Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Abdülkadir Budak, Emel Güz, Orhan Göksel Baba, kız, oğul... Baba Abdülkadir Budak’ın, kızı Emel Güz’ün, oğlu Orhan Göksel’in şiir kitapları yayımlandı. Baba, kız, oğul aynı yaşam ortamında şiir yazıyor, birinin yazdığı öbürünün yazdığına benzemeyecek denli özgün, ayrı duygu damarlarından besleniyorsa, orada bir kutsallık aranmalıdır. r Adnan BİNYAZAR bdülkadir Budak, şiirini kendi kanıyla ısıtacak denli yetkin bir şair. O ölçüde de bir şiir koruyucusu. Şiir dergisi yönetenler arasında onun adı başlarda geçiyor. Şiir dergisi izleyenlerin sayısı yazanlar oranında olsa şiir böylesine ayağa mı düşerdi! Cemal Süreya’nın Papirüs’ü ne dar koşullarda çıkardığına tanık olmuştum. Kimsenin kuşkusu olmasın; Abdülkadir Budak darlıklara katlanarak çıkarmıştır Ozanca’yı, Hâkimiyet Sanat’ı, Şiir Odası’nı. Sincan İstasyonu gibi beğenisi yüksek bir şiir dergisinin okur eline özveriyle ulaştığından eminim. Yakındığını ne kendi ağzından ne başkasından duydum. Onun bozkır yanığı güleğen yüzü hep aydınlığa açılmıştır. Yazımın başlığı, ele alacağım konunun sınırlarını çizmeye yetiyor: “Babakızoğul” şiirinin gelişimi üzerine bir yorum denemesinde bulunmak... Yine de, böyle bir konuya girerken böyle bir yazıda bile Abdülkadir Budak’ın dergiciliğinden söz etmemenin boşluk yaratacağını vurgulamalıyım. Şiirin, “şarkı, türkü söylemek, kendi içinde söylenmek” anlamına gelen yırlamaktan doğduğu biliniyor. Bu yönüyle şiir, “söz” gibi, bir kutsama söylemi olarak algılanır. Her sanat gibi, şiir de evrim geçirmiş, kutsallığından soyunup insanlığın söylem hayatına girmiştir. Ses akrabalığına karşın, şiir, imge yaratıcılığıyla, müzikten çok, gözsel bir algılama ürünü olan resimle özdeşleştirilir. Şiirsel söylem, duygu yoğunlaşmalarındaki yükselişlerin alçalışların yansımalarıyla biçimlenir. Şiir, bu süreçte, yerine göre, uysalca baş da eğdirir, kitleler arasında duygu patlamalarına yol açarak onlara baş da kaldırtır. Nâzım Hikmet’in şiiri, insanın uysallık damarlarını besleyerek oranda onda başkaldırı bilinci yaratmıştır. Evrensel anlamda kitlelerin belleğinde yer etmesini bu özelliğine bağlayabiliriz. Onun şiirini okuyan, bakarsınız durgun akan bir ırmaktır, bir bakarsınız dağ gibi dalgaların birbirinin üstünden atladığı bir okyanus olmuş... Söz, özenle seçilmiş sözcüklerin uyumundan bir tınıya varmışsa, şiir maya tutmuş sayılır. Maya tutmamış şiir, Shakespeare’in dediği bibidir: “En tatlı şeyler ekşir kötü işler yaparak:/Ottan çok daha iğrenç kokar çürüyen zambak.” Ancak zambak çürümesine uğramamış şiirde kutsallık aranabilir. Ham sözcüklerle gösterişli dizelerin sıralamamanın yalnız tınısı değil, çürümüşlük kokusu da dayanılmazdır. “Babaoğulkutsal ruh”, Hıristiyanlık inancının temelini oluşturan üç kavramS A Y F A 4 n 2 9 M A Y I S A dır. Şiir de söz, tını, duyumsama uyuşumunun yarattığı anlam temeline oturur. Yazının başlığı, bir eklemeyle dörtlü bir bütünlüğü çağrıştırıyor: Babakızoğulkutsal şiir. Baba Abdülkadir Budak’ın “Okyanus Görmüş Gemi”, kızı Emel Güz’ün “Ciddi Hayal” ile “Ruhum Gövdemde Değil”, oğlu Orhan Göksel’in “Salâ” adlı şiir kitapları aylardır masamın üstünde. Sayfaları her açışta, şiirlerin çağrışımsal yoğunluğunun arttığını duyumsuyorum. “KARA KÂĞIT” Babakızoğul aynı yaşam ortamında şiir yazıyor, birinin yazdığı öbürünün yazdığına benzemeyecek denli özgün, ayrı duygu damarlarından besleniyorsa, orada bir kutsallık aranmalıdır. Abdülkadir Budak, “BabaKızOğul”u, üstüne şiir yazılmayınca, ak bir “yüzey” olarak kalan “Kara Kâğıt” başlıklı şiirinde bir araya getiriyor. Onları okudukça, üçlünün hem birbirinin bütünleyicisi, hem de her birinin ayrı bütünselliği olduğunu açığa vuracak her şey dökülüyor ortaya. Hatırladığım kâğıt“Baba”nın, şiirin kâğıdı karartarak onu anlamlı kıldığı algılamasını yansıtan “Kara Kâğıt” başlıklı şiiri gözden kaçırılırsa, üçlünün arasındaki “ayırıcı bütünsellik” kavranamaz: “Evimde, işyerimde, bindiğim otobüste/Karımın kuması olan, çocuklarla arama/Olur olmaz zamanda ansızın giren kâğıt/Her anında kışkırtıcı, baştan çıkaran beni”... Şiir, kâğıdın beyaz yüzünü karartmalıdır. Her şeyi gölgeleyen karalık, bu bağlamda arındırıcı bir öğedir: “Şiir haline getirip aklımı ve duygumu/Zamanın tozlarına emanet eden kâğıt/Kâğıttır konuşmayan boş olduğu sürece/Kararmak, lekelenmek iyidir sözcüklerle/Arınmaktan sayılır, boşluğu doldur Emel Güz, Adülkadir Budak ve Orhan Göksel birlikte... maktan/Ne yaşanan anılar ne sürüp gitmekte olan/Dönüp bakıyorum da hatırladığım kâğıt/Bu öyle bir hayat ki ancak yazanlar bilir”... Emel Güz, “Şiirim: Tıpkı Ben!”de “Ben hayata şiirle başladım. Babamın kâğıt ömrüne sözcük doğdum” diyor. Doğum, yaşamsal sürecin bilinçdışı evresidir. Emel Güz, “sözcük doğdum” söylemiyle bu süreci algısal bilince dönüştürüyor; bunu “şairim, ruh bilimcisi” sözüyle de perçinliyor. Emel Güz’ün şiirinin şifresi “sözcük doğmak”, “ruhbilimcisi” söyleminde aranmalı. Bunu, “Ruhum Gövdemde Değil” kitabının şiirine giriş olsun diye yazdığı güncesinde açığa vuruyor: “Zamanın diline düştüm. Yorgun, bilinçsiz, istemsiz ve yalnızlığa ayarlı. Vaktinde çalan saatler gibiyim. Bu yüzden, beni böylesine boğan, acıtan bu iç yolculuklar... Nereye gider insan bu iç yolculuklarda? Neyin gizini çözer, nereye varır ve nasıl anlamlı kılınır hayat? Çılgınlık desem, çılgınlık değil benimkisi. Çılgınlık, yazmak... Kendine inat, yaşama ve ölüme inat yazmak... Her an kendine ve yaşamın sonluğuna direnmek.” “Ayrı bütünsellik” diye nitelediğim olgu söylemde gerçekleşiyor. Abdülkadir Budak’ın şiiri, yavaş yürüyerek yol alır. Yürüyüşünün ayak takırtısı duyulmaz. “İki gözüm var benim/Ateş bakıyor biri/Kömür görüyor biri” | “İki de kulağım var/Dünyayı duyar biri/Kendine sağır biri” | “İki yolum var benim/Aşka çıkıyor biri/Ölüme çıkar öteki” | “İki ayağım vardır/Biri yazmaya yürürken/ Silmeye yürür diğeri”... Budak, abartı bulutunun gölgesini bile geçirtmez şiirinin üstünden. Şiirinin sessiz adımlı iç burkucu teslimiyetini şu dizelerinden yansıyor: “Kendi ağlarına takılan örümceği/En iyi ben anladım, ayaklarım bağlıydı”. Budak’ın şiirini bu bağlamda çözmeye yönelenler, “Dıştan bakan içten göremez derler” dizesindeki ironiyi görmezden gelirse, onun dıştan bakıp içten gören bir şair olduğunu kavrayamaz. “Ruhumdu duran zaman” dizesi, onu derinliğine kavrama gereksinimi duyanlara iyi kılavuzluk edecektir. Emel Güz, şiirinde geniş boyutlu tablolar çizerek iç dünyasında dolaşıyor. “Ruhum Gövdemde Değil” kitabında, şiirsel söylemle yetinmeyip düzyazı alanlarına açılıyor. Şiir, elbette ruhsal çözüm arayışlarının aracı değil; ama onsuz da olamaz. Güz, şiirinde bu den geyi canlı tutuyor. Şiirsel söylemi, yaşananlarla ruhun içsel boşlukları arasında sıkışıp kalmıyor, özgürce dile getiriyor söyleyeceklerini: “kadının çerçevesinden sızan ruhum/ipek ol duvarın elinde hayata eğril/geri dönmeyen ses yalnızlığa işarettir./tarihim ateş halkam/ akrebi bana bırak”. Şu dizelerinde de, içsellikleri de aşarak, ruhunun kıraç duygularına ulaştırıyor söylemini: “anne duvardan anneleri silmek istiyorum/ölmeliyim anne olmamak için bir daha/ ilaç boşaldıkça beynim çürüyor/neyi bekliyoruz gömülmek için ilaç kutusuna/çürüyen beyin kokusuna anneler dayanamaz”. Oğul Orhan Göksel, “Bir erkek çocuğu için/Anneler serinliktir,/Babalar derin/Girilmeyebilir/Büyüyüp kuyuya inilmelidir” dizeleriyle, girilip çıkılması kolay bir şiirin kapısını aralıyor; şu dizeleriyle de içine kapanıyor: “Yağmur suyu içtim, çabuk büyümek için./ Sırat bildim onu, kucağı sıcaktı./Yirmisinden sonra herkes benim için,/Uçuruma kurulmuş bir salıncaktı.” İlk şiir kitabı “Salâ”da, bir ucu açık, öbür ucu kapalı duyguların şiirini arıyor Göksel. Şiir, neden bir salâ (çağırış) onun şiirinde? Arapça kökenli salâ, sıradan bir seslenme, çağırış değil. Salâ verilerek, cemaat bayram ya da cuma namazlarına çağrılıyor, ona cenaze olduğu duyuruluyor. Göksel, ablasının ona yönelttiği soruda bu çağrının, şiirsel artalanına açıklık getiriyor: “İlk kitabıma Salâ adıyla seslenmemin iki nedeni var aslında. Birincisi ve bence en geçerli olanı iç dünyamdaki büyük kaybı, belki de kayıpları simgeliyor olması. Yitirdiğiniz şey ne kadar büyük olursa salânız da o kadar derin oluyor.” Göksel’in şiirinde salânın, bir çağrı simgesi olduğunu, şiirinin yönünü belirlediğini vardığı şu yargıdan çıkarılabilir: “Ben şiir yapan, şiir kuran bir şair değilim. Şiiri çağıran değil, şiir tarafından çağrılan, yazmaya mecbur bırakılan bir şairim. Bu anlamda benim şiire değil, şiirin bana bir bakışı var.” SÜKUNET VE KIVILCIMLAR... Babanın şiirinde derin sükunet ışıltıları egemen. Kızla oğlun şiirlerinde içe ya da kıvılcımların sıçradığı görülüyor; ama babadaki sakin ışımanın da kızla oğuldaki kıvılcımların da rengi aynı değil. Yine de, kız açısından da, oğul açısından da, şiirin kutsallığı “Baba”ya dayanıyor. Bunun anlam derinliğine, “Şair benim babam, başka ne olabilirim?/Şiir, şairin dibine düşer elbet./Sarılıp hâlâ sımsıcak öpebilirim.” dizeleriyle Orhan Göksel iniyor; babaoğul şiir DNA’sını irdelemekten de kaçınmıyor: “...babamla anılmak rahatsız etmiyor beni, hatta iyi bir referansa sahip olduğuma inanıyorum. Büyük gölgesinde kalıp kalmayacağımızı zaman belirleyecek elbette. Zaman ve şiir çıkaracak bizi babamın büyük serinliğinden.” Kız daha cesaretle yaklaşıyor bu gerçeğe: “Babamın gölgesinde kalmamak için soyadımı bile değiştirdim. Edebiyat dünyası çok sonra öğrendi benim Abdülkadir Budak’ın kızı olduğumu ve şaşıranlar oldu. Fakat bugün hâlâ babamın gölgesinde kaldığımı, bundan kurtulmak için polemik yaratacak, babamı karşıma alacak yazılar yazmam gerektiğini söyleyenler bile var. Ben bunlara aldırmıyorum ama içten içe bu kadar farklı bir şiir yazmamıza rağmen gerçekten onun gölgesinde miyim diye de düşünüyorum zaman zaman.” Kız Emel de, oğul Orhan da içlerini ferah tutsunlar; şiirde DNA kuralları geçersizdir; “şiir” olan şiirin üstünde hiçbir gölge barınamaz! n Okyanus Görmüş Gemi/ Abdülkadir Budak/ Yazılı Kâğıt Yayınları/ 74 s. Salâ/ Orhan Göksel/ Yazılı Kâğıt Yayınları/ 73 s. Ruhum Gövdemde Değil/ Emel Güz/ YKY/ 119 s. K İ T A P S A Y I 1267 2 0 1 4 C U M H U R İ Y E T