Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
maaştıran d Ephn, başan inış gibi ? her zaman yalnız bir kahramandır.” Ayrıca; Fatih, “atası Osman’ın, öz amcası Dündar Bey’i öldürttüğünü” bilir. Dolayısıyla, bu “kanlı gelenek” ona yabancı değildir. laştırılır. Müştak, “yıllardır dinmek bilmeyen bir özlemle beklediği ve her geçen gün artan bir tutkuyla sevdiği kadını, menekşe tutkunu Nüzhet’i” öldürmüş olabilir mi? Yazınsallığı Güçlendiren Anımsatmalar Nüzhet’in ve daha sonra da Tahir Hakkı’nın öldürülmesi olayını araştıran Komiser Nevzat, Babinger’in “Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı” ve Tolstoy’un “Kroyçer Sonat” adlı yapıtlarından yola çıkarak, katili ortaya çıkarmak için, benzer motifler içeren bu yapıtlardan yararlanmaya çalışır. Ahmet Ümit, iki tarihçinin öldürülmesi ve birinin yaralanması olayını, dilin bütün olanaklarını kullanarak muhteşem bir şekilde gizemlileştirir. Usta romancının gizemlileştirici ve sürükleyici betimlemesi nedeniyle, okuyucu kâh Müştak’tan, kâh Nüzhet’in yeğeni Sezgin’den, kâh yaşlı ve gelenekçi tarih anlayışını simgeleyen Tahir Hakkı ve onun çevresindeki genç tarihçilerden, kâh teyze kızı Şaziye’den kuşkulanır. Öte yandan yazar, tarihsel olayları, kurguya kurban etmez. Geçmişe ilişkin farklı görüşleri savunan günümüz tarihçilerini tartıştırmak suretiyle, geçmiş ile şimdiyi ilişkilendirir. Aktarılan tarihsel olayların, aktaranların öznel kurgusu olduğunu ve bu yüzden hakikatlerin farklı yaklaşımların çatışmasından doğabileceğini sürekli duyumsatır. Bu bağlamda yazar, Fatih Sultan Mehmet öldüğünde veya “öldürüldüğünde” diyerek Fatih’in ölümü üzerindeki gizemi dile getirir. Nüzhet’in öldürülmesini, Fatih’in ölümü veya öldürülmesi hakkında yaptığı araştırmalarla ilişkilendirerek, hem ulusal tarih yazımının sorunlarını başarıyla anlatılaştırır. Ahmet Ümit’in, “Sırları Çözmeye Çalışan Adamın Sırrı Olur mu?” adlı bölümde Nüzhet’e söylettiği “Çelik gibi iradesi olan bir ulusu, kimse tarihten silip atamaz” sözleri, bana Hegel’i anımsattı. Hegel, “Tarih Felsefesi”nde2 Türkler, “Yeniçerileri, sağlam bir odak noktası yaparak, kalıcı bir egemenlik kurmayı başarmıştır” diye yazar. Bu filozofa göre, Yeniçeriler, Türk erkinin/iktidarının temelidir. Türkler, “güçlü bir ulustur ve güçleri fetihlere dayanır.” “Hiçbir cinayet göründüğü kadar basit değildir” diyen Ahmet Ümit’in anlatımı uyarınca, II. Murat, “Haçlılara yenildiği için”, tacını tahtını, on iki yaşında deneyimsiz bir şehzadeye bırakmıştır. Tarihi olayların aktarımında vicdan kavramını öne çıkaran yazar, “vicdanı olmayan bir tarihçi, vicdanı olmayan bir yargıçtan daha kötüdür.” Bu nedenle, tarihçi yargılamamalı, “bildiklerini kaynak göstererek ve doğal olarak kendi yorumunu” da ekleyerek aktarmalıdır. Ahmet Ümit, Fatih’i ve Osmanlı tarihini sevecen ve eleştirel tutumla yazınsallaştırmıştır. Yazarın bu sevecen tutumu, Tahir Hakkı gibi “geçmişi kutsayan” tarihçilerin aktarımına bile yansır. Tahir Hakkı, II. Mehmed’i “Roma İmparatorluğunu kendi hükümdarlığında birleştirip, farklı dini ve dili olan halklardan tek bir millet yaratmayı amaçlayan adam” ve “aklı ve bilgiyi” önemseyen hükümdar olarak niteler. Bu yaklaşım, yazarın İstanbul’un fethi sırasında Ayos Romanos’un, diyesi, Topkapı’nın karşısına konumlanan Fatih’i ve ordusunun durumunu, Reşad Ekrem Koçu’ya dayanarak betimlediği bölümde de belirgindir. Söz konusu anlatım tutumu, hem romanın bilgi değerini hem de ve sonnlattırledir. stantica yan toperef sa“DireHer iki” diyeürür. en nan kılıç” lerin yın bir nilgi bile er za mez? nında özde II. soyunZağakapıuğu bu r. Faonra rakibi, yollalarını ıştır. çön öltının lanaknarak mesi ve babaci, aynı abanın mak, Ayrıca uluk” de iğdiş ir zaetirir. nefret , baba; e güçlü aşmak lt anın güdaha ü “iktiBu böbuluşe koMehzetiyolin ınların aşımıher döazar, dayı sı kaçılay, sine rdan bi olz. Doi, ? 1164 Tarih ile Edebiyat Bağıntısı Nasıl Açıklanabilir? Alman yazar Thomas Mann, romanı, “anlatının şöleni” diye nitelendirir. Bu niteleme, öncelikle Ahmet Ümit romanı için geçerlidir. Tarih ve edebiyatın ortak yönü, bunların öznel kurgulama ve anlatma ürünü olmasıdır. Farklı yönlerine gelince: Tarih aynı zamanda bilimdir. Tarihçi olayları nedensonuç ilişkisi içerisinde irdeler. Buna karşın edebiyat, sanattır. Edebiyatı sanatsallaştıran nitelikse yalnızca kurgulama değildir. Edebiyat, kurgulama sürecinde dilsel malzemenin biçemselleştirilmesi, diyesi, estetikleştirilmesiyle ortaya çıkar. Theodor Adorno, Lukacs’a ilişkin eleştirisini, gerçekliği olduğu gibi yansıtarak sanat yaratılamayacağı düşüncesine dayandırır. Adorno’ya göre, sanat, gerçekliği “görüntüleyerek” ya da belli bir “perspektiften” olduğu gibi yansıtarak oluşamaz. Sanat, “gerçekliğin görgün biçimince gizlenen şeyleri, özerk kurgulamanın gücüyle dile getirmek suretiyle” oluşur.1 Bu yaklaşım uyarınca, “tarihsel gerçekliğin” görgün biçimiyle yansıtılması sanat için yeterli değildir. Tarihselin, yazınsallık, daha kapsayıcı deyişle, sanatsallık niteliği kazanabilmesi, kurgulama, biçemselleştirme ve bunların doğal türevi olarak ortaya çıkan estetikleştirme ile olanaklıdır. Tikel ve özerk sanat yapıtı, dil üzerindeki biçimleyici çalışma ve dil dolayımıyla gerçekleştirilen biçemselleştirme ve estetikleştirme sonucu ortaya çıkar. Adorno’nun yukarıda andığım yapıtında yer alan “bir şeyi anlatmak demek, tikel bir şey söylemek demektir” saptamasında dile getirdiği özgünlük ve tekillik, yazınsal yapıtın belirleyici ölçütüdür. “Sultanı Öldürmek”, bu ölçütleri fazlasıyla karşılamaktadır. Ahmet Ümit’in edebiyat üretimi, genellikle tarihsel birikimi estetikleştirmeye, yazınsal söyleyişle, anlatılaştırmaya dayanır. “Sultanı Öldürmek”te de bu yaklaşım başattır. Romanın ilk bölümünde Nüzhet ile Müştak arasında geçen telefon konuşmasında “Fatih’in Kardeş Katli Fermanı” konulaştırılır. Bir zamanlar Müştak’ın “gönlünün sultanı olan” ve aşkıyla Müştak’ı “kararsız ve savunmasız” bırakan Nüzhet, tarihsel hakikatlerin arkasındaki nedenleri açığa çıkarmakta kararlı bir tarih bilimcidir. Nüzhet’in, bir Amerikalı ile yaptığı evlilik, “kültür farkı” yüzünden yürümemiştir. Müştak’ı akşam yemeğine çağıran Nüzhet, romanın kapak tasarımında da yer alan ve üzerinde Fatih’in tuğrası bulunan bir mektup açacağı boynuna saplanarak öldürülmüştür. Psikojenik füg hastası olan Müştak, geçirdiği kısa süreli unutkanlık yüzünden ne zaman ve nerede bulunduğunu ve neler yaptığını kesin bilmeksizin, kendisini Nüzhet’in evinde bulur. Bilinci kısmen yerine gelince, cinayeti kendisinin işlediğini sanarak, evdeki el izlerini silip, en önemli kanıt olan mektup açacağını yanına alır ve denize atar. Böylece, Fatih döneminin tarihsel olayları ile bugünün ideolojik tarih anlayışı arasındaki ilişkiler bağlamında “öldürme” olayı ve Müştak’ın öz sorgulaması, yapıtın ana izleği olarak anlatı estetik değerini önemli ölçüde arttırır. Anımsatma ve/veya duyumsatmalar arasında Nicolo Barbaro’nun “Kuşatma Günlükleri”, Grandük Lukas’ın “Konstantinopolis’te Latin külahı yerine, Türk sarığını görmeyi yeğlerim” sözleri ve Giustiniani ailesinin oğlu Giovanni Longo ve askerlerinin yiğitliğini de anmak gerekir. Tarih ve Edebiyat Nasıl İlişkilendirilebilir? Tarihin, gücü veya erki elinde tutanın isteğine göre yazıldığını sürekli vurgulayan yazar, İtalyan ressam Belli’nin “II. Mehmed ve Oğlu” adlı yağlı boya tablosunu andığı yerde Avrupa edebiyatında en sık kullanılan malzemelerden biri olan “Cem Sultan Olayı” ve babası Kanuni tarafından öldürülen Şehzade Mustafa olayına değinir. Bu bağlamda Cem Sultan olayının, Türk kültüründen Batı edebiyatına geçen ve yüzyıllarca özellikle drama türünde en sık kullanılan bir motif olduğunu belirtmeliyim. Ahmet Ümit, tarihi yazınsallaştırmada önemli tarihsel yapıtlar ve tartışmalardan yararlanır; bu amaçla özellikle Alman tarihçi Franz Babinger’in “Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı” adlı yapıtı sıkça anlatıya katar. Edebiyat ile tarih ilişkisini, Fatih’in kişiliği bağlamında da anlatılaştıran yazar, bu padişahın Avni mahlasıyla şiirler yazdığını da dile getirir ve şu iki dizeyi aktarır: “Dökülen yere bela tığı ile kanındır/Her dem ağza gelen mihnet ile canındır.” Baba katilliği olur da Dostoyevski’nin “Karamazof Kardeşler”den söz edilmez mi? Nitekim Nüzhet de bir kâğıt parçası üzerine İngilizce “Particide, Filicide, Fratricide”, diyesi, “baba katilliği, oğul katilliği, kardeş katilliği” sözcüklerini yazmıştır. Ahmet Ümit, aynı yerde Müştak ile Nüzhet arasında geçen konuşmada, edebiyatı bırakıp tarihe yönelen Heredotos’a gönderme yaparak, edebiyat ile bilim ilişkisine değinir. Yazarın çok yerinde aktarımıyla, “bilim, şiiri öldürür”; çünkü bilim, neden sonuç ilişkisini araştırır, hakikatleri ortaya çıkarmaya çalışır ve bulgularını düzyazıyla açığa vurur. Şiirde ise salt içsellik ve öznellik söz konusudur. Ahmet Ümit, tarih ile tarihseli yazınsallaştırma arasındaki ince ilişkiyi yetkinlikle anlatılaştırır. “Fatih’in Kardeş Katli Fermanı” adlı bölümde malzemesini zenginleştirmek için, Tolstoy’un “Kroyçer Sonatı”nı da anlatıya katar. Bu küçük yapıtta da bir kama ile karısını öldüren bir adam anlatılır. Fatih, daha çocuk yaşta “birçok ihanetle”, yazarın deyişiyle, “bir derin devlet” ile karşılaşmıştır; çünkü “derin devlet, her devirde, her coğrafyada vardır.” Yazar, “Padişahlık, Onun Hamurunda Vardı” bölümünde Tursun Bey’in Konstantinopolis’in alınışı sırasında yazdığı dörtlüğü aktarır. Söz konusu dörtlük, günümüz Türkçesiyle şöyledir: “Hisar burcu, kargı, ok, mızrakla bezenip Bir acayip şekle büründü ki Sanki binlerce Anka kuşu Yuvadan gagalarını gösterirler.” Yazarın İstanbul kuşatmasını ayrıntılı yazınsallaştırdığı “Tarihini Bilmeyen, Kendini Bilmez” adlı bölümde II. Mehmed, “aysız bir gecenin altında karanlık bir heyula gibi yıkılıp üzerine gelen” Konstantiniyye’ye bakar ve şunları söyler: “Ey bütün dünyanın arzuladığı şehir, ya ben seni alacağım, ya da sen beni!” Bu sözler, bana Niyazi Mısri’yi çağrıştırdı. Niyazi Mısri, Limni’de sürgünde bulunduğu sırada birinin “ya o beni, ya ben onu” diye mırıldandığını işitir ve bu sözlerden esinlenerek şöyle bir dörtlük yazar: “Kasap elinde koynum Ya o beni, ya ben onu Cellât elinde boynum Ya o beni, ya ben onu” 3 “Babalarını Öldüremeyen Çocuklar Hiçbir Zaman Büyüyemezler” bölümünde “kendini yeryüzünde Allah’ın gölgesi olarak gören” Fatih, Bakara Suresi’nde buyrulan, “Doğu da Allah’ındır Batı da” sözleri uyarınca, Osmanlı İmparatorluğu’nu doğuya ve batıya doğru genişletmiştir. Goethe “Batı Doğu Divanı”nda bu sözleri “Talismane” adlı şiirde dizeleştirmiştir. ? Tarihi olayların aktarımında vicdan kavramını öne çıkaran Ahmet Ümit, “vicdanı olmayan bir tarihçi, vicdanı olmayan bir yargıçtan daha kötüdür.” Bu nedenle, tarihçi yargılamamalı, “bildiklerini kaynak göstererek ve doğal olarak kendi yorumunu” da ekleyerek aktarmalıdır. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1164 7 HAZİRAN 2012 ? SAYFA 19