23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
16 1 MAYIS 2020 OKUDUKLARIM İZLEDİKLERİM Bİ DÜNYA İNSAN Goethe, ona yüzyılın dehası demişti Byron ve Don Juan’ı Uzmanlar ve özel meraklılar dı DÜŞÜNDÜKLERİM ri, Eckermann’ın “Goethe ile Konuşmalar”ıdır… Bu söyleşiler şında, ülkemiz de Goethe sayı de Byron oku sız kez söz ediyor muş olan kaç ki Byron’dan. Ona şi vardır? ilişkin eleştirile “Türkçede ri olmakla birlik Byron” diye in te, bir yerde onu ternete göz at ATAOL “kuşkusuz yüzyılın tığımda karşı BEHRAMOĞLU en büyük dehası” ma sadece bir olarak niteliyor… iki (olasıdır ki Bu okumalarım az sayıda şiir içeren) şiir seç da söz konusu yazarların ya kisi ve başyapıtı kabul edilen şamlarına ilişkin tarihlere ba Don Juan çıkıyor. karak karşılaştırmalar yap Ona bir anda bütün mayı severim. Örneğin Go Avrupa’da ün kazandıran ethe 17491832 yılları ara “Childe Harold’s Pilgrima sında yaşamış. Yüzyılın en ge” (Childe Harold’un Kutsal büyük dehası dediği Byron Yolculuğu) sanırım dilimize 1788 doğumlu. Yani Goet çevrilmiş değil. Epey bir za he kendisinden kırk yaş kü man önce bu şiirromanı İn çük bir genç adamı çağın en gilizcesinden okumayı dene büyük dehası diye adlandıra yip zorlanınca bıraktığımı, cak kadar yüce gönüllü dav sonra da bir daha dönme fır ranabiliyor. Eckermann’ın bu satı bulamadığımı anımsıyo sözleri not ettiği tarih 1827. rum. Fakat şimdilerde Türk Byron’un Yunanistan’da 36 çe çevirisinden okumakta ol yaşında ölümünün üzerinden duğum Don Juan’dan son üç yıl geçmiş. O sırada Goet ra ağır aksak da olsa Childe he 78 yaşında ve ününün do Harold’u okumayı bir daha ruğunda. Bütün bunlar baş denemek kaçınılmaz oldu. döndürücü görünüyor bana… HHH HHH Byron adı kuşkusuz, örneğin Napoleon kadar tanıdık, ünlü bir addır. Yaşamı üzerine bazı efsane gerçekler de az çok bilinir. Örneğin Çanakkale Boğazı’nı yüzerek geçtiği. Bir bacağında doğuştan gelen bir sakatlığı olduğu. Buna karşın yakışıklılığı ve çapkınlığı. Çok genç yaşta, Yunanistan’ın Osmanlı’ya karşı kurtuluş savaşımında yaşamını yitirdiği vb. (Yahya Kemal’de, daha sonra Nâzım Hikmet’te buna ilişkin bir iki gönderme.) Sanırım hepsi bu kadar. Puşkin’in ve Lermontov’un Byron hayranlığı ona olan ilgimi artırmıştı. Birkaç yıl önce Fransa’nın Aix en Provence şehrindeki bir İngiliz Kültür Merkezi’nin kitap satış bölümünden satın aldığım, çok da çok şiir içermeyen bir şiir kitabından zaman zaman şiirlerini okumuştum… Fakat kitaplığımda yıllardır okunmayı bekleyen Don Juan’ı okumaya koyulduğumda, onu zerre kadar tanımamış olduğumu görecektim... HHH Başucu kitaplarımdan bi Byron “Childe Harold”unu 18171818 yıllarında yayımlamış. Adı “Kısa Edebiyat Ansiklopdisi/Kratkaya Literaturnaya Entsiklopediya” olmakla birlikte büyük boy ve her biri bin sayfanın üzerinde 8 cilt muazzam bir kültür hazinesi olan 1962 Moskova basımlı Rusça edebiyat ansiklopedisinden, bu kitaptan Rusçaya 1828’de, yani yayımlanışından on yıl sonra bazı bölümler çevrildiğini öğrendim... Tamamı da 1864’te çevrilmiş. (Puşkin ve Lermontov bu çevirileri de mutlaka okumuş olmakla birlikte, söz konusu kitabı büyük olasılıkla aslından okumuşlardır.) 18191824 yılları arasında yazılan, Byron’ın talihsiz ölümüyle tamamlanamayan Don Juan ise Rusçaya 1847’de çevrilmiş. Türkçeye çevriliş tarihi 2002. Yani yazılışından yaklaşık 180 yıl sonra. Sadece bu tarihler Avrupa kültürünün neresinde olduğumuzu açıklamaya yeter. Byron (ve Don Juan) konusunu bir sonraki yazıyla sürdüreceğim... İstanbul’da 4 günlük sokağa çıkma yasağında Roman mahallelerini gezdik... “Evde kal” çağrıları ve yasaklar, günlük işlerde çalışarak geçinen Romanların yaşamını daha da güçleştirmiş. Küçücük evlerde oyalayamadıkları çocukların peşinden sokağa çıkmak zorunda kalan ailelere ceza kesilmiş. “Yardımlarla geçiniyoruz, cezaları nasıl ödeyelim” diye isyan ediyorlar. Küçücük evlere sığamayanlar Dolapdere’de “Şampiyon Beşiktaş” yazılı bayrağın asılı olduğu ev dikkatimi çekiyor. Ev sahibi Ertan Baysan camdan etrafı izliyor. Bayrak ve kartal resimleri, 10 yıl önce yaşamını yitiren babasından kalmış. “Babadan yadigâr bir Beşiktaş kaldı” diyor ve ekliyor: “Hasta olmak istemiyorum, romanları düşünen pek yok...” VEDAT ARIK K uştepe’de cam kenarlarında ya da balkonda oturan mahalle sakinleriyle selamlaşarak ilerlerken, Köz Sokak’ta kırık demirli balkonda yemek yiyen çocukları görünce oraya doğru yöneliyorum. Fotoğraf çekmek için annelerinden izin isteyince “Bırak çocukları derdimi yaz” sitemiyle karşılaşıyorum. 34 yaşındaki 4 çocuk annesi Şengül Yıldırım’a çocuğunu almak için çıkınca 3 bin 150 lira ceza kesilmiş. Yıldırım, “İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin sosyal yardımı ve Şişli Belediyesi’nin erzak yardımıyla geçiniyorum. Salgından önce gündelik ev temizliğinden biraz para kazanıyordum. Şimdi o da yok. Ben cezayı nasıl ödeyeceğim” diye soruyor. Eşinin cezaevinden izinli çıktığını çalışamadığını anlatıyor: “İki göz evde bu çocukları nasıl içeride tutayım? Sokağa kaçıyorlar. Biraz burada (balkon) oyalayabiliyorum yine de çocuk bu illa ki dışarı çıkıyor. Cezayı ödemeye gücüm yetmez. Yetkililer bu cezayı affetsin.” 3 KURUŞLA İDARE EDİYORUM Ertan Baysan, kâğıt topluyor, haftada bir kurulan Dolapdere bit pazarında ikinci el giysi satıyor. Salgın başladığından beri pazar kurulmamış: “Kâğıt toplamaya da az çıkıyorum. Atık toplamak zaten pis bir iş, şimdi bir de salgın var. Mahallede kimse de kalmadı zaten. Annemi teyzeme gönderdim. Kirayı ödedikten sonra kalan 35 kuruşla idare ediyorum” diye yakınıyor. Kişi, çok okuduğunu göstermek istiyorsa öyle olsun, rahatsız olmaya gerek yok Kitaplık önünde poz vermek kötü mü? Kim hangi gerekçeyle başlattı bilmiyorum. Sevgili editörüm Hilal Köse söz etmese haberim olamayacaktı muhtemelen. Meğerse birkaç gündür kitaplık önünde görüntü verme üzerine bir muhabbet sürüyormuş. “Neden kitaplığını dekor olarak kullanıyorsun? Ne kadar çok kitap okudum mu demek istiyorsun” gibi sorular türetmiş. Pek bir tuhaf. Sanal ortamın kendini saklama konusunda verdiği olağanüstü fırsatı kullanarak önüne gelene ilgili ilgisiz sataşan “sanal sosyal vandallarla” dolu ortalık, bilindiği üzere. Uzmanları ne der bilemem ama ota bülbüle çatma, ona buna laf kondurma tutumu herhalde sağlıklı kabul edilemez. Başarılı haber spikeri meslektaşımız Gökmen Karadağ bile yanıt vermek durumunda kalmış bu sorulara “Bundan daha güzel bir görüntü düşünemiyorum” diyerek. Son derece haklı tabii. NEDEN RAHATSIZ OLUYORSUN? Sormak isterdim doğrusu, “Ne kadar çok kitap okuduğunu göstermek istiyorsa öyle olsun, ne var bunda rahatsız olacak?” diye. Kitaplık önünde poz veren kişi, tanıdığı, bildiği dolayısıyla kitap okumadığından emin olduğu biriyse, (ki o zaman da gülüp geçer olgun insan) böyle sormakta haklı olabilir bu soruları soran. Çok kitap okuduğunu gösterme ihtiyacı duyan biri, öyle olmadığı halde bunu yapmak durumunda hissediyorsa kendini, bu, kitap okumaya toplumda verilen değerin hâlâ yüksek olduğunu bildiğini, bundan itibar devşirmeye çalıştığını gösterir, böyle düşünüp mutlu olmak daha iyi değil mi? Bakın, ters gelebilir ama yeri geldi söyleyeyim, ben iyiliği konusunda herkesin hemfikir olduğu kişilerden çok, aslında iyi olmadıkları halde “iyi insan” taklidi yapanları daha çok ciddiye alırım. “Samimi iyi” olanlar zaten normal insan davranışına sahip oldukları için onları takdir edecek değilim, normal insan davranışı neden takdir edilsin? “İyi insan” taklidi yapmak, yapanın “iyi olmaya” ne kadar muhtaç olduğunu gösterir. Böyle birileriyle tanışsam onları “iyi insan” gibi görürüm, bu çabalarında yardımım olsun hiç değilse. Herkesin bazen “olmak isteyip de olamadığını olmuş sanma hakkı” vardır. Ne var bunda? Konu uzadı. Kitaplıklar, kütüphaneler üzerinde yazma fırsatına çevirelim bunu madem. Gerçekten de her kitaplığı olan, zengin bir kütüphaneye sahip bulunan, iyi bir kitap okuru olacak değil el bette. Dünya kadar örnek var bu konuda. Büyük şairimiz Tevfik Fikret’in “eline hiç kitap almadığını” yazar Hilmi Ziya Ülken. Birilerinin Sultanı Şuera (Şairler Sultanı) adını taktığı Necip Fazıl Kısakürek’in de kitaplarla arasının iyi olmadığını söylerler, kendi camiasındakilerdir bunu söyleyenler; biri de şu malum Deli Kadir lakaplı Kadir Mısıroğlu’dur. Sevmezdi Necip Fazıl’ı. İngiliz şair William Wordsworth’ün de kitap okumaktan hazzetmediği bilinir. Decartes da öyle ahım şahım okuyan bir filozof değildi. Bunların hepsinin kitaplıkları vardı elbette. Adı batasıca bir adam vardır; 18. yüzyılda yaşamış LouisSebastien Mercier diye. Gazeteciydi üstelik. Temel birkaç kitabın dışında tüm kitapların yok edildiği bir toplum hayalini anlattığı ro manı vardır. Hadi o neyse de David Hume gibi MUSTAFA K. ERDEMOL birinin yararsız olan ki tapların yakılmasını savunması nasıl bir iştir? Ki me göre yararsız ayrıca. Yani, kitaplığının önün de durarak “ne kadar çok kitap okuduğunu” gös termek isteyenler olabileceği gibi, “elinden her halde kitap düşmüyor” sandıklarımız hiç de kitap dostu olmayabilirler. KOLOMB BİR KİTAP DELİSİYDİ İspanyol sömürgeciliğinin “memuru” Kristof Kolomb’un sadece denizlerde keşif peşinde koşan bir maceracı olduğunu sanıp da “denizin ortasında bir de kitap mı okuyacak” diyen varsa bilsin ki, müthiş bir kitap delisiydi adam. Okuduğu çok önemli beş kitaptan haberdarız örneğin; Papa II. Pium’un “Historia Rerum Ubique Gestarum”u, Pierre d’Ailly’nin “Imago Mundi”si, Marco Polo’nun “Seyahatname”si, Yaşlı Plinius’un “Doğa Tarihi”, Plutharkos’un “ThesusRomulus: Paralel Hayatlar” adlı kitaplarıdır bunlar. Kimin neyi gerçekten okuyup okumadığını nasıl bilebiliriz? O televizyonlara görüş bildirirken kitaplıklarının önünde duranlar, uzmanı oldukları konuda olsun kitap okuyorlardır herhalde. Açıkça “Danışmanlarım bana gazete kesikleri getiriyor onları okuyorum, son yıllarda kitap okumuyorum” diyen “tekadamların” saraylarının kütüphanesinde kitap okur gibi yaparken çekilmiş fotoğrafları varken ortada, ne demek ona buna “çok kitap okuduğunu mu göstermek istiyorsun” demeler? Abesle iştigal yani.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear