01 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

PAZAR EKİ 5 CMYK 10 EYLÜL 2006 / SAYI 1068 5 KÜRTAJ KARŞITI DEĞİLİM... Akasya Asıltürkmen dizilerde ve kliplerde karşımıza çıkan bir yüz. Barış Bayraktar’ın internet aracılığı ile izlenen ve konuşulan filmi “Pamuk Prenses 2”nin başrolünde de o var. Asıltürkmen ilk defa bir uzun metrajlı filmin başrolünde. 43. Altın Portakal Film Festivali’ne de katılan “Araf”ta risk alarak, kürtaj konusunu tartıştırıyor. smini Araf suresinden alan “Araf” bir korku filmi... 6 Ekim’de gösterime girecek olan film, Türk sinemasında nadir olarak ele alınan bir konuyu, kürtajı işliyor. 16 haftalık (yani yasal ve tıbbi süreyi aşmış) hamileliğini yasal olmayan bir kürtajla sonlandıran Eda, üç yıl sonra bebek sahibi olmaya karar verdiğinde kürtajla aldırdığı bebeği peşine düşüyor ve yaşam hakkını istiyor. Kürtaj ve korku temaları yan yana gelince filme maksadını aşan anlamlar yüklendi. Çünkü kürtaj hâlâ üzerine en çok konuşulan kadın sorunlarından biri... Filmin başrol oyuncusu Akasya Asıltürkmen çok hassas bir konuyu ele almış olduklarının farkında. Bütün röportaj boyunca inatla altını çiziyor: “İstenmeyen hamileliğin sürüp sürmeyeceğine kadın karar vermeli”... Sizi çeşitli filmlerden, dizilerden, kliplerden, hatta kısa filmlerden tanıyoruz. Konservatuvarı bitirdikten sonra çeşitli kısa filmlerde, sinema filmlerinde ve tiyatro oyunlarında yer aldım. Bunlardan ilki “İstanbul Kanatlarımın Altında”... Tiyatroda da uzun süre Semaver Kumpanya ile çalıştım. Sonra “Tiyatro Deli” ile devam ettim. Seyirci istediği ölçüde oyuna katılabiliyor. Oldukça kalabalık bir seyirciye performans sergiliyoruz ve bu beni heyecanlandırıyor. Araf Biray Dalkıran’ın ilk uzun metrajlı filmi, ama daha önce birçok kısa film çekmiş. Tanışıklığınız bir kısa film sayesinde mi? Daha önce beraber bir işin oyuncu seçmelerini yapmıştık. Ben konservatuvardan sonra bir ara oyuncu ajansı kurdum. Sadece genç oyunculardan oluşan “Rüya İşçileri” diye bir oyuncu havuzumuz vardı. O dönemde Biray’ın bir kısa filminin oyuncu seçimini yapmıştım ve arkadaş olmuştuk. Doğrudan kürtaj ile ilgili bir film bugüne kadar Türk Sineması’nda görülmedi. Kürtajın konu edildiği filmler var, ama daha tali bir İ konumda. İnsanların bu kadar hassas olduğu bir konu tedirginlik yarattı mı? Önce biraz çekindim tabii. Çünkü bugüne kadar Pamuk Prenses 2 hariç hep toplumun kolaylıkla kabul edebileceği rollerde oynadım. Benim için önemli bir şey çünkü bu. Hocalarımın, ailemin, arkadaşlarımın ne düşündüğünü önemserim, ama gelen rol başroldü. Böyle bir şeyi kabul etmemek zordu, çok da düşünüp taşınmadan kabul ettim diyebilirim. İkinci kadın yani pasör olmak her zaman daha az risk almanızı sağlar. İş başarılı olduğunda övgüleri paylaşırsınız, ama iş başarısız ise bütün yergiler başrol oyuncusuna gider. Bu filmin bütün sorumluluğunu da yüklenebilirsiniz o zaman. Sizce nasıl eleştiriler alacaksınız? Olumlu olacağını düşünüyorum. Çünkü genel anlamda performanstan memnunum. Bütün ekip işinin ehli insanlardan oluşuyordu ve herkes çok çalıştı. İnternette veya yazılı basında Araf ile ilgili çıkan yazılar filmin kürtaj karşıtı olmasına dem vuruyor daha çok. Film kürtaj karşıtı değil. İsim itibarıyla bir sureden yola çıkılıyor ve arada kalma mevzusu işlenmeye çalışılıyor, ama kesinlikle din temelli bir senaryo da değil. Böyle dillendirilmiş olabilir, bunu bekliyorduk da. Çeşitli tartışmalar, televizyon programlarında “işin uzmanları”nı ve din adamlarını karşı karşıya getirecek, ama derdimiz sadece film yapmaktı. Bu tartışmalarda hedef olmak istemiyoruz. Kadın haklarının tam oturmadığı bir ülkede kürtaj karşıtlarının birden bire ortaya çıkması ve kürtajı sınırlatmaya çalışmaları da aldığınız riskler arasında değil mi? Çünkü bir korku filmi ve korkunun çıkış noktası da kürtaj... Sanki kürtaj olursanız başınıza kötü şeyler gelir gibi anlaşılmak istendi film ve anlaşıldı, ama baştan söyle Nadide Karademir Fotoğraf: HIDIR DURMAN meliyim ki ben kürtaja karşı değilim. Hatta Türkiye’nin bu konuda enteresan bir şekilde uygar davrandığını düşünüyorum. Kürtaj bir canilik değil, asıl canilik 13 yaşında bir çocuğun hamile kalması durumunda doğurmasını istemek. İstem dışı herhangi bir hamileliğin sonlandırılmasına kesinlikle karşı değilim. Annelik kadının ve çevresindekilerin tüm hayatını kökten etkileyeceği için, kendini buna hazır hissetmiyorsa bu gebelikten kurtulmak için elinden geleni yapacak, yasaklandığı takdirde, yasadışı kürtajlarla büyük risk alacaktır. Filmde Eda’nın yaşadığı travmanın sebepleri ne peki? Eda 16 haftalık bir çocuğu aldırmaya karar veriyor. Kürtaj hem yasal olarak hem tıbbi olarak mümkün olmadığı için gebeliğini yasadışı yollarla sonlandırıyor. Tekrar hamile kaldığında diğer çocuğuna yaptığı haksızlığı düşünmeye başlıyor ve... Bir kadın böyle bir şey yaşıyorsa çok da istemediği bir kürtaj yaptırmıştır. Bu da başka toplumsal etkenlere işaret ediyor. Yani öyle bir şey ki hem kadının kürtaj olmasına karşı çıkılıyor hem başka seçenek bırakılmıyor... Tabii ki, sonuçta Eda ne kendisi ne de çevresindekiler çocuk sahibi olmasını kaldıramayacağı için böyle bir karar veriyor. Aslında ben bireyci bir insanımdır yapı olarak. Kürtaja da bu noktadan yaklaşıyorum. Birey olarak benim hayatımı bire bir etkileyecek bir durumun kararını oturup bütün toplum birlikte alamaz. Ve Recep Biçer ödülünü alıyor Özlem Altunok ltın Portakal’ın ilk “Emek Ödülü” ışık yönetmeni Recep Biçer’in. O, “Güneşe Bataklık”la başlayan sinema tutkusunun içinde kaybolmuş gibi görünüyor. 100’ün üzerinde filmde, bir o kadar sette bir ömür geçirmiş, “Bütün hayatım sinema” diyor. Dikkat edin, onu mutlaka bir yerlerden çıkaracaksınız. Bir film karesinde, kameranın arkasında ya da monitörün başında... Belki de kendi gibi, Yeşilçam emekçilerini anlattığı “Ben Yeşilçam” filminde... Recep Biçer’le sinema aşkını konuştuk. Kaç yıldır ışıkçısınız? 32 yıldır. 16 yaşımdan beri... Nasıl düştü aklınıza sinema, o yaşta? Çocukluğumdan beri film izlemeyi çok severim. O yıllarda okuldan kaçıp haftada 45 filme giderdim. Sonra 15 yaşında İstanbul’a geldim ve Yeşilçam’da birkaç sette çalıştım. Başta oyunculuğa niyetleniyordum, ama bir gün ışık şefi Mazhar Baba, yanına eleman arıyordu, gittim ve başladım. Yani hemen oyunculuktan vazgeçtiniz... Aslında birkaç filmde ufak tefek rolüm oldu. Mesela “Masumiyet”te, filmin finalindeki sahnede, fotoğraftaki adam benim. Yani esas kadının hapishanedeki sevgilisi... Yine de kararımı vermiştim, elektrikle ilgileniyordum, ışıkçılığa yatkındım. Bir de o yıllarda fazla ışıkçı yoktu piyasada. Ustam Orhan Kapkı’ydı. Hem kamera hem ışık anlamında ondan çok şey öğrendim, 24 saati bir arada geçirirdik. Babaoğul gibiy A dik. Beraber animasyon işler yapardık. Mesela bir çikolata reklamı çekmiştik, ben hüngür hüngür ağladım. Niye? Reklamda uzaydan gelen, üzerinde kızların dans ettiği bir çikolatayı yeryüzüne indiriyorduk. O zamanın koşullarında, el yordamıyla yaptığımız bir işti. İnsan yaptığı iş başarılı olunca keyif alıyor. Yoksa ağlayacak bir şey yoktu. Duygusallıktan işte... Peki, ilk sinema filminiz? Süreyya Duru ile 77’de “Güneşli Bataklık”ı çekmiştik, bir işçi filmiydi. Ben de sette her tür işi yapmıştım. Hatta ödül de almıştık. Zaten o ödülle buralara geldim. Yani itici güç mü oluyor ödül sizin için? Bu, bir ekip çalışması. Bir işe katkıda bulunmaktan, ortak bir iş yapmaktan mutlu oluyorum. Bu yüzden bir filme başlarken bu filmle görsel anlamda ödül alacağız diye başlıyorum... Kimlerle, kaç filmde çalıştınız? 100 küsur film... Atıf Yılmaz, Ömer Kavur, Zeki Ökten, Yavuz Turgul, Şerif Gören, Şahin Kaygun, Zeki Demirkubuz... O kadar çok heyecanlı, güzel işlerde çalıştım ki... Kalabalık, paylaşımcı setler, disiplinli, kavgasız gürültüsüz, herkesin görevini yaptığı setler, gır gır şamata, heyecan... En önemlisi de paylaşım ve disiplin, öyle olunca hem daha iyi sonuç alıyor hem de sonuca kısa sürede ulaşıyorsunuz. Mesela Atıf Abi’yle “Değirmen”i 14 günde çektik. Çünkü o zamanlar projenin sansürlenme durumu vardı, biz de filmi kaçak, 14 günde bitirdik. Recep Biçer, 32 yıldır ışıkçılık yapıyor... Aslında “Cazibe Hanım’ın Gündüz Düşleri” ile Ankara Film Festivali’nde ödül almıştım, ama ben ışık yönetmenine ödül verilmesini doğru bulmuyorum. Zaten dünyada da bunun örneği yok. Işık, görüntü yönetmenliğinin içindedir. Görüntü yönetmeni ödül aldığında zaten o görselliğe siz de katkıda bulunmuş oluyorsunuz. Biz görüntü yönetmeni Ali Utku’yla “Masumiyet”le, “Üçüncü Sayfa”yla, “Karşılaşma”yla bir sürü ödül aldık, ama Ali Utku benden daha çekingen olduğu için sahneye ödülleri almaya ben çıkmıştım. Bu ödülün içeriği size uygun görünüyor: Altın Portakal Emek Ödülü... Evet. Bu ödülü almak için yaşımın genç olduğunu düşünenler olabilir, ama sinemayı sevmek, emek vermek başka şey, çok filmde çalışmak başka. Şimdiye kadar, belki ikinci sınıf filmlerde çalışmışımdır, ama üçüncü sınıf işlerde çalışmadım. Seks filmleri furyası döneminde set yerine, sandviç satmaya, garsonluk yapmaya gittim. Tabii şimdi dizilerle geçinmek daha kolay, ama onlar da pek bana göre değil. Önemli olan seyircinin oyunculara çabuk ulaşabilmesi olduğu için, ışık kullanımı farklı. Bir de o yorgunluğun karşılığını almak pek mümkün olmuyor... Ya bundan sonrası? Sinema bırakılmaz. Bu, en azından benim için böyle. Bizler, bir filmin görsel yükünü, emek gücünü üzerimize alırız. Bunun için ön hazırlık yapar, sette yapımcının ve yönetmenin işini kolaylaştırmaya çalışırız. Ben devam edeceğim, bir kere setin, setteki malzemenin tozunu yuttum... Hem daha Yeşilçam emekçilerini, oyuncularını anlatacağım “Ben Yeşilçam” diye bir film çekeceğim... YENİ PROJEYLE BULUŞMAK ÂŞIK OLMAK GİBİ Sizde ne set anıları birikmiştir, kim bilir... Bir kere uzun süre aynı ekiple birlikte kalıyorsunuz. Aile gibi oluyorsunuz. Mesela yakında Aydın Sayman’ın “Jan Jan” filmine başlayacağız. Filmin senaryosunu aldığımda Ömer Uğur’un yeni filmi “Eve Dönüş”ün montajını izleyecektik. Oturduk gece ikiye kadar filmi izledik, tartıştık. Sonra eve gittim ve sabaha kadar “Jan Jan”ın senaryosunu okudum. Benim için yeni bir projeyle buluşmak aşık olmak gibidir. Onunla mutlu olur, ona hayat katmaya çalışırım. Bu da o filme emek vermek, gerekirse onunla yatıp kalkmak demektir bana göre. Kaç kere âşık oldunuz peki, yani en sevdiğiniz filmler hangileri? Şahin Kaygun’un “Afife Jale”si ve Ömer Kavur’un “Anayurt Oteli”nin yeri başkadır. İkisi de çok güzel çalışmalardı. Afife Jale’de elektrik yerine, gaz lambaları ve mum ışığından faydalanmıştık. Anayurt Oteli’nde ışığı fazla kullanmamış, aynalarla çalışmıştım. Ömer Abi Antalya ve İstanbul’dan ödüllerle dönmüş, sonra hiç unutmam, Emek Sineması’nda “Ben bu filmi ekibimle yaptım, bu ödül hepimizin” diyerek kazandığı parayı bizimle paylaşmıştı. Ben yine hüngür hüngür ağlamıştım... Daha önce ödül almış mıydınız yoksa ışık yönetmeni olarak ilk kez biri ödül mü alıyor? Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde bu yıl ilk kez set işçilerine de ödül verilecek. “Emek Ödülü”nün ilk sahibi, ışık yönetmeni Recep Biçer. Bugüne kadar 100’ün üzerinde filmde çalışan Biçer için sinema “hayat” demek. İki film hâlâ onun için ayrıcalıklı, Anayurt Oteli ve Afife Jale. Şimdi set işçilerini anlatan bir film çekmeye hazırlanıyor, filmin adı “Ben Yeşilçam”... Fotoğraf: VEDAT ARIK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear