Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Erendiz Atasü’nün yeni öykü kitabı “Kızıl Kale” ‘Cahiliye salgınından bakalım ne doğacak’ Erendiz Atasü, çağların değişimlerine, yaşanan süreçlerin toplumsal izlerine her zaman duyarlı olmuş bir yazar. Özellikle toplumun en ağır bedel ödeyen işçisi kadınlar edebiyatında özel bir yere sahip. Toplumu kadınların ağırlıklı olduğu bir yerden okumaya çalışması, durduğu yerle ilgili kendini ve ele aldığı süreci sorgularken belirleyici bir temel oluşturuyor. ‘Eski Zaman Masalları’, ‘Üçleme’ ve ‘Yeni Zaman Öyküleri’ adlı üç bölümde, son dönem öykülerini derlediği “Kızıl Kale”, Atasü’nün gerçek ile fantastik arasında yaptığı bir yolculuk. Masalların dünyasından gerçeklerin dünyasına uzanan bu öyküler aynı temel kaygıyı, çürüme karşısındaki aynı irkilmeyi ele alıyor. Erkeğin egemenleştikçe hoyratlaştığı bu dünyanın dili de, kendini gerçekleştirme konusundaki baskıcılığı da kitabın temel kaygısı. Atasü’yle “Kızıl Kale”yi konuştuk. r Gamze AKDEMİR lk bölüm “Eski Zaman Masalları”nda, masal zamanlarına bürünmüş “güncel” bir anlatıyla merhabalaşıyoruz. Masal ve kıssadan hisseyle kavilleşiyor öyküleriniz. Bunu anlatır mısınız? Evet, fantastik bile diyebileceğimiz, masallaştırılmış metinlerdir, bu üç öykü ama hem geçmişte hem bugün geçerli olan taş gibi gerçeklikleri deşiyor. İnsanlık tarihi yıkılan ve yıkıntılarda yeniden yeşeren uygarlıkların peş peşeliği diye de okunabilir. Yeni düzen yıkıntıda yeşerirken bir takım çürümüşlükleri ister istemez kendisine katıyor. Böylece kimi sakatlıklar asırlardan asırlara, şekilleri değişse de özleri pek değişmeden aktarılıyor. Örnekse kadınların durumu, bağnazlık ve sömürü. Aslında, şu anda ülkemizde yaşadığımız sorunlarla kadınlara kıyılması, yobazlık, cehaletin sömürü düzeniyle ele yaygınlaşması ve S A Y F A 1 8 n 2 3 Kültürel yanı “aydınlanma devrimi” idi bu uygarlığın; çılgın bir kar rekabetinin teknolojik gelişmeyi rehin aldığı günümüzde ise korkunç bir “cahiliye devri” tüm ülkeleri salgın gibi kaplıyor. Doğadaki tahribat ise çok büyük. Yani ne yana baksak fanilik... Bu yıkıntıdan bakalım ne doğacak? Birçok şey doğacaktır; “insan” bizi her zaman şaşırtır. “KADINLARIN HAYATA TUTUNMA GÜCÜ MÜTHİŞ!” Kızıl Kale’nin, nefs ve yaşam arasında kurulu ikircikli ahlak düzeninden, ilk ve en okkalı darbeyi alan kadınları nasıl hayatta kalıyor? Bu öykülerdeki kadınların kimi acılara katlanarak kimi hayatını değiştirmeye uğraşarak hayatta kalıyor. Onları yaratan kadınsa üretkenlik ve kendisiyle dürüstçe yüzleşebilme sayesinde ayakta kalabildi, bir de hayata karşı duyduğu tükenmez öğrenme merakı sayesinde. Kadınların hayata tutunma gücü gerçekten müthiş. İki yüzlü cinsel ahlak, ataerkil toplumda kadınları hayatın her yönünde baskı altında tutmanın en birinci aracı. Fakat cinselliği ve kadın bedenini aşağılayan ve kısıtlayan cinsel ahlakın değişmesi de bazı hallerde çözüm olamıyor. Nasıl tek ülkede sosyalizm yürümüyorsa tek coğrafyada ataerkil cinsel ahlakın yumuşaması da kadınlara kurtuluş getiremiyor. Güney Doğu Asya’nın kimi yörelerinde erkekçi ve erkeksi bir kültür yok; cinselliğe sevecen yaklaşan, kadın bedenine saygı duyan bir kültür söz konusu. Ne güzel, değil mi? Ama işin içine, gelir dağılımındaki korkunç uçurumlar, yoksulluk, işsizlik, emperyalist sömürüler girince bakın ne oluyor? Toplumun alt hatta orta tabakalarında erkekler işsiz gezerken kadınlar bu ucuz diyarlarda günlerini gün eden Batılı lümpenlere fahişelik hizmeti sunarak aileyi geçindiriyor! Buyurun! İşte bu da bir hayatta kalma yolu ve kadınların sömürülmesinin bir başka biçimi. “SAHTE PEYGAMBERLER, ÖNDER BOZUNTULARI HEP VAR!” Öykülerinizin bireysel ve toplumsal çatışmalar, savaşımlarla kader ve keder birliği bilinir. Bu kertede daha eleştirel bir düzlemde yansıdığı söylenebilir mi? Giderek daha serinkanlı biçimde bakıyorum olgulara. Bu da daha eleştirel sözcüğün çözümleyici anlamında bakabilmeyi beraberinde getiriyor, her halde. Yurt, kurtarıcı, yoldaşlık ve isyan algılarına taze bir bakış da sunuyor Kızıl Kale. Bu vargınızı da mutlaka konuşmalıyız diye düşünüyorum. Bana göre bir yurdu sevmek, onun üzerinde yaşayan tüm canlıları insanları, bitkileri, hayvanları ve o toprak parçasına tarih boyunca verilmiş tüm sanatsal emeği, mimari dokuyu, şiiri, müziği benimsemek, bütün bu ögelerle içsel bir ilişki kurabilmektir. Kurtarıcılara gelince, onların gerçekliği inkâr edilemez. Sosyal deha diye bir olgu var. Büyük adamın büyüklüğünü teslim etmek kimseyi küçültmez. Devrimlerin çoğu efsaneleşmiş K İ T A P S A Y I 1 3 1 4 Cumhuriyetin girdiği darboğazla yakından ilgili bu üç öykü. Soyut dediğimiz şeyler, zaten fevkalade somut ögelerin çağrışımları değil midir? Gene de okur dilediğince yorumlasın. Şu kadarını söyleyeyim, Endülüs’ü görmeseydim Kızıl Kale’yi, Hindistan’ı görmeseydim Dullar Evi’ni, Tayland’ı görmeseydim Erdemoğulları ve Uysalkızları her halde gene yazardım ama bambaşka biçimlerde dile gelirdi öyküler o zaman. Coğrafyayı ve tarihi aşan benzerlikler kimilerini “Demek, insan buymuş” diye düşünüp teselli olmaya itebilir; beni ise tam tersine acı acı düşündürüyor. Devrimleri asla karalamak istemem, devrimler olmasaydı insanlığın bu kadarcık da gelişemeden kalacağını düşünenlerdenim. Ama tüm devrimlerin başarılarına eşlik eden çatlaklar, hazin ve evrensel bir olgu. Gandi devrimini yaşamış Hindistan’da, günümüzde kimi kadın kitlelerinin, kadim bir dinsel geleneği savunmak yani ölmüş kocanın cansız bedeniyle birlikte diri diri yakılabilmek için “Yakılma hakkımız engellenemez!” diye siyasi/ dini gösteri yaptıkları hayal ürünü filan değildir, gerçek bir vakıadır. Fantastik gibi duyuluyor, değil mi?.. “GEÇİP GİDEN ZAMANLA İLİŞKİM SANCILI” Kesinlikle. Zaman olgusuna geçersek Kızıl Kale’de, “geçip giden zaman”la ilişki daha sancılı diyebilir miyiz? Evet, haklısınız. Bu kitap öyle çünkü geçip giden zamanla benim ilişkim sancılı, hem yaşlanmakta olduğum için hem yurdumun içine sıkıştığı darboğaz yüzünden. Daha yakıcı bir sözcük kullanmaya dilim varmıyor, “darboğaz” diyorum. Tam da bu noktada kitabınızın “Üçleme” adlı bölümündeki öykülerinize atıfla devam edersek... Yüzyılların kahırlarından demli, nesillerarası aktarım ve farklarla alışverişi de önemli metnin. Bu bağlamda kişilerinizin alınan yaşla edimleri öykülerinize nasıl yansıyor? Bir yanda kişinin aldığı yaş, yani bir anlamda yaşam deneyimi ve öbür yanda yüzyılların kültürel mirası. Bu miras, bireylerin kadınların ve erkeklerin başka biçimlerde ama sonuç aynı kendi özlerini yeterince tanıyamamalarına sebep oluyor. “Mutlu Son” öyküsü, sonradan okurken hayli komik geldi bana; yazarken eğlendiğimi de anımsadım. Burada, bir kadın olarak yani cinsel bir varlık olarakdoyumsuzluğunun hiç mi hiç bilincine varamadan ihtiyarlamış bir anlamda iyi ki varamamış, böylece acılaşmamış tonton bir ninenin kapıldığı bir hayal sayesinde gerçekten mutlu geçen bir günü anlatılıyor. Varsın bu hayatının son günü olsun! N İ S A N 2 0 1 5 “Üçleme”nin diğer iki öyküsündeki kahramanların yani hayatlarındaki dramın farkına varmaktan kaçan adamın ve bu dramı inkâr eden kadının durumları bu kadar eğlenceli değil tabii. “KARAKTER DÖNÜŞÜMLERİYLE İLGİLİYİM” Öykülerinizin yerellikle yakın temasını, o iç içeliği anlatır mısınız? İnsanlar beni her zaman çok ilgilendirmiştir. Dedikodu olarak değil, karakter dönüşümleri açısından; bir de jestlerin, mimiklerin ardındaki duygulara, ruh durumlarına ulaşabilme açısından. Tanık olduklarımı birebir yazıma yansıtıyor değilim. Ama içimde her halde bir portreler galerisi var. Yaşayan insanlara dikkat ettiğim için her halde kalemimin çizdiği kişiler de bu toprakların insanı olduklarını inkâr etmiyor. Örneğin “Duvardaki Fotoğraf” hikâyesindeki kişilere benzer insanlar benim yakın çevremde yok. Onlar, çarşıda pazarda tesadüfen karşılaştığım kimseler ya da resmi kurumlara işim düştüğünde kısa süreli ilişki kurmak durumunda kaldığım görevliler. Yüz ifadeleri, ses titreşimleri, omuz silkmeler ya da el hareketleri aracılığıyla nüfuz edebildiğim insanlar ama onları doğru çözümlediğimi sanıyorum. Belki tuhaf gelebilir ama büyük üzüntüler yaşarken bile, hayatıma çok kısa süreli girip çıkan insanların dahi kişilik yapıları beni meraklı bir bulmaca gibi ilgilendirirdi. İdi, diyorum; şimdilerde o kadar dikkatli değilim. Keşke olabilsem çünkü “insan” bizi her zaman şaşırtır. “NE YANA BAKSAK FANİLİK” Bu kitabınızda merceği insanoğlunun faniliğine, çok daha içine ve çok daha hareketli bir biçimde tutuyorsunuz. Sanırım haklısınız. Yaşadıkça ve yaşlandıkça fanilik bilinci ister istemez güçleniyor. Ayrıca yaşadığımız on yıllarda toplumsal düzenlerin faniliğiyle yüz yüze kalıyoruz. Reel sosyalist düzenler, dünya soluna ağır düşünsel ve psikolojik darbeler vurarak yıkıldı. Ama Marksist çözümlemeler yıkılmadı; dünya çapındaki sömürü de bitmedi. Değişen teknolojilere ve üretim biçimlerine göre kendini yenilemiş bir sosyalizm yeniden doğacaktır ama ne zaman? Öte yandan burjuva uygarlığı da tüm dünyada açık seçik biçimde yıkılıyor. İ C U M H U R İ Y E T