22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

PAZAR EKİ 8 CMYK 8 10 EYLÜL 2006 / SAYI 1068 Darbeciler yargılanmalı Zülfü Livaneli, hem 12 Mart’ın, hem 12 Eylül’ün “yeraltındaki” sesiydi. Yasaklıydı. Cezaevlerinde, sürgünde, firarda, şarkıları sessiz bir direnişin sözcüsüydü. Darbenin gürültülü sesinden onun şarkılarıyla korunuluyordu. Aradan 26 yıl geçti, bugün üçüncü kuşak aynı şarkıları dinliyor, ama Livaneli umutsuz, bugün aynı şarkıları yapsa aynı duyarlılık yakalanır mı, bilmiyor. Artık tüketen bir gençlik olduğunu, yani darbenin amacına ulaştığını söylüyor. Peki darbeciler yargılanmalı mı? Evet, diyor. Livaneli ve Teodorakis... İkisi de darbenin ne olduğunu biliyor... lden ele gezmekten yıpranmış bir kaset, üzerinde isim de yok. Dilek, “dinleyelim” diyor. “Karlı kayın ormanında yürüyorum, geceleyin” diye başlıyor şarkı... Söyleyen kim, Dilek de bilmiyor. Dönüp dönüp aynı şarkıyı dinliyorum, oysa coşkulu zamanlar, sürgünü bilmiyoruz henüz, işkence yokmuş gibi, dövülmek, vurulup öldürülmek... Yıl, 1978, darbe uzak, çok uzak bir ihtimal, Türkiye’yi de, dünyayı da değiştirebiliriz. 12 Eylül önümüzü kesmekle kalmıyor, on yedisindeki Erdal Eren’i asıyor, binlerce kişiyi gözaltına alıyor, işkencede öldürüyor, kaybediyor, sürüyor, 49 genç insanı asıyor. Aynı şarkıyı dinliyoruz, bu kez canımız acıyarak, artık ismini de biliyoruz, Zülfü Livaneli. Sonraki yıllarda başka şarkılar, müzisyenlerle de hıncımızı bileyecek, öfkemizi ve kederimizi paylaşacak, ama onun yeri hep ayrı kalacak... O ise dün E Siz bunun farkında bile değildiniz... Değildim, canımın derdine düşmüş, geçinmeye çalışıyordum. İnsanlara yurtdışında olmak kolay gibi geliyor bazen, ama hapishane zamanlarımla karşılaştırdığımda, hapishanede daha fazla güldüğümüzü anımsıyorum. Sürgün, kör kuyuya atılmış bir taş gibi kalmak demek! 12 Mart’ta belki daha az, ama 12 Eylül’den sonra pek çok insan sürgüne gitti, o kör kuyuya... Evet, ama İsveç’te çok fazla sürgün yoktu, bir ay istasyonuna düşmüş gibiydim. Orada var olmaya çalışmak çok büyük bir çaba, çok büyük bir kabuk değiştirmeydi. Ben böyle sınıflandırmıyorum, ama 68’liler olarak tanımlanan o ve sonraki kuşakta çok değerli, zeki, birikimli insanlar vardı. Türkiye bu sosyal sermayeyi haramzade, mirasyedi hoyratlığıyla yedi bitirdi. O insanlar ya öldürüldüler, ya hapiste çürütüldüler, ya da hayatları söndürüldü. Bugün de bunun acısını yaşıyoruz. Berat Günçıkan ALACAKARANLIKTA YAŞIYORUZ Onlarca yıla rağmen bu acının sürmesinde darbecilerin yargılanmamasının payı ne, sizce? Çok... Ben kişisel olarak onlardan bir şey istemiyorum, ama bu bir sembol. Darbeciler yargılanmalılar. Türkiye o kadar oportünist bir siyasete sahip ki, biri birine karşı darbe yapıyor, sonra da darbe yapılanla darbeyi yapan kol kola girip yola devam ediyor. Gayri meşru olanlar gene aydınlar, sosyal demokratlar, sosyalistler. Bir oyun gibi. Bir yazımda, dünyanın bütün diktatörlerinin “Tanrım, bana çok iyi bir meslek verdin, ama niye Türk yapmadın” diye yakardığını yazmıştım “Bizi de Türk yapsaydın da, çocuklar elimizi öpseydi, yollarda itibarlı dolaşsaydık, bütün halk önümüzde eğilseydi”... Kenan Evren bana 56 sayfalık bir mektup yazdı, anlamamış ne dediğimi. Bizim istediğimiz neydi? “Türkiye’yi Varşova Paktı’na bağlayalım” demedik, “Türkiye’de özgürlükler, insan hakları gelişsin, öğrenciler öldürülmesin” istedik. Bugün bile Lübnan’a asker göndermeyelim diye, pankart açan dört öğrenciyi önce polis dövüyor, sonra da linç için halkı tahrik ediyor. Bugün en büyük tehlike de bu değil mi, tahrik olmaya hazır kalabalıklar... Türkiye’de öğrenci ve aydın dediğin dövülür, öldürülür... Biz inanılmaz bir dönem geçirdik, bitmedi, bitmeyecek. Gecenin sonu gündüzdür, ama alacakaranlığın sonu yok ve biz sürekli alacakaranlıkta yaşıyoruz. 60 yaşıma geldim, hayatımın hiçbir döneminde bu ülkenin özgür kaldığını görmedim. Umutlu olduğunuz bir dönem de mi olmadı hiç? Gençken çok umutluydum, dünyayı, Türkiye’yi değiştireceğiz, diye düşünüyordum, ama bu kadar zor olduğunu bilmiyordum. Bu umutsuzluğunuzda solun, sosyal demokratların yarattığı hayal kırıklığı da etkili mi, dahası tam da şimdi, Türkiye’nin gerçekten sol bir politikaya ihtiyacı yok mu? Var, hem de çok var. Bugün Meclis’te sol bir parti yok, güçlü bir sol hareket de görülmüyor. Ben CHP’den bu yüzden ayrıldım. 15 yıldır üç kutuplu bir Türkiye’ye gittiğimizi, sağsol olmadığını, dinci, Kürt ve milliyetçi kutuplara ayrıldığını yazıyorum. Parti meclisinde yaptığım konuşmalarda da CHP’nin milliyetçi kutba doğru gittiğini söyledim, yarın öbür gün MHP ile CHP arasında bir fark kalmazsa, şaşırmayın, dedim. Şimdi görüyoruz ki CHP neredeyse MHP’den bile daha ileride milliyetçi politikalar uyguluyor. Bunu bir sosyal demokrat parti dünyanın hiçbir yerinde yapmadı, yapmaz... Toplum sizce gerçekten “sol”a ihtiyaç duyuyor mu? Seçim çalışmaları sırasında, varoşlarda bir kahvede yaşlıca bir bey elimi tuttu, “Ben seni tanıyorum. Sen Türkiye için çok üzülen bir insansın” dedi “ama üzülme, süt neyse kaymak o olur”. Haklı belki de, kaymağa bakarak sütü anlatmak yanlış, belki de süt böyle oldu artık. Müzisyen olarak kitlesel ilginin devam ettiğini görüyorum, belki de bu bizim kurduğumuz özel bir ilişkinin sonucu. Üç kuşak sizi dinledi, dinliyor, bunda bu özel ilişkinin sürmesi kadar, muhalif bir tepki de aramak zor mu? Buna bir ilişkinin sürmesinden çok, toplumsal miras diyebiliriz. Bu şarkılarla âşık olmuş, yürümüş, ağıt yakmış milyonlarca insan var. 35 sene içinde her bir şarkıyla bir yaşantısı olan insanların, kuşakların ses hafızasınYıl 1976. Zülfü Livaneli İsveç’te... da şarkılarım. Ben bu parçaları şu anda yapsam, o zamanki yankıyı bulur mu, o duyarlılık var mı, bilmiyorum. Müziğin bugün hayatla, sistemle, özgürlükle, eşitlikle pek bir derdi kalmadı diyebilir miyiz? Bugünün ölçüsü, elleri havada göreyim müziği. Türk müziği dakikada 124 vuruşluk dans ritmine, Türk sineması ise komediye kilitlendi. Öyle bir tüketim çağına girdik ki, bütün kavramların içi boşaltıldı. Beyinlerin üzerinden reklamlar silindir gibi geçti, geçiyor. Artık biz özgür seçim yapan bireylerden değil, kitleselleşen tüketici topluluklarından konuşuyoruz. Yani 12 Eylül amacına ulaştı... Ulaştı. Kenan Evren ve arkadaşları, gençliği depolitize edeceğiz diye bir cehennem yarattılar. Şimdi, anadilini konuşamayan, dünyadan bi haber, tüketim peşinde koşan, değerlerini yitirmiş bir gençlik var. İçlerinde kitap okuyan, dünyayı düşünenler de var, ama öyle azlar ki... ŞİMDİ İÇİMDEN ROMAN YAZMAK GELİYOR Bunda sert, rekabete dayalı, şiddeti meşru gören siyasi ve toplumsal yapının da payı yok mu? Faşizm, belki de bugün tam karşılığını buluyor Türkiye’de... Şimdi linç kültürü oluşturuyorlar. İnsanlar linç etmeye hazırlar, inanılmaz bir toplumsal histeri yarattılar ve bundan da yararlanıyorlar. Kişisel olarak tatmin olmuş birisiyim, müziğim sevildi, dostlarım oldu, kitaplarıma ve müziğime imkânlar tanındı. Ama ülkenin şu an içinde bulundugu durumu fecahat olarak görüyorum. Bu yüzden huzursuzum... Sahneyi bırakma nedeniniz de bu huzursuzluk mu? Hayır, ben baştan beri şarkı söylemeyi sevmedim, şarkıcı değilim. Besteleri yapmasaydım, biraz şanson, yarı şiir yarı müzik tarzında söylemezdim, ama buna devam etmek, turnelere çıkmak artık gereksiz. Sahneye çıkmayacağım, albüm yapmayacağım, ama besteci kimliğim devam edecek. Bir de kitaplarımla ilgili olarak çok çalışmam gerekiyor. Dört roman oldu, “Mutluluk” ve “Leyla’nın Evi” aldı başını gitti, 18 dile çevrildi. Abdullah Oğuz “Mutluluk”u filme çekiyor ve benim kafamda yeni romanlar var... Müzikte ifade edemediklerinizin imdadına kitaplar mı yetişiyor? Aynen öyle. Müzikte duygudan başka neyi ifade edersiniz ki? Dönem analizini, tarihle, halkla yüzleşmeyi müzikle yapamazsınız, müzikle karakterler yaratamazsınız. Müzikte duygularımı yeterince dile getirdim, ama daha hikâyelerim, anlatacaklarım var... Ben hayatta hiçbir şeyi hesap kitapla yapmadım, içimden ne geliyorsa onu yaptım.Şimdi içimden roman yazmak geliyor. Kişisel tatmini yaşadığınızı söylediniz... Müzikal hayatımda birtakım doruk noktaları oldu. Bunlardan biri Ankara’da 500 bin kişiye verdiğim konser. Yakında albümü çıkıyor ve belki dünyada ilk kez halk solist oluyor. Teodorakis’le çalışmalarımız çok hoş ve çok öğreticiydi. Elbette bu işler ustaçırak ilişkileri ve o daha yaşlı ve usta olduğu için çok yararlandım.Üçüncüsü ise Londra Senfoni Orkestrası’nın kaydettiği eserlerimin büyük maestro Zubin Mehta’nın yönetiminde Moskova Senfoni Orkestrası tarafından icra edilmesi ve Mehta’nın bestelerimi beğendiğini söylemesi. Şimdi geriye dönüp bakınca, müzikte yapacağım ne kaldı? akşam son kez sahneye çıktı, artık Zülfü Livaneli dinlemeyecek, okuyacağız, ama beste yapmayı sürdürecek. 12 Mart ve 12 Eylül’ün iyi eğitilmiş iki kuşağı bir mirasyedi gibi yiyip bitirdiğini düşünüyor Livaneli, darbecilerin yargılanmasını istiyor, pek çok insan gibi, bizim gibi... 12 Mart’la 12 Eylül arasında, siz yurtdışında yaşarken Türkiye’de Zülfü Livaneli adı ve şarkıları hızla yayılmıştı. Kasetlerin üzerinde pala bıyıklı erkekler vardı, hepsi de adınızı kullanıyordu ve hangisi gerçek, kimse bilmiyordu. Sonra gerçek, yani siz ortaya çıktınız. Galiba korsan kasetlerle meşhur olan ilk isim sizsiniz... Evet, korsanların meşhur ettiği isim oldum, ama sadece profesyonel korsanlar değil, bir de o elden ele dolaşan, ismi silinmiş kasetler vardı. İsmim bilinmiyordu bile, Zülfü mü, Zülfikar mı? Bu kim diye soruyordu herkes, merak ediyordu. Hem 12 Mart, hem de 12 Eylül direnişinin şarkıları o kasetlerden çıktı...
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear