Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
K Bir tür Ferzan Özpetek filmi izliyormuş duygusuyla okuyoruz İstanbul Kırmızısı’nı. Usulca içe işleyen, bu yönde tohumlar serpen, ancak sinemacıya yakıştırılabilecek kesmelerle, sıçramalarla farklı yerlere, bunların dayanak oluşturduğu öykülere ilmekler atan bir anlatımla yol alıyor roman. ok yönlülüğe dayalı toplumsal, bireysel bir yaşam kuramadığımız ortada. En özgür, en özgün tutum, davranışla, işleyişle karşılaşılacağı kestirilebilecek sanat alanında bile kopyacı bir kavrayış sergilemekten kurtulamıyoruz. Sanatta benimsenerek öne çıkarılan bir okulun, tutumun, adın, yapıtın ardılı olmayı daha güvenilir bulduğumuzdan mı nedir, gelişmiş algıya sahip verimleyici, alımlayıcı yansıtımı dışında kitlesellik taşıyan sanatsal ilişkilenişlerde, bununla örtüşür eylemlerle karşılaşmıyor muyuz hep? Müzikten resme, tiyatrodan sinemaya kitlesel akışlarda edebiyatseverlik, müzikseverlik, tiyatroseverlik kendine ayrı ayrı yer açarken sanatseverlik olgusu üzerinde gereğince durulmayışı da anlamlı değil mi? Çoksesliliği başaramayışımızın pek çok nedeni sayılacaktır elbette, ama alışılmışın vaat ettiği bir güvenilir limana sığınma güdüsünün de bunda hatırı sayılır payı olsa gerek. Göreneğe uyularak sergilenen aynı bir yaşama anlayışının giderek bize aynı anlayışta yeme içmeyi, söyleşmeyi, evlenmeyi, eğitimi, beğeniyi, olumlamayı, tapınmayı vb. dayattığı da görmezden gelinmemeli bu arada. Demek biz, bunları kültür içi kılabilmiş değiliz. Toplumca sürekli tarhana bulgur okuyup dinlememiz, izleyip seyretmemiz, paylaşmamız da bunu gösteriyor bir bakıma. Hep aynı türde roman tiryakisi okur veya sinema tutkunu izleyici olmak yerine şöyle alçakgönüllü sanatsever olmayı sindirebilmek az şey mi? Sözgelimi 33. İstanbul Film Festivali’ni karşılayan şu günlerde, bu filmler yalnız sinemaseverlere mi sunuluyor? Film konusunda televizyonların dar hendesesine bağlı kalan insanlar bunun ayırdında olmayabilir, ama kimi romanlar, albümler, filmler vb. yüz binlerce insana ulaşırken İstanbul’da böylesi bir sinema tansığının yaşandığının ne ölçüde bilincindeyiz? Öte yandan yazıncılar arasında sinemacılık yapanlar kadar sinemacılarımız arasında yazına yönelik yapıt üreten de az değil. Bu yılki festivalde Altın Lale Ulusal Yarışma Jüri Başkanlığı’nı üstlenen Derviş Zaim eski bir C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com Sinemanın çekiminden romanın çevrintisine romancı örneğin. Ama tek romanda bıraktı sanıyorum işi: Ares Harikalar Diyarında (1995). Var mı başka romanı, bilmiyorum. Ama şimdilerde yazınsal üretimleriyle adlarından söz ettiren sinemacıları konu alalım istiyorum biraz da… Bu hafta yine Zaim gibi, “şimdilik” ilk kitap olarak tek romanla bizi selamlayan, ileride belki kendisinden yenilerini de okuyacağımız dünya sinemasının ünlü bir adı Ferzan Özpetek’in, onun Ferzan Özpetek çiçeği burnunda yazarlık verimi ilk romanına ayıralım istiyorum “Kitaplar Adası”nı: İstanbul Kırmızısı (İtalyancadan çev.: Eren Cendey; Can, 2014) FİLM SEYREDER GİBİ ROMAN OKUMAK… Ne sinemacılar ilk kez roman yazıyor, ne de romancılar ilk kez film çekiyor. Peki sinemacılar, filmlerinde birebir evren kuramadıkları, buna ulaşamadıkları, böyle bir kuşku duydukları ya da yazıya döktüklerinde bunu daha iyi yaratabileceklerini umdukları için mi, çocukluğu filmde kurmanın ötesinde, bir kez de yazının büyüsüyle yaratmaya girişiyor acaba bunu? Bir sinemacıdan çıktığı belli, en azından yazarının sinemacılığına şaşmadan bakılabilecek bir roman bana göre İstanbul Kırmızısı. Sıcak anlatı yapısı, küçük iklimler yaratarak insanı halkalayıp kucaklaması, tam anlamıyla kare mantığından kopamaması böylesi izlenim bırakıyor insanda. Çocukluğa, o günlerin yaşantı dilimleriyle çevresine, dokusuna yönelik anımsayışlar, çağrışımlar, bir dizi iç düşünce akışı güdümünde adeta peyzaj renkleriyle, içe dokunan müzikler eşliğinde perdeden akarken, insanın yüreği de köpür köpür kabarıyor durmadan… Hani çocukluğun uçsuz bucaksız evreninde gezinirken iki başlılık yaşar ya insan; hem olabildiğine içindedir yaşamın, bütün soğukluğu, uzaklığına karşın beri yandan da gerçek zamanın dışına bırakılmış atıktır, bunun gibi. Çocukluk, ilk gençlik yıllarını İstanbul’da geçiren, ama yaşamını artık İtalya’da sürdüren ünlü bir sinemacı olan anlatıcı, İstanbul’a, son bir darbe almak pahasına çocukluğun yıkım törenine gelmiştir sanki. Çünkü söz konusu yılların yaşandığı Boğaz kıyısındaki yalı artık elden çıkarılacaktır. Ne ki o, yine de bir iyimser son yaratmayı başaracaktır, yaşadığı olumsuzluklara karşın… Bu arada erkeksiz yuvanın hareminde, bütün zamanlar boyunca kendisini kuşatan kadınların uç, aykırı ama hem komik hem de alabildiğine dramatik, hüzünlü yaşamlarına 1259 Ç tanıklığa çağırır okuru. Yalı yıkım için gün sayarken harem dağılmıştır belki, ne var ki sesler, görüntüler anlatıcının bellek sinemasında duruyordur olduğu gibi. Bütün bunlar son derece duygulu bir okuma ortamının oluşmasına yol açıyor elbette… Hele, “[h]iç çözülmemiş gizemler, asla açıklanmamış aile sırları” da (15) söz konusuysa… Yazar da, evin bu örtük yaşamından perde aralayıp haremin gizlerine doğru çekerken durma bizi… Geçmişe bakarken anneyi, babayı, ötekileri yeniden kurup ortaya çıkarmayı dener “yalnızlıktan hoşlanan”, “öykü hırsızı” (29) anlatıcı. Bütün kurmaları adeta inceden inceye yaşayıp yerli yerine oturtur. Böylelikle başkalarının öykülerine sızıp bunları çalmaya girişir bir bakıma. İstanbul’a gelirken bir kadın yolcu da vardır aynı uçakta: Anna. Elöyküsel anlatım eşliğinde o da eşiyle, yardımcılarıyla bir ölçüde iş nedeniyle, ama asıl gezip görmek amacıyla İstanbul’a geliyordur. Üstelik o da çocukluğuna dönük vurgunlar yemiştir, babasının “ihanet”ini (60) yaşamıştır, yaralıdır anlatıcı gibi. İkisi arasında birbirinden kopuk ama koşut kurguyla uçakta başlayan düzlemsel paydaşlık, romanın kimi yerlerinde minik çakışmalarla dirsek yapıp sona ulaşırken karakterler aracılığıyla evrensel acıların da burgacına dalarız. Bundan kurtulmanın tek yolu bağlamında ise koşulsuz, sınırsız sevgi çıkar karşımızda. Bir tür Ferzan Özpetek filmi izliyormuş duygusuyla okuyoruz İstanbul Kırmızısı’nı. Usulca içe işleyen, bu yönde tohumlar serpen, ancak sinemacıya yakıştırılabilecek kesmelerle, sıçramalarla farklı yerlere, bunların dayanak oluşturduğu öykülere ilmekler atan bir anlatımla yol alıyor roman. Gerçekten de Özpetek, romanı, filmin karelerini ekler gibi küçük, işlevsel ayrıntılar, çağrışımlar, anımsayışlarla ilmekliyor birbirine. Ancak yazarın, kurgudan, kişilerden çok, içtenliği öne çıkarıp, okurun bu yönde etkilenmesini istediği seziliyor anlatısında. “İSTANBUL KIRMIZISI”… İstanbul’un “kırmızı”sı bir simge elbette. Çünkü bütün kırmızıları birleştirerek bir İstanbul kırmızısı koyuyor ortaya yazar. Kan var bunda, sonra Gezi Direnişi’nin kırmızı giysili kadınından anne kırmızısına uzanan, derken kentin lalelerini, haremin ağır havasıyla cinselliğin sınırsızlığını, kültürlerarası kuşatıcılığı, özgürlüklere açılmış aşkları da kuşanan bir kırmızı denebilir sonuçta… Üstü gökyüzü, altı su İstanbul, artık biraz da kır3 mızıdır bu duruşuyla. Nitekim “aşk cinsiyet ayırmaz” anlatıcıya göre, “aşk seçer, işte o kadar.” (57) “İmkânsız aşklar, yarım kalmış aşklar, var olabilecekken olmamış aşklar” da (64) söz konusudur bu arada. Yazar, bu açıdan yurtsama gibi “aşksama”yla da yüzleştirmeye girişiyor okuru. Yaşlanmış annenin söyledikleri, anlatıcıyı da irkiltecektir: “Aşk ömürlüktür.” (74) Bu çok açılı veya ikili yaklaşımların roman evreni içinde bütünüyle örtüştüğü görülüyor aynı zamanda. Örnekse bir yanıyla sığınılıp şefkat umulan ya da yadırganıp yabancılaşılan anne baba, çocukluk, aşk, cinsellik, bunların yaşandığı kent hep bir şaşırtmaca sergiler bu bakımdan. “Kendi(siy)le geçmişi(.) arasına mesafe koymayı yeğl(er)” (48) zaten anlatıcı hep. Şöyle düşünür hatta; “bir anlığına hayatımın dışına çıkıp bir yabancı gibi bakmak hoşuma gidiyor.” (128) İkili yaklaşım, Anna ile anlatıcı arasındaki ilişkide de kendini gösterir. Sözgelimi anılar, anımsayışlar, kentin eski dokusu, aile, çocukluk vb. siyah beyaz karelerle hatta sözsüz aktarılırken günümüz yaşamı ise, Anna aracılığıyla üstelik alabildiğine renkli bir Doğu masalı halinde yansıtılıyor. Ayrıca anlatıcı yönetmen, kendi sinemasına dönük ipucu verirken okura, şu ikilemeyi de vurgular bir biçimde: “Temelde benim filmlerimde de yinelenen iki nota budur: yürek dağlayan aşk ve hafiflik.” (92) Romanın sonunda anlatıcı ile Anna bir başka Roma’da buluşmuş olur; Doğu Roma: “olduğu gibi olan ama aynı zamanda olabilecek her şey olan şehir. Söylenmemiş ve gerçekleşmemiş bütün olasılıkları barındıran şehir.” (125) FERZAN ÖZPETEK’TEN ROMAN OKURUNA GEÇENLER… Soy bir sanatçı tutumuna sahip Ferzan Özpetek. Yapıtını dirsekleyip kendini öne çıkarmaya çabalayan pek çok insandan ayrılıyor bu nedenle. Çektiği filminin, yazdığı romanının mutluluğunu yudumlamakla yetinen, bunu kendisine kâr sayan, gerçek sanatçılara yakıştırılabilecek yüce gönüllü bir davranış bu… Yalın anlatımıyla, kendisi de yapyalın bir roman İstanbul Kırmızısı. Basitlik, sıradanlık biçiminde alınmamalı bu. Ancak yer yer doğrudan anlatıma dayalı bölümlerin, anlatıcı sinemacı ağzından anıya ya da denemeye çalan söylem havası yayması nedeniyle romandaki kurmacayı zedeleyen bir yan taşıdığı söylenebilir. Özellikle “Sinema, Sinema” başlıklı bölümde bu etki çokça duyuluyor bana göre. Sonra motosiklet kazasında ilgi duyduğu bir erkeği yitirmenin hemen ardından Anna’nın, tam anlamıyla tanımadığı, ancak sıcak tutumundan ötürü içinde ilgi kıpırtılarının yeşerdiği bir sürücünün kullandığı motosikletin arkasında yadırgamaksızın yolculuğa çıkabilmesi, gerçektenlik bağını zedeliyor kanımca. Bütün bunlara bakarak yeni bir yaşama açılmaya hazır olanların, İstanbul Kırmızısı için de kollarını sıvaması gerekiyor… Hele sinemaya ilgi duyanların özellikle okumasında yarar var Ferzan Özpetek’in romanını. Geleceğini sinema üzerine kurmaya kararlı bir gencin özöyküsel anlatısıyla gelişen roman evreni onları derinden kuşatacak çünkü. O halde bu duru, sıcak romana bir yer açılabilir pekâlâ. Öyle ya, sığlıklar içinde yüzdüğümüz, böyle yaparken de okyanuslar yaratmaya çalıştığımız şu dünyada; en azından bir başlangıç yudumu, ılık bir nefes yaratabiliriz kendimize İstanbul Kırmızısı’ndan… Laleler de durmadan göz kırparken kızıl ışıltılarla çevremizde… n 2014 n S A Y F A 15 N İ S A N