25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Ahmet Ümit’le ‘İstanbul Hatırası’ üzerine ‘İstanbul’un taşı toprağı altın değil, kültür’ Ahmet Ümit’in İstanbul Hatırası peş peşe işlenen cinayetlerin çevresinde kurgulanmış. Ancak bu kitabı sıradan bir polisiye romandan ayıran birçok özellik var. Kitap, çeşitli kesimlerden İstanbulluyu bir araya getirerek içinde barındırdığı alt öykülerle zengin bir yapı sunuyor. Romanın bir başka önemli özelliği de İstanbul hakkında son derece detaylı bilgi içermesi. Kurgunun içine yerleştirilen bu bilgiler hem okumayı daha meraklı hale getirmeyi amaçlıyor hem de tarih aracılığıyla çok günümüzün dışındaki öykülerin de kurguya yerleşmesine imkân tanıyor. Ümit’le İstanbul Hatırası’nı konuştuk. Ë İsmail YILDIZ itabın uzun bir hazırlık süreci var. Önce yazım aşamasından önceki bu hazırlık evresini, araştırma, inceleme ve gezilerinizi ardından kitabın hangi fikirden yola çıkarak oluşmaya başladığını öğrenmek isterim? Aslında bu kitap, benim 1998’de başlayan yazarlığımda yeni bir aşamanın devamı. 1998’de ben Patasana’yı yazmaya koyuldum. Patasana, bu topraklardaki kadim kültürlerden biri olan Hititleri, geç Hititleri anlatıyordu ve ben o kitapla beraber bu topraklardaki tarihi, etnik, dinsel zenginlikleri, burada yaşayan halkları, kültürlerini anlatmaya çalıştım. Patasana ile başlayan süreçte sonra Kadim, Ninattanın Bileziği, Babı Esrar gibi kitapları yazdım. Bunların çok ortak yanı var. Ana mesele bu topraklarda yaşayan kültürler, çok kültürlülüğü vurgulamaktı. Dolayısıyla İstanbul Hatırası bunun son halkasıydı. Patasana’nın bitişine doğru, İstanbul’u da yazmalıyım diye düşündüm, o tarihsel zenginliği gördükten sonra. Ancak bir türlü tam bu boyutta bu kıvamda bir şey toparlayamadım aklımda. Fakat bir şehri bir romanın içerisine yatırmak zor bir meseleydi. O günden beri bu roman düşündüğüm bir romandı. Geziler yaptım, kitaplar okudum ve bu kitap 10 yıldır demleniyordu. En son Babı Esrar benim kafamda bittiğinde, bu kitap şekillenmeye başladı ve işte yaklaşık 20 aylık bir süreçte oturup yazdım. Tabi birçok insandan büyük destek aldım. “SADECE GÜZEL CÜMLELERİ ARKA ARKAYA SIRALAMAK ROMAN DEĞİL” Bu sikke meselesinin başka bir ironisi var mı? Bir ironisi daha var. Sikke bir anahtar, bir kapı oluşturdu. Öte yandan bir şey anlatmak istedim. Özellikle günümüzde milliyetçiliğin yükseldiği bir dönemde, örneğin bizim kullandığımız ay yıldız simgenin 2 bin 700 yıl önce buraya ilk gelen Yunan kolonisi tarafından kullanıldığını öğrendik. Ondan önce de Sümerler kullanmış. İnsanlık kültürünün aslında dinlerle, ırklarla, diller ve cinsiyetle bölünemeyeceğini, esas olanın bunun büyük bir kültür olduğunu ve buna sahip çıkarken o kültürde dinsel ve ırksal milliyetçiliğin insanlığı bölen bir bakış yarattığını görSAYFA 16 K mek gerekiyor. Yunanlılar iyidir, Romalılar kötüdür, Kürtler iyidir, Ermeniler iyidir, Türkler iyidir, Müslümanlık yücedir, Hıristiyanlık kötüdür gibi tanımlamaların kötü tanımlamalar olduğunu görmek istedik. Bu şehrin tarihinin de bize bunu göstermek istediğini anlattım. Bir başyapıt olarak ortaya koyduğunuz bu eser çok zor bir işe soyunmuş. Yani çok kültürlülüğün, çok renkliliğin belki de dünyadaki en önemli merkezi olan İstanbul’u ele alıyorsunuz. O kadar uzun karmaşık ve birbirinin içine geçmiş bir durum ki düşünmesi bile korkutucu. Bu durum sizi de korkutmadı mı? Elbette çok korkuttu. Ama işte önemli olan oradaki kurgu dediğimiz şey. Roman sanatında yapmanız gereken bazı işler var. Nedir bunlar? Kurgu çok önemli, hikâyeyi kurgu içinde vermeniz lazım. İki, dil çok önemli. Üç, karakter çok önemli. Karakter analizi yapmak ve bütün bunların arkasında tarihsel, ekonomik ve sosyal psikolojik bir fon oluşturmak önemli... O zaman roman oluyor işte. Kurgu yaratıcılıkla ilgili bir şey. Sadece güzel cümleleri arka arkaya sıralamak roman değildir. Edebiyat sadece dil değildir. O dil hikâyenin gerektirdiği dildir. Dolayısıyla buradaki asıl mesele o kurgudur. 7 cinayet, 7 sikke, bu beni rahatlattı. Bu kurgunun kendisi çünkü. Diğer romanlarınızdan son kitabınıza gelene kadar bir iz sürme durumu var. Bundan önceki kitaplarınızın İstanbul Hatırası’nın bir olgunlaşma aşaması ve ön tarafı olduğunu söyleyebilir miyiz? Aynen öyle. Önceki kitaplarda da aslında bunu anlattık. Evrensel insanı anlatmak dediğimiz şey tam da aslında Anadolu’yu anlatmak. Çünkü uygarlıkların asıl çıktığı yer burası. Önce Mezopotamya ve Sümer, sonra onlardan bu mirası Hititler devraldı. Hititler bir imparatorluk kurdu. 3 bin yıl önce bu yeryüzünün en büyük imparatorluğuydu. İkincisi de Mısır’dı. Sonra da buradaki büyük kazanımı Antik Yunan benimsedi. Onların benimsediği yapı üzerine tek tanrılı bir durum oluştu. Yani orta çağ dönemi, ardından rönesans. Bu uygarlık böyle gelişti. Dolayısıyla siz zaten bu toprakların kültürünü anlattığınızda evrensel insanı anlatıyorsunuz. İstanbul’da konuşulan iki önemli dil vardı. Yunanca ve Latince. Şimdi bütün Avrupa dilleri Latince köklerden geliyor. Hititlerin dili Hint Avrupa dili. Almanların dil kökeni Hititlere dayanıyor. Evrensel insanı anlatmak için de ben romancı olarak, burada zaten onu yapıyoruz. Bu topraklar onu anlatıyor. Bu topraklarda zaten onlar var. 3 bin yıl önce New York, Çorum’du. Dünyanın başkenti Çorum’du. 1700 yıl önce Konstantin’in başkenti İstanbul’du. Ama dünyanın başkentiydi işte. Böyle bir medeniyetten, uygarlık ve toprak parçasından söz ediyoruz. Farkında olmadan böyle bir zenginlikten söz ediyoruz. Daha önceki Kavimler kitabınızda boy gösteren Komiser Nevzat’ı burada da görüyoruz. Neden böyle bir yöntem denediniz? Şimdi aslında polisiye romanlarda çoğunlukla böyle karakterler olur ve bunlar devamlıdır. Ben çok kullanmıyorum. Ben başkomiser Nevzat’ı Kavim’de yarattım ve hikâyelerde vardı, bir de burada var. Burada kullanma nedenim şu: Çok fazla bilgi var ve Nevzat’ın biraz bilinmesini istedim. Bir tek karakteri anlatmaya kalkarsanız 800 sayfa olur. Bir de şimdi aslında polisler bu toplumun suçuyla iç içe yaşayan, toplumun bağırsaklarında yaşayan insanlardır. Toplumun bütün röntgenini çeken insanlar. Oraya baktığınızda toplumu anlayabilirsiniz. Sosyoekonomik yapısı ve sosyal psikolojisi nasıldır anlarsınız. Dünyanın her yerindeki suçları analiz edin, toplumlar hakkında temel bilgilere sahip olursunuz. O yüzden böyle bir karakteri seçtim. O bize toplumun sosyoekonomik derinliğinin ipuçlarını verir. O nedenle bunu seçtim. Gelecekte başka bir romanda da görecek miyiz? Bir romanda daha düşünüyorum, ondan sonra düşünmüyorum. Ama yine de belli olmaz. “BİZİ PARA DEĞİL KÜLTÜR KURTARACAK” Kitabın bir yerinde bir kente kötülük edenlerin parayı elinde tutanlar olduğuna denk gelen bir cümle var. Kente kötülüğü para ve parayı elinde tutanlar mı yapıyor? Bu inanılmaz yaygın bir şey. İstanbul’un taşı toprağı altındır diye bir şey var. Bunun anlamı altına hücum. Bir anlamda ülkenin sosyoekonomik yapısı bunu zorunlu kıldı. Köy çözülüyor, sanayileşme başlıyor ve hızla kentlere akıyorlar. Sonra gecekondulaşma ve talan. Ama sadece onlar değil, zenginler de kenti talan ediyor. Hem de inanılmaz şekilde. Romanın meselesi biraz da bu. Bu şehrin taşı toprağı altın değil, kültür. Bunu fark ettiğimiz zaman ve bu şehri o kültürün merkezi, anası, asıl öğesi olarak gördüğümüz zaman para değil, bizim bakış açımızla değişmeye başlayacak. Hayvanla farkımız kültürle ortaya çıkıyor. Kendi doğamızı yaratıyoruz. İlk aşama da para kazanmak. Bu hayvana yakın olan bir durum. Ama sonra, yeryüzünde başka canlılarla beraber yaşadığımızı, toprağa iyi bakmayı öğrenirsek, bizim de hayatımızın daha iyi olacağı ve güneş söndüğünde biteceğimizi düşünürsek, bizi kurtaracak şeyin para değil kültür olduğunu görürüz. Ama her şeyi para olarak görürsen, bu seni barbar yapar. Canavar yapar. Bizi hayvanlardan ayıran nokta esas olarak kültürümüzdür. Bu kente sadece para olarak bakarsak, yağmalarız. Ama şehirle birlikte ruhumuzu da yağmalarız. Biz bu romanda insana insan olma çağrısı yapıyoruz. 32 yıldan beri bu şehirdeyim. Bu şehir bana çok değerli şeyler verdi. Burada âşık oldum, evlendim, çocuklarım oldu. Acılarım, sevinçlerim oldu. Kısacası bu şehir beni adam etti ve benim bu şehre borcum var. İstanbul’a olan minnet borcumdu diyorsunuz roman için. Gönlünüz rahat mı şimdi? Biraz daha rahat tabi. Ben bu şehre 1978 yılında geldim. 32 yıldır buradayım. Bu şehir bana çok şeyler verdi. Bu şehirde âşık oldum, burada evlendim, kızım doğdu, torunum doğdu, arkadaşlarımın mezarları burada. Pek çok anlamlı olayı burada yaşadım. Bu şehir beni adam etti. Dolayısıyla bu şehre borcum var. Burada yaşamayı da ayrıcalık olarak görüyorum. Bu şehir bana hâlâ çok güzel şeyler veriyor. İçimi güzellikle dolduruyor. Bir borcum var yani. Bu kitap bir anlamda elbette bu şehre olan vefa borcumdu. Birinin dile getirmesi lazım. O birilerinden biri ben oldum. Başkaları da olması lazım. Bu kadar büyük bir kültür ve tarihsel birikimi olmasına rağmen Türkiye edebiyatına baktığınızda yeterli miktarda işlenmediğini görüyoruz bu kentin. Siz neler söylersiniz? Aslında Huzur’da da bunu bulabiliriz. O kaybolan giden eski İstanbul bulunur. Yahya Kemal, Sait Faik eserlerinde bulabiliriz. Ama artık bıçak kemiğe dayandı şekilde, “yeter laaaaaaan!” diyecek, “yeter artık!” diyecek kadar doğrudan bağıran bir roman oldu İstanbul Hatırası. Bu “yeter” çığlığını dile getirirken roman, aynı zamanda güncel bir takım konuları da bu çığlığa katıyor. Örneğin, Marmaray projesi, metro inşaatları, Haliç’e yapılan metro köprüsü gibi? ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 1065
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear