25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Tuğba Doğan'dan "Musa'nın Uykusu” hep aynı noktaya getirdi. Hakikatin bir dili varsa o hikâyenin dilidir.” OKURU BENJAMIN’E GÖTÜREN SATIRLAR Artık Zeliha, Musa’ya anlatmaktadır hikâyelerini, Musa onun evinde misafirdir şimdi, okurla birlikte. Tıpkı Benjamin’in dediği gibi: “Hikâye dinleyen kişi, hikâye anlatıcısının misafiridir; hikâye okuru bile bu mecliste yerini alır” (Son Bakışta Aşk, s. 92, 2001). Musa Zeliha’nın evindeki misafirliğine sürekli sabit bir noktaya bakarak devam ederken Zeliha tüm eski defterleri karıştırmaya, anılarda yaşamaya beri yandan da o anı, o anın gerçekliğini yaşamaya ve onla mücadele etmeye devam eder. Musa’nın misafirliğinin yedinci gününde, günün sonunda, gece çöktüğünde Zeliha esas hikâyeyi anlatmaya başlayacaktır: “Her seferinde ölmek zorundasın. Hikâyeni anlatmayı bitirdiğinde ölmüş olursun (...) Defalarca kendini öldürmenin geometrisidir edebiyat (...) Yazmak başka hiçbir nedenden değilse bile sırf bu yüzden arzulanacak şey. Kafir olmadan intihar etmenin ve kendini öldürsen de yaşamayı sürdürebilmenin tek yolu. Kendini bir hikâye için öldürdüğünde yeni bir başkası için doğabilmenin tek yolu. Kendini defalarca öldürüp yine de günahkâr olmamanın tek yolu. Hadi otur o zaman, başla, kendini de öldür beni de. ” Bu satırlar okuru bir kere daha Benjamin’e götürür: “Ölüm, hikâye anlatıcısının anlatabileceği her şeyin teminatıdır. Hikâyeci yetkisini ölümden ödünç almıştır.” Sona varmadan önce, daha doğrusu sona geldiği anda (Musa’nın Huzuru’ndadır), kapıyı açmadan önce hikâye anlatıcısı esas darbeyi vurur, işi bitirir: “Var gücüyle koştu. Hızır’a yetişti (...) sordu: ‘İçeri nasıl gireceğiz?’ Hızır elini omzuna koydu: ‘...Çağrılmadan gelmenin, kovulmadan gitmenin, suskunlukta kalmanın, biteviye durmanın mümkün olduğu gibi (...) Allah’ın hiçbir yerde, değil mi ki bu sebepten her yerde olduğu gibi. Mutlak dilsizliği gereksinen hakikatin yine dile muhtaç olduğu gibi’ dedi. Böyle gireceğiz. Ardından kapıyı kapatma. Sırla.” Peki Musa? Musa “uyku”ya dalar. Ya Zeliha? Zeliha “ölüm”le birlikte (ölüm şimdi onun teminatıdır) yeni hikâyelerine hazırlanır belki de. Artık her şey çift anlamlıdır, hatta ikiden de fazla anlam barındırır. Kapılar açılır, aralanır, sırlanır, hikâyeler sürprizlere gebedir ancak yine de hepsinin bir sonu/ bitişi, bir teminatı vardır. Bu öyle renkli bir hikâye değildir çünkü hikâyenin esası olan aile kavramının ve ilişkilerin aslı da uçuk renklerde, iç açan tonlarda değildir. Anlatının mizahı ayrıntılarda ve ayrıntıları da mizahında gizlidir. Acısında ve inceliklerinde tabii ki alay vardır ancak bu ayrıntı ve incelikler elbette vakti olan içindir. Durup anlamaya vakit ayıranlar için. Musa’nın Uykusu “olmuş” bir ilk roman. Hikâyenin kapılar açacağı ve ardından kapatmayacağı aşikâr. Yazarının bir sonraki anlatısının nasıl olacağını, o aralık kapıdan ne zaman süzüleceğini merak ettiriyor. Yolu açık olacak, kapıysa zaten aralık ve sırlı. n Musa’nın Uykusu/ Tuğba Doğan/ Yapı Kredi Yayınları/ 156 s. K İ T A P S A Y I 1259 Uykunun kapısında hayal ve hakikat Tuğba Doğan’ın ilk romanı “Musa’nın Uykusu”, güncel bir hikâyeyi masalsı bir dille sinematografik anlatımı harmanlayarak aktaran, kurgusuyla sağlam okuruna dinlemeye değer bir sonat sunuyor. Hakikatin dile gelmesi meselesini yazının açmazında usulca kurcalayan “Musa’nın Uykusu” hem naif hem ağırbaşlı hem tekil hem çift ruhlu bir hipnoz seansı. r Müge KARAHAN azen altını çizdiğimiz kitaplar okumak isteriz ve bunu sıklıkla yaptığımız satırlar ararız edebiyatta. Çok sevdiğimiz yerleri coşkuyla çizip belirtmek, çizilen cümleye karşı bir şey hissetmek, bir söz söylemek isteriz. (“Ah tam da beni anlatıyor” gibi büyüklü küçüklü laflar!) Bazen bunları dilerken bazense aynı güçte bir his ve hevesle okuduğumuza serbestçe devam etmek, hızla yol almak isteriz. Oturur, yatar ve kaykılırken her fırsatta kitaba yapışıp duraksamadan ilerlemek isteriz. Tuğba Doğan’ın ilk romanı Musa’nın Uykusu, her iki duyguyu ve zevki okura yaşatan metinlerden. Öncelikle o aradığımız, altı çizilesi satırları veriyor bize roman. Bir noktadan sonra eline kalem almaya direnemiyor okur ama aynı zamanda bir filmi izler gibi yol alıyor sayfalarda. İç seslerde duraksıyor, rüyalarda ağırlaşıyor belki, kişi tahlillerindeyse ikiletiyor yazarın laflarını ama sıkıntısından değil hem gözleriyle hem kalemiyle çizme gereksiniminden. “Sonra not alırım bunu” diye düşünüyor, ilk roman olduğundan okur da biraz havalı, yoksa hemen kapacak defteri de, ona da direnemeyecek. KARAKTER TAHLİLLERİ Romanda farklı mekân ve zaman katmanlarına alışkınız elbette. Ancak bu kadar müzikli, resimli romanlarla çok sık karşılaşmıyoruz. Doğan’ın romanının bir müziği, bir sesi var. Bu romanın sinematografisi sanırım en başta bir roman müziği (bir tür soundtrack) oluşturabilmesinden ve tabii ki farklı zaman ve mekânlar arasında gidip gelirken yazarın dekoru ustaca değiştirivermesinden kaynaklanıyor. Oturma odaları ofise, hasta odaları dersliğe dönüşüveriyor; salondan bahçeye çıkılıyor. Vapurdan inilip şehirler arası otobüse biniliyor; İstanbul’dan taşraya uzanılıyor. Karakter tahlilleri oldukça başarılı çünkü yazının başında bahsettiğimiz sürükleyicilik de incelik de var o aktarımlarda. Romanın esas kadını ve esas sesi Zeliha, işyerindeki bir arkadaşından S A Y F A 6 n 3 B bahsederken bin bir tedbir ve temkinle kendi kuytumuzda sakladığımız Tanpınar’ın satırlarını çıkarmaya imkân tanıyor: “Ruhi etrafındaki onca kalabalığa rağmen zavallı bir yalnızlığı yaşıyor aslında. İnsanlar onun acı şakalarına, yıkıcı mizahının kurbanı olmaktan korktukları için tebessüm ediyor. Çünkü kimsenin düşmanı olmayı istemeyeceği birisidir Ruhi. Sefil bir kudret değil mi bu? Ruhi aslında herkesten daha yalnız, sadece bunu görmek istemiyor. ” Romanın yarısını devirmeden okuduğumuz bu satırların ardından tüm temkin ve korumacılığımıza rağmen onca zahmetle de olsa Tanpınar’ı ortaya çıkarmamız boşuna değil. İlerleyen sayfalarda, Zeliha yine iş ortamını, birlikte mesai ve çile doldurduğu insanları anlatırken açıktan Huzur’un Mümtazı’na ve İhsan Ağabeyi’ne gönderme yapar ki okur o vakit bunun güçlü bir aktarım olduğuna dair başka kanıt aramaz. Okurla metin arasında bir bağ kurulmuştur. Yazar, kendi duygusunu dahası kendi köklerini okura hissettirmektedir; hele ki kendiyle aynı topraklarda dolanan okura “köklerim o topraklarda” demektedir. Bu etkilenme, bu etkileşim edebiyatta hep olsun dediğimiz bir esindir, esintidir. Yazar hem köklerine gönderir hem de atlas ve haritalarını açar okura ara sıra. Onun atlasında Proust’u görürüz, Atay’ı görürüz (özgeçmişinde yer alan, yüksek lisans tezinde Atay üzerine de çalıştığı malumatını tamamen unutmuşken ya da belki hep hatırlarken bu hiçbir şey fark ettirmez), Benjamin’i görürüz. Bu romanın anlatıcısının, hikâyesine başlarken yazdığı şu satırlarda belki de hepsini bir arada görürüz: “Musa’nın hayat hikayesinin bizlere bir şey öğretmek için tanrının kullandığı alegorilerden biri olduğunu düşünmekse o gün de haksızlık gibi geliyordu bana ve hâlâ da öyle. Anlaşılmak için tanrının bile alegorilere ve hikâyelere ihtiyacı vardı. Bu da beni dönüp dolaşıp Tuğba Doğan’ın romanının bir müziği, bir sesi var. Oturma odaları ofise, hasta odaları dersliğe dönüşüveriyor; salondan bahçeye çıkılıyor. Vapurdan inilip şehirler arası otobüse biniliyor; İstanbul’dan taşraya uzanılıyor. N İ S A N 2 0 1 4 C U M H U R İ Y E T
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear