18 Haziran 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
2 14 MAYIS 2020 PERŞEMBE [email protected] EDİTÖR: ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR TASARIM: SERPİL ÜNAY OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Eski Anayasa Mahkemesi Asil Üyesi Prof. Dr. Fazıl Sağlam, ölümünün ardından Ülkü Azrak’ı yazdı Ülkü Azrak anısına PROF. DR. FAZIL SAĞLAM Ülkü Azrak’ın ölümü hepimizde derin bir üzüntü bıraktı. Kamu Hukukçuları Platformu’nun kuruluşundan bu yana “Girişim ve İcra Kurulu”nda görevliydi. Ne var ki uzunca bir süredir rutin yazışmalarımıza katılamıyordu. Ara açılınca meraklanmaya başladık. Kendisine geçen yılın mart ayı başlarında ayrı bir eposta gönderdim: “Sevgili Ülkü Hocam, KHP yazışmalarının tümü size de gönderiliyor. Ama sizden hiçbir ses duyamıyoruz. Ama bu ileti KHP ile ilgili değil. Sizin ve Lore’nin sağlığınızı merak ettiğim için yazıyorum. Umarım sağlığınızla ilgili bir sorun yoktur. Kısa bir bilgi verirseniz sevinirim. Selam ve sevgilerimle. 09.03.2019, Fazıl Sağlam” Buna da bir cevap gelmedi. Sonraki çabalarım da sonuçsuz kaldı. Bu sessizlik bir yılı aştı. Sonunda nisan başında kürsü arkadaşı Şebnem Sayhan’dan bize bir haber ulaştı. “Şu anda İstanbul’daki evinde. Ama eşi hastanede. Telefonla ulaşabilirsiniz.” Hemen telefona sarıldım. Uzunca bir süre görüştük. Konuşması her zamanki gibi düzgün, dolu ve zengindi. Ama sesi eskisi gibi gür çıkmıyordu. Eşini taburcu ettiklerini, onu beklediğini, ay sonunda Almanya’ya döneceklerini söyledi. Sesinin zayıflığını buna yordum. Ama eşinin taburcu olması ve Almanya’ya dönüş hazırlığı, sanki çok şeyin yolunda gittiğine işaret ediyordu. Her ikisine de sağlıklı günler dileyerek telefonu kapattım. Hemen Rona Aybay’ı arayarak iyimser izlenimimi ona da yansıttım. Benden sonra Rona Hoca da aramış ve aynı izlenimlerle ayrılmış. Ne yazık ki her ikimiz de yanılmışız. Kısa bir süre sonra eşini kaybettiğini; oğlunun gelip cenazeyi Almanya’ya götürdüğünü ve hemen arkasından kendisinin de hastaneye kaldırılıp yoğun bakıma alındığını öğrendik. Birkaç gün geçmedi ölüm haberi geldi. Çoğumuz bir çeşit karantina ortamındaydık. Onun için hiçbir şey yapamadık; cenazesine bile katılamadık. Bunun acısı içimizde kaldı. Şükran Soner, 17 Nisan 2020 tarihli Cumhuriyet’te yazdığı “Ülkü Azrak’ı Uğurlarken” başlıklı yazıda bu acıyı şöyle yansıtıyor: “Ölüm haberinin duyurulmasının haber içerikleri canımı acıttı. İsyan ettim. Virüssüz günlerde aramızdan ayrılmış olsaydı, çıkabilecek haberleri, anılarının, yaptıklarının paylaşılacağı bir uğurlamayı düşledim.” Bunu okuyunca içim parçalandı. Doğasından gelen ustalık Ülkü Hoca’yla ağabey kardeş gibiydik. Öyle ki Anayasa Mahkemesi’nden emekli olduğumu söylediğimde tam bir sevecen ağabey tepkisiyle “Fazıl sen yaş haddinden emekli olacak kadar büyüdün mü?” demez mi? Oysa aramızdaki yaş farkı altıyı geçmiyordu. Ama avukatlık dönemimde, idari davalara yoğunlaştığımda Ülkü Hoca bana yol gösteren bir usta oldu. Bilimsel çalışmalarımda da aynı ustalığın katkısını gördüm. Friedrich Müller için çıkarılan Armağan’a yazdığım makalenin onun denetiminden geçmesi beni çok rahatlatmıştır. Bu tavır onun doğasında vardı. Şükran’ın yazısında DİSK’in tüm görevlilerinin işkenceli gözaltı sürecinde olduğu bir ortamda DİSK’in genç avukatı Ercüment Tahiroğlu ile hukuki destek verme amacıyla görüştüğünü öğrendiğimde hiç şaşırmadım. Bu alanda ihtiyaç duyan herkese yardıma hazırdı. Çünkü o bir “hukukşinas”tı ve hukuk devletine bağlılık ve hizmet, onun için vazgeçilmez bir yaşam çizgisiydi. Kendisi için çıkarılan 75 Yaş Armağanı’nda bu niteliği şöyle açıklamıştım: “Tüm yaşamı boyunca hukuk devletinin gerçekleşmesi yönünde hizmet veren Prof. Dr. Ülkü Azrak için çıkarılan Armağan’a bir makale ile katkıda bulunmak, benim için büyük bir onurdur. Azrak için hukuk devleti, yalnızca hukuk güvenliği sağlayan, hukukun içeriğinden bağımsız biçimsel bir ilke değildir. Hukuk güvenliğinin sağlanması önemli bir kazanımdır. Ama hukuk, insan haklarına dayalı çoğulcu demokratik ve laik düzeni korumuyorsa, sosyal adaleti de içerecek biçimde adalete hizmet etmiyorsa, hukuk devletinin sağladığı hukuk Alanında ihtiyaç duyan herkese yardıma hazırdı. Çünkü o bir “hukukşinas”tı ve hukuk devletine bağlılık ve hizmet, onun için vazgeçilmez bir yaşam çizgisiydi. güvenliği de fazla bir anlam taşımaz. Azrak’ın sosyal devlet ilkesi konusunda ilk makalelerden birini yazmış olması böyle bir bütünlüğe yönelişinin ilk belirtisidir. Bu nedenle Azrak için yazılacak yazı da bu bütünlüğe yabancı düşmemelidir”. Sıradanlığa yenik düşüldü Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde göreve başladığımda Ülkü Azrak ve Aydın Aybay, Ayferi Göze gibi hocalar da o fakültede görev yapıyordu. Aydın Hoca fakültenin kurucu dekanıydı. Yetenekli genç bir kadro ve deneyimli hocalarla dengelenmiş ideal bir fakülte yaratmıştı. Ama artık dekanlık görevini daha genç birine aktarmak istiyordu. Kadim dostum, Köln’de birlikte doktora yaptığımız Devrim Ulucan, yeni dekan olarak atandı. Bir süre sonra beni de aralarına aldılar. Daha sonra Hüseyin Perviz Hatemi de aramıza katıldı. Kendimi son derece verimli bir akademik çalışma ortamında buldum. İki yılımı orada geçirdim. Şimdi onuncu yılına ulaşmış olan Kamu Hukukçuları Platformu da orada kuruldu. Ama bu güzel çalışma ortamı, yeni siyasal iktidarın hedef ve beklentilerine uygun değildi. Yerine daha canlısı ve daha niteliklisi kurulabilseydi, buna bir diyeceğim de olamazdı. Ama ne yazık ki bu gelişme, yükselen sıradanlığa yenik düştü. Bu dalgada önce Ülkü Azrak görevden alındı. Onu Hüseyin Perviz Hatemi ve Engin Ünsal izledi. Bahane hazırdı: 72 yaşı doldurmuş olmak. Ama biliyorduk ki bu gerekçe, YÖK’ün 72 yaşı dolduran herkes için uyguladığı ya da dayattığı bir zorunluluk değildi. Bir çeşit siyasal ayırımcılık işlevi yerine getiriyordu. Bu gelişmelere duyduğum tepkinin sonucu olarak istifamı verdim. Ben ayrıldıktan sonra Aydın Aybay’ın kurduğu ve evladı gibi büyüttüğü o fakülte de zamanın eğilimine uygun olarak dağılma sürecine girdi. Devrim Ulucan dekanlıktan ayrılmak zorunda bırakıldı. Yerine atanan Oktay Uygun da ancak üç yıl dayanabildi. İstifa doğru karar mıydı? Bugünden geriye baktığımda istifa etmem doğru muydu? Tam kestiremiyorum. Ama istifa bende bir çeşit demokratik refleks olarak yer tutmuştur. İlk istifamı A.Ü. S.B.F’de (Mektebi Mülkiye’de) vermiştim. 1980’li yılların başlarında Mülkiye’nin içinde bulunduğu boğucu hava dayanılır gibi değildi. Dekan Cevat Geray, dekan yardımcıları Rona Aybay ve Kurthan Fişek, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’na dayanılarak görevlerinden alınmıştı. Hocam Bahri Savcı ve kürsü arkadaşım Cem Eroğul, SBF’nin simge isimlerinden Tuncer Bulutay, Korkut Boratav, Alparslan Işıklı da aynı akıbete uğramıştı. Oysa Bahri Savcı ikinci yarıyılın başında veda dersini vererek zaten emekliye ayrılmayı planlıyordu. Anayasa hukukunun o yarıyıldaki ilk dersini Bahri Hoca’nın veda dersi için ayırmıştık. Bahri Hoca’ya o malum sarı zarf gelince, bu derse onun yokluğunda giremeyeceğimi anlayıp, istifamı verdim ve İstanbul’da avukatlığa başladım. Şimdiki tahribatla karşılaştırma imkânım, daha doğrusu hayal gücüm olsaydı, belki de hiç ayrılmazdım. Ama bu gibi reflekslerde belirleyici olan, insanın içinde yaşadığı zaman dilimidir. İşte Ülkü Hoca’nın görevine son verilmesi de bu tür bir zaman dilimine rastlamış ve aynı reflekse yol açmıştır. Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden kaba bir biçimde koparılması, Ülkü Hoca’da büyük bir kırgınlık yaratmıştı. Bir süre sonra eşi Hannelore’yle birlikte Türkiye’den ayrıldılar ve Almanya’ya yerleştiler. Zaten çocukları da Almanya’da çalışıyordu. Türkiye’ye gelişleri, kısa bir Kıbrıs tatili ve yıllık sağlık kontrolleriyle sınırlı kaldı. Ne yazık ki Azrak ailesini, kaderin soğuk bir cilvesi olarak bu kontrollerin sonuncusunda kaybettik. Sağlık kontrollerini Türkiye’de yaptırma tutkusu ile yakından bağlantılı olduğu için son bir anımı paylaşmadan geçemeyeceğim. Bildiriye destek verdi İki yıl kadar önce emekli hocalar olarak 2017 KHK kıyımında üniversiteden uzaklaştırılmış olan anayasa hukukçularıyla dayanışmamızı göstermek ve ülkedeki kötü gidiş konusunda kamuoyunu uyarmak amacıyla bir bildiri hazırladık. Bu bildiride koruma refleksi üstün geldi ve halen faal görevde olan genç arkadaşlarımızı bu girişime katmak istemedik. Bildiri, önada göre alfabetik sırayla Cem Eroğul, Fazıl Sağlam, Kemal Gözler, Naz Çavuşoğlu, Rona Aybay ve Ülkü Azrak imzasıyla KHP web sayfasında (http://www.kamuhukukculari.org/?sayfa=duyurular&id=45) ve basında yayımlandı. Bildiri üzerinde uzlaşma ve görüş birliği sağlamak üzere yaptığımız yazışmaları Ülkü Hoca’ya da yöneltmiştik. Ondan cevap gelmemesini zımnen kabul saydık. Meğer o sıralar epostalarına hiç bakamıyormuş. Gazetelerde adını görünce beni telefonla aradı ve tüm yaşamlarını Almanya odaklı olarak düzenlediklerini, ama yılda bir ay sağlık kontrolü için Türkiye’ye geldiklerini belirttikten sonra şunu söyledi: “Bu bildiri bizim Almanya’ya dönüşümüze engel çıkarırsa, tüm yaşamımız altüst olur. Ne dersin” diye sordu. “Hocam sizden açık bir cevap almadan adınızı yazmamız hata idi. Ama hiç merak etmeyin gerçek durumu yansıtan bir açıklama yapıp size de bildiririz” diye cevap verdim. Ertesi gün Ülkü Hoca’dan şöyle bir eposta geldi: “Aziz dostum, sevgili meslektaşım Fazıl, Ssninle yaptığım telefon görüşmesinden sonra bildiriyi tekrar kritik bir gözle inceledim ve aslında çok iyi kaleme alınmış bu bildiride herhangi bir kaygıya yol açacak bir nitelik olmadığı görüşüne vardım. Bu nedenle benim imzamın çıkarılmasına da gerek olmadığını düşünüyorum. Bu hususta bir zahmete girmenin lüzumu yok.” Sevgili Ülkü Hoca, seni çok özleyeceğiz ve hepimize rehber olan özelliklerini hiç unutmayacağız. Sevgili eşin Hannelore’yle birlikte ışıklar içinde kalın. Gençler geleceğimiz midir? Türkiye’de yaptığımız bütün toplumbilimsel araştırmalar, düşük gelirli, düşük eğitimli ailelerin, bütün umutlarını çocuklarının iyi bir eğitim almalarına bağladığını göstermiştir. Zaten dünyada da hemen hemen bütün ailelerin, ellerindeki tüm olanakları çocuklarının eğitimi için seferber ettikleri bilinen bir gerçektir. Bu toplumsal gerçeğe karşın, (bazı dar ve düşük gelirli ailelerin büyük fedakârlıklarla) yetiştirdikleri evlatlarının girdikleri üniversite sınavlarında, soruları, yani çocuklarımızın geleceklerini çalanlara sandıkta bedel ödetilmemiş, bu suikastın sorumlusu olan iktidar, seçimlerde bir oy kaybı yaşamamıştır. COVID19 dolayısıyla 2020 yılında üniversiteye giriş sınavları önce Temmuz’a alınmış, öğrenciler buna göre hazırlanırken, sonra birdenbire (iddialara göre Turizm Bakanı’nın ısrarı ile, turizm sezonunu olumsuz etkilememesi için) Haziran’a çekilmiştir. Gençler ise “seçimlerde görüşürüz” diyerek, sınavların öne alınmasını protesto etmektedirler. Acaba bu protestoların siyasal iktidar üzerinde etkisi olabilir mi? HHH FETÖ’nün devlette etkili olduğu 2010’lu yılların başında, Ali Demir ÖSYM başkanıyken sınavlarla ilgili pek çok skandal yaşanmıştı. Örneğin, 2011 yılında Yükseköğretime Geçiş Sınavı’nda (YGS) İstanbul’un Eyüp ilçesindeki Silahtarağa İlköğretim Okulu’nda sınava giren tüm adaylar kızlardan oluşmuştu. 27 Mart 2011’de 1 milyon 700 bin adayın girdiği YGS’de şifre skandalı yaşanmış, Ali Demir “şifre var, kopya yok” demişti. Ali Demir üniversite sınavında “yanlış şifreleme” yapıldığını itiraf etmişti. 29 Mayıs 2011’de seviye tespit sınavında tıp doktorluğu ikinci aşama kitapçığındaki 100 sorudan 75’i önceki yılın sorularıyla aynı çıktı. Sınav iptal oldu. Soru hırsızlıklarının Türkiye’nin gündeminden düşmediği Ali Demir döneminde, üniversiteye hazırlanan yüz binlerce lise öğrencisi sokağa çıkmış ve ÖSYM Başkanı Ali Demir’i protesto etmişti. Erdoğan o dönem Ali Demir’e destek çıkmış, soru hırsızlığını gündeme getiren muhalefet partilerini de çok sert sözlerle eleştirmişti. Erdoğan, “KPSS son derece başarılı, temiz gerçekleştirilmiştir” demiş, Ali Demir’e destek olurken, “CHP, MHP, BDP, YGS üzerinden gençlerimizi istismar ediyor” sözleriyle muhalefet partilerini hedef alarak “Taksim’de bin kişiyi, iki bin kişiyi yürütmek, iki bin genci yürütmek problem değil. Biz de kalkarız onların karşısına beş bin, 10 bin tane genci koyarız” ifadeleriyle de soru hırsızlığına karşı sokağa çıkan gençlere sert çıkmıştı. Sonuç olarak, Erdoğan/AKP iktidarı 2011 seçimlerinde bir oy kaybı yaşamadı. Peki, şimdi öğrencilerin, sınavların bir ay geriye alınmasına karşı “Seçimlerde görüşürüz” ifadesi, iktidarı kaygılandırır, kararın geri alınmasını sağlar mı? İktidar sadece sınavlar ve protestolar açısından geçmişe bakarsa ne kaygılandırır ne de kararın geri alınmasını sağlar. Ama bence ne olacağını anlamak için sadece bu konu açısından geçmişe bakmak çok yanlış bir yöntem olur: 2011 yılındaki siyasal koşullarla bugünkü siyasal koşullar, Erdoğan/AKP iktidarı açısından çok çok farklıdır. O dönemde, bütün müttefikleriyle birlikte yükselen ve tüm ülkeyi korkutarak pençesine almış olan iktidar, bugün iç ve dış bütün müttefiklerini kaybetmiş, zayıflamış, oy kaybetmeye başlamış, siyaseten düşüşe geçmiş, üstelik toplum da korku duvarını aşmıştır. Dolayısıyla, yapılan bütün hatalara ek olarak, evlatlarımızın geleceği ile de oynamak, bu kez geçmişten çok daha farklı siyasal sonuçlar verebilir.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear