25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

K elleğim yanıltmıyorsa beni, “raf ömrü” diye bir söyleyiş yoktu dilimizde eskiden. Son yirmi otuz yılda kapitalizmle uyumumuz sonucunda girdi bu deyiş sanıyorum, sonrasında da terimleşti. Şimdi bilmeyen, kullanmayan yok galiba. Yediden yetmişe herkes, tazeliğini koruyan “mal” arıyor. Raf ömrünü doldurmuşsa eğer başını çevirip de göz ucuyla bile bakmaya gönül indirmiyor mala… Hayat olarak adlandırdığımız “şey” de enikonu gelip buna dayandı âdeta. Raf ömrünü doldurmuş ne varsa atılması, yenilenmesi gereken nesne artık. Yalnız nesneler mi; aşk, dostluk, erdem, ilişkiler, kısaca hayata ilişkin ne varsa, her şey raf ömrüne bağlı… Bakmayın siz Diderot’nun “Sanat uzun, yaşam kısa” sözüne. Yaşam ışığının bile pabucunun dama atıldığı bir çağda, kim dinler sanatı? Nitekim yıllardır kitabevlerinin vitrininde aynı kitaba ayrılan sürenin gittikçe daraldığından söz edilmiyor mu? Bir kitabın vitrin ömrünün saniyelerle sınırlı olduğu söylenmiyor mu? Kitaplar ardı ardına öyle sıklıkla çıkıyormuş ki, okur ilkini görmeye zaman bulamadan sonraki, sonraki, sonraki konuyormuş onun yerine. SAYFA 22 itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Öykü için “raf ömrü” nedir ki? B Jean Tardieu’nün bir kısa oyunu var; “Gişe”. Memur, sırt numarası taşıyan birer hayat müşterisi olarak algılanabilecek rol kişilerini “Sıradaki” diye çağırıp görüşür onlarla. Gidenin ardından öteki gelir gişeye… Tuzla’da ölen tersane işçilerinin, göçük altında kalan maden işçilerinin yerine böylesi ölümler için sırada bekleyenlerin geçmesi gibi… Yaşamı bu tekdüze kavrayış içinde algılamak, kapitalizmin hız ideolojine kendimizi uyarlamak, yaşamı altüst etmeye yetiyor. Bunu öyküde, romanda, oyunda da izliyoruz. İlki neredeyse hiçbir etki bırakmadan gidiyor, yerine yenisi geliyor. Ama haksızlık etmeyelim, on yıllar boyu kitapçı sergenlerinde varlığını koruyan şiir, öykü, roman yok mu? Sahnelerimizde on yıllardır sergilenen üç beş oyunumuzun da hakkını yemeyelim bu arada… Sinemada da özellikle televizyon kanallarının sürekli yayımladığı filmler anımsanabilir pekâlâ… Ne var ki aykırı örneklerine karşın sanatsal etkinliğin hemen her alanda giderek kapitalizmin hız ideolojisine yenik düştüğü de görülmüyor değil. Demek sanatsal ürünler de bir “raf ömrü”yle anımsanır, kullanılır, yaşanılır, kısaca alınır satılır, sonra da atılır oldu yazık ki. Yapıtı sanatın özüyle, yapısıyla, kavramsal içeriğiyle taban tabana zıt biçimde mezbahada damgalanmışçasına bir “raf ömrü” sınırları içine almaya çalışmanın ne anlama gelebileceği üzerinde yeterince düşündük mü dersiniz? Gelin bunu, öykü özelinde sağından solundan deşmeye girişelim birlikte… TÜRKÇENİN BÜTÜN ÖYKÜLERİ BİRLEŞİN! Geçen yüzyıl içinde dilimizde yayımlanmış binlerce, on binlerce öykü söz konusu. Ulusal yazın dergilerinde İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de yayımlananlar kadar Anadolu’da yayımlanan dergilerde, küçük boyut gazetelerle ilçe gazetelerinde bile azımsanmayacak sayıda öykünün yer aldığı düşünülürse yuvarladığım sayı doğal karşılanabilir herhalde… İş öykü kitaplarına geldiğinde ne söylenebilir peki? Atatürk’ün Türk Dil Kurumu’nca yayımlanan Türk Dili dergisi “Günümüz Türk Öykücülüğü Özel Sayısı”, başlangıcından o güne yayımlanmış bir öykü kitapları dizini vermişti 1970’lerde. Yirmi yıl kadar sonra bunu Adam Öykü dergisi yenilemeye çalıştı anımsadığımca. 1990’ların sonlarına doğru, yıl içinde yayımlanan öykü kitapları sayısının yüzü bulduğu, aştığı çıktı ortaya. Bu hesapla, 19952005 arasındaki on yıllık dilimde yayımlanan öykü kitapları sayısının bütün zamanlarda yayımlanmış öykü kitapları sayısını bulduğu, hatta aştığı düşünülebilecek demektir neredeyse. Dergilerle gazetelerde kalmış öyküleri bir yana bırakalım, peki biz bunca öykü kitabı içinden kaçını anımsıyoruz? Genç öykücüler, öyküye yeni başlayanlar bir ödev gibi de alabilir bu soruyu… Öyle ya, anımsadığımız kitapların adlarını alt alta yazmaya girişsek, bugüne dek yayımlanmış öykü kitaplarından kaçını katabiliriz dersiniz listeye? Öykülerin anımsanabilmesi ayrı iş; bunun üzerinde daha önce durmuştum “Kitaplar Adası”nda. Burada öykü kitaplarının öykücülüğümüz içindeki yerinin ne ölçüde kalıcı olduğunu sorgulayalım istiyorum daha çok. Kitapların da bir raf ömrü olduğunu düşüneceksek eğer, adları bu dizinde yer alsa da günümüze ulaşmayanlarını raf ömrünü doldurmuş kitaplar olarak mı alacağız, yoksa kimsesiz öykü kitapları mezarlığında güçlükle ayakta duran taşlar olarak mı göreceğiz? Evet, bugüne dek yayımlanmış öykü kitaplarını, ne gibi ölçütleri dikkate alarak hangi kategoride nasıl değerlendirebiliriz? Üstelik bunlar arasında ödüllendirilmiş pek çok öykü kitabına rastlıyorsak, sonra bu kitaplardan bir bölümünün, döneminde övgülerle karşılanmış yazarları olduğunu öğreniyorsak bunu nasıl yorumlayacağız? Nerede bu kitaplar, nerede bunların yazarları? Bir vefa duygusu eksikliğini, ahde vefa erozyonunu düşünmek de olası elbette burada, ama gelin ayrı bir yazı konusu yapalım bunu… Sözgelimi yakın zamanda yitirdiğimiz Yeditepe dergisinin kurucusu Hüsamettin Bozok’u (19162008) kim anımsıyor? O Hüsamettin Bozok ki, bugün öyküde kalem oynatan genç erişkin kim varsa hepsinin üzerinde, görece emeği bulunduğu düşünülebilir onun. Şimdilerde pek anımsanmayan iki öykü kitabı özelinde konuyu tartışmayı sürdürelim… İlki F.Ülke Aren’in Hanya Konya’sı, (Yazko, 1981), ikincisi Gülderen Bilgili’nin Bir Gece Yolculuğu (Can, 1987)… Yirmi beş, otuz yıl önceki iki öykü kitabının bu bağlamda ele alınması, kimi ipuçları verebilir belki bizim için… İKİ ÖYKÜCÜ, İKİ ÖYKÜ KİTABI... F.Ülke Aren’e, Hanya Konya’yla Yazko 1982 Öykü Özendirme Ödülü, Gülderen Bilgili’ye de Bir Gece Yolculuğu ile Akademi Kitabevi 1986 Öykü Başarı Ödülü verilmiş… Her iki yazar da belli ki göz doldurmuş, yazdıkları günün beğenilen öykü kitapları olmuş o yıllarda. Ötesinde Gülderen Bilgili’ye 1988 Sait Faik Hikâye Armağanı da verilmiş Mahir Öztaş’la birlikte. Son tümcedeki bilgiyi, Hikmet Altınkaynak’ın yazarlar konusunda başvuru kaynağı olarak kullandığım Türk Edebiyatında Yazarlar ve Şairler Sözlüğü’nden (Doğan, 2007) aldım. Bilgili’nin 1989’da yayımlanmış bir çevirisi olmuş ayrıca. Adının karşılığında “aç parantez kapa parantez” buncacık bilgi işte, o kadar… Ne ki F.Ülke Aren’le ilgili madde başlığına da rastlamadım tuhaf bir burkulmayla. Aren, Altınkaynak’ta yer almıyor da Behçet Necatigil’in Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nün, ölümünden sonra “yeniden gözden geçirilip genişletilmiş on yedinci basım”ında (Varlık, 1998) görülüyor mu sanki? Ne gezer… Oysa bugünmüş gibi anımsıyorum. Dönemi içinde bu öyküler üzerine günümüz genç öykücülerini kıskandıracak ölçüde konuşulup tartışılmış, ortaklaşa bir beğeni halesiyle karşılanmıştı iki yazar da. O yıllar yayımlanan yazın dergilerine göz atanlar, andığım öykü kitapları üzerine çıkmış azımsanmayacak sayıda yazıyla karşılaşabilir. Aradan geçen yıllarda kimi konuşma, söyleşme ortamlarında bu yazarların ikinci öykü kitabı verimlememiş olmalarına hayıflanıldığına tanıklık yaptığımı da ekleyebilirim ayrıca. Gerçekten Aren beş, Bilgili altı öyküsüyle ilgiyi hak etmişti. Doygunluk, olgunluk yansıtan bu örneklerle, dönemin öykü verimi içinde adlarından söz ettirmeyi bileklerinin hakkıyla başarmıştı ikisi de. Neredeyse “unutulmaz” nitelikte öyküler verimlemiş bu yazarların yirmi beş, otuz yıla varan suskunluklarını anlamak bir açıdan olanaksızdı. O yıllar ilk kitaplarıyla gencecik birer öykü yazarı olarak öykücülüğümüzden adım atan bu yazarların, günümüzdeki suskunlukları nasıl yorumlanabilir, kestirebilmek çok güç. İyi de nerede bu yazarlar, hayatın hendesesi içinde dağılıp gitmiş olabileceklerini kabullenemiyor insan. Sözünü ettiğim öykü kitaplarını anan ya da kitapçıları dolaşarak bunları arayan kaldı mı? Üşenmedim, Kabalcı’ya, bir iki kitapçıya sordum, sonunda Can Kitabevine uğradım… Bu yazarların kitapları yoktu hiçbirinde. Aren’in zaten adı da yoktu. Bilgili’nin öykü kitabının ise basımı yapılmıyordu… Bu veriler, o tarihlerde dünyaya gelmiş, ilk kitaplarıyla günümüz öykücülüğüne katılmış genç yazarlar için, yirmi beş otuz yıl sonra kendilerini hangi durumda görmek istiyorlarsa o doğrultuda adım atmaları gerektiği biçiminde bir gizli bilgiler yumağı olarak da yorumlanabilir elbette. Gülderen Bilgili’yle birlikte aynı dönemde ortaya çıkan Mahir Öztaş’ın kitap yayımlamayı, aralıklarla da olsa sürdürmesi; öykü kadar romanda da varlık göstermesi, onun öteki iki yazara oranla yazınsal bağlamda üstünlüğüne yormak hamhalatlığın dik âlâsı elbette! Ama yine de Mahir Öztaş, diyelim bu yolla “raf ömrü”nü sürdürüyorsa, ötekilerin, Aren’le Bilgili’nin raf ömürlerini tükettikleri gibisinden bir düşünceye mi varacağız buradan? ÖYKÜCÜLER YARIŞ DIŞI BIRAKILMIŞ AT MIDIR? Günümüzün önde gelen öykücüsü Cemil Kavukçu’yu örneklemenin tam sırası… Nitekim ona da 1987’de, yani aynı dönemde Patika (Varlık, 1987) ile Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü verilmişti. Kavukçu’nun beş öyküden oluşan bu yetkin kitabına Aren’in Hanya Konya’sı,Bilgili’nin Bir Gece Yolculuğu kadar bile yer açılmamıştı anımsadığım kadarıyla yazın dergilerinde. Üstelik Patika, Kavukçu’nun Pazar Güneşi’nden (Yaba, 1983) sonra yayımlanan ikinci öykü kitabı olduğu halde. Sonrasında Kavukçu, üçüncü öykü kitabı Temmuz Suçlu’yu (Yazıt, 1990) yayımladı. Bereket Fethi Naci, bunu gördü de biraz rüzgârlandı yazın ortamı. Kavukçu yorulmadı, çok geçmeden dördüncü öykü kitabıyla çıktı okurun karşısına: Uzak Noktalara Doğru (Can, 1995). Sonunda bu dördüncü öykü kitabı görülebildi de yazın kamuoyu geniş ölçekte onu tanımış oldu. Bu kitabıyla aynı yıl Sait Faik Hikâye Armağanı sunuldu kendisine belirgin bir gecikmeyle. Yukarıdaki dört örnek, ilginç sonuçlar üretilmeye aday görünüyor. Çünkü yazarlığı tek kitapla çıkış bağlamında kalmış yazarların, bu kitaplarıyla yarattıkları yankı nice yoğun da olsa sonradan bırakalım kitaplarını, adları bile unutulur hale gelebiliyor… F.Ülke Aren bu vefasızlığı yaşıyor işte! Gülderen Bilgili’nin adının yazar sözlüklerinde madde başlığı olarak anılması da büyük olasılıkla kendisine Sait Faik Hikâye Armağanı verilmiş olmasından kaynaklanıyor… Ama Mahir Öztaş sabırla öykü, roman yayımlamayı sürdürüyor. Cemil Kavukçu, ek olarak inatlaşırcasına kitap verimliyor sanki. Onun yaklaşık otuz yıla varan öykü yazarlığının, genelde Türk öykücülüğü içinde bir yıldız gibi parladığı söylenebilir… Bütün bu örnekler, kitap yayımlamayan yazarların bu alanda üretilen erkeden artık pay alamayacağını mı gösteriyor bize? Ya da yazarların raf ömürlerini sürdürebilmek için yeni kitaplarla varlık göstermek zorunda olduklarını mı sürekli? İyi de herhangi yazar, tek kitabıyla erke koyamaz mı ortaya, bu erkeyle kendisine kalıcı yer edinemez mi? Sonuçta bir maratondaymışçasına soluk soluğa hep koşmak zorunda mı yazar? Ya da kapitalizmin ideolojik kuramına dönüşmüş “hız” olgusuyla uyumu oranında mı ölçümlenecek bu insan? Yarış atları gibi durmadan koşup yarışacaklar demek yazarlar? Sonunda “Atları da vururlar!” denecek, öyle mi? Haftaya, konuyu bir başka boyutta sürdürüp tartışalım istiyorum yine… ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1058
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear