından konserler verilecek, hem de genç müzik öğrencileri alacakları derslerle kendilerini geliştirecek. Antalya Kültür Merkezi’nde düzenlenen festival gerçekleştirilecek kurslarda Mincho Minchev, Milena Mollova, Vladimir Ivanov, Qian Zhou, Alla Halapsis gibi dünyaca ünlü profesörler tarafından yaylı sazlar, piyano, oda müziği, nefesli sazlar, kompozisyon, beste, şeflik, lütiye (çalgı yapım ve onarım) gibi çok geniş bir kapsamda verilecek dersler sonunda öğrenciler verecekleri konserlerle bu öğrendiklerini uygulamaya koyacaklar ve eğitimleri sonunda Robert Canetti’den müzik dünyasında saygın bir yeri olan sertifika alacaklar.