20 Mayıs 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
Cuma 18 Aralık 2015 EDİTÖR: HAKAN AKARSU TASARIM: İLKNUR FİLİZ Bıçak Timi’nin korkunç cinayetleri... Ergenekon’da gizli tanık Aydos’un ifadeleri bölgede kanlı cinayetler işleyen bir oluşumu ortaya çıkardı avanın açılmasına giden süreci, Ergenekon davasında gizli tanık Aydos’un “Kızıltepe İlçe Jandarma Komutanı Hasan Atilla Uğur’un terörle mücadele adı altında bölgede birçok cinayet, işkence vb. karanlık faaliyetler gerçekleştirdiği” iddiaları başlattı. Bu ifade üzerine evrakın gönderildiği Diyarbakır Başsavcılığı’nın dinlediği tanıklar ise JİTEM ile ilgili iddiaların yanı sıra “Bıçak Timi” adı verilen bir oluşumu işaret etti. Savcılık, H. Atilla Uğur, Eşref Hatipoğlu ve Ahmet Boncuk’un JİTEM’in yöneticileri olduklarını, Kızıltepe’de koruculardan ve itirafçılardan “Bıçak Timi” kurulduğunu belirtti. Savcılık, Uğur, Hatipoğlu, Boncuk ve 6 korucu ile bir asker hakkında “silahlı örgüt kurmak veya yönetmek, üye olmak ve tasarlayarak öldürmek” suçlarından 2014’te dava açtı. Davanın iddianamesinde yine vahim iddialar vardı... Çoban Menduh Demir, Mazıdağı Yücebağ köyü kırsalında hayvan otlatırken bölgede çıkan çatışmada bir PKK’li öldürüldü, Bedran Kaban isimli PKK’li de yaralandı. Korucuların ifadelerine göre, Kaban, “Ancak alay komutanına teslim olurum” diye bağırınca Diyarbakır İl Jandarma Komutanı Eşref Hatipoğlu bölgeye çağrıldı. Bu esnada dağdan seslenen çoban Demir de korucuların yanına geldi. Astsubaylar ile korucular Demir’i zarar görmemesi için sakladı. Helikopterle gelen Hatipoğlu, PKK’li Kaban’ı sorguladığı esnada korucuların Demir’i sakladığını öğrendi. Hatipoğlu, çobanı ve yaralı PKK’liyi helikoptere alarak havalandı ve her ikisi de helikopterden atılarak öldürüldü. Olayla ilgili savcılığa “Yer gösterme işlemleri için getirilen iki PKK’linin sığınakları gösterdikleri esnada gerçekle dizi 13 Sekülerizm, asıl şimdi! iyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez “sekülerizm”i hedef tahtasına oturttu. Gerçi bunu yaparken çıkış noktası dinsel şiddet... Başkan, dinlerin şefkat ve adalete vesile olmak yerine şiddet ve vahşete alet edilmekte oluşuna değinmiş önce. İslâm’ı da ayırt etmeksizin dinlerin tarihten bugüne nasıl insanîideolojik amaçlarla istismar edildiklerini vurgulamış. Ama hemen akabinde faturayı sekülerizme kesiyor! Doğuİslâm coğrafyasında din adına üretilen şiddetin, “çektiğimiz acılar”ın birer sonuç olduğunu söyleyerek sebebi sekülerizm olarak ima ediyor. Şu kesiti alalım konuşmadan: “Fransız ihtilaliyle birlikte insanlık başka bir arayış içine girdi. Dinlerin dışında daha seküler bir dünya kurmayı tasarladı. Fakat sekülerizm dinlerden kaynaklanan şiddeti de geride bırakarak dünyayı topyekun bir savaşın içine soktu. İnsanlar da bilimsel keşiflerle atom bombasını düşünebildi. Kimyasal silahları üretti ve tarihteki savaşlarda ölen bütün insanların birkaç katını modern zamanlardaki savaşlarda kaybettik. İki büyük dünya savaşı yaşandı ve şimdi üçüncü dünya savaşından söz ediliyor.” Önce Başkan’ın “dinde insan faktörü”ne, onun olumsuz etkilerine değinip dini bunlardan ari kılarken “bilimde insan faktörü”nü neden dikkate almadığını sormalı. Nasıl din ideolojik amaçlar ile istismar ediliyorsa bilim de politikaya, ideolojiye, iktidara alet edilip atomu parçalayan yaratıcılıktan insanlığın zararına atom bombası ya da kimyasal silahlara varılabilir. Dolayısıyla din adına insanların yaptıklarından dini ayrı tutuyorsanız, atom bombasını yapan ve atanlardan da (“modernseküler” temelli) bilimi ayrı tutmanız gerekir. Başkan Görmez, “seküler” ile “laik” arasında ayrım yapmadan konuştuğu için bu iki kavramın farkına burada ben de girmeyeyim. Görmez, Amerikalılara konuştuğu için Anglofon dünyada kullanılan sekülerizmi işlerliğe sokmuş. Ama Fransız Devrimi’ne vurgusu, kavramın oradaki karşılığı olan laiklikten söz ettiğini de tartışmasız kılıyor. Başkan’ın sözlerinde Türkiye’de Diyanet ve ilahiyat camiasında 2000’lerden itibaren şevkle benimsenmiş “sekülerleşme tezinin iflası” temelli (Batı’dan ithal) çalışmaların izdüşümleri hissedilmekte. Laiklik ya da sekülerizmi toptancı bir yaklaşımla yalnızca “modernleşme sonucu dinin yok olacağı”nı öngören bir tez diye, son derece sınırlı okuyan bu anlayış, evet en çok bu, İslâm’ı bugün hem kendi içinde, hem de kendi dışında insanlıkla savaşan bir din haline getirdi. Laiklik, uç noktadaki Fransız deneyimini dahi alsanız, meseleye incelikle yaklaşan Prof. Nur Vergin’in ifadesiyle, sadece bir “pozitivist” varyant olan “laikçilik”ten ibaret olmayıp esasen bir “sosyal barış” ilkesiyöntemi. Özellikle de bir toplumda hâkim inanç formunun dışında kalan din ya da mezhep mensuplarının kendilerini güvende hissedebilecekleri bir yöntem. Ne laikliğin ne de sekülerizmin dinle bir dertleri var aslında. Evet, bunlar siyasi, hukuki, dünyevi çerçevelerde dinden bağımsızlaşma arzusunun karşılıkları. Ama kategorik olarak dine karşıtlık hedef değil. Bakın sekülerizmi 1846’da ilk kez kullanan Britanyalı George Holyoake, kavramın coğrafyada cari dinle ilişkisini nasıl anlatmış: “Sekülerizm, HIristiyanlığa karşı bir sav değil, ondan bağımsız bir sav. O, Hristiyanlığın hedef ve iddialarını sorgulamıyor, onların dışında başkalarını geliştiriyor. Sekülerizm, başka hiçbir yerde insanın arayışlarına rehberlik edecek, ışık tutacak bir kaynak yoktur da demiyor. Fakat seküler (dünyevî) gerçekte de böylesi bir ışık ve rehberlik bulunduğunu öne sürüyor”. Aslına bakılırsa sekülerizm bugünün dünyasında, Ortadoğu’sunda, Türkiye’sinde, en çok şimdi lâzım. Mezhep çatışmalarının, Ezidileri köle yapmaya, Alevileri katletmeye azmetmiş Selefi yükselişlerin karşısında herkese eşit mesafeli laikseküler duruş hiç bu zamanki kadar ihtiyaç olmamıştı. Ama Diyanet Reisi, sekülerizmin üzerine gidiyor. Hâlbuki çok değil iki buçuk yıl önce 2013 Haziran’ında Başkanlık’taki sohbette Selefiliğin içimizde ve çevremizde endişe verici yayılmasından yakınmaktaydı. Belli ki o da artık Selefilikle ancak ondan daha da Selefileşilerek mücadele edilebileceği noktasına gelmiş!.. Sekülerizme yönelik söyledikleri, Selefiliğe ezilmişlik olarak da okunabilir o yüzden. D ğını ancak savcının “Behçet seni severim, başını belaya sokma, bugün o şahıslar tahliye olana kadar benim yanımda kal’” dediği anlattı. Necat ve Nurettin Yalçınkaya isimli kardeşler 27 Ocak 1995 günü evlerinden kendilerini polis olarak tanıtan şahıslar tarafından alındı. Aynı gün karakola müracaat eden yakınları eve gelenlerin polis olmadıklarını öğrendi. İkisinin de cesedi 2008’de açılan Katarlı köyündeki su kuyusunda bulundu. Cesetlerden birinin kafasına ateş edilmiş ve diğerine de işkence yapılmıştı. Gizli tanık Aydos ifadesinde “Necat ve Nurettin Yalçınkaya’nın kan davalı düşmanları Gökçen ailesinin isteği üzerine ve yüklü miktarda para karşılığında JİTEM mensubu Abdurrahman Kurğa ve arkadaşları tarafından kaçırılıp öldürüldüğünü” söyledi. Süleyman Ünal, Arıklı köyündeki evinde 3 Nisan 1994’te askeri kamuflaj giymiş iki kişi tarafından ateş açılarak öldürüldü. Jandarma Ünal’ın PKK tarafından öldürüldüğüne dair raporlar düzenledi. Oysa Ünal, “PKK’ye üye olduğu” iddiasıyla zaman zaman gözaltına alınmış ve işkence görmüştü. Tanıklar, Ünal’a korucu olması için H. Atilla Uğur tarafından baskı yapıldığını söylüyordu. Dava daha ilk duruşma yapılmadan “güvenlik gerekçesiyle” Ankara’ya nakledildi. 5. Ağır Ceza Mahkemesi, 3 Mart 2015’teki ilk duruşmada Uğur ve Hatipoğlu hakkında kovuşturma izni alınması gerekçesiyle dosyayı HSYK’ye gönderdi. HSYK’den henüz bir cevap gelmediği gelişme sağlanamayan davada ikinci duruşma 16 Ocak’ta görülecek. D Para karşılığı cinayet Demir’in ağabeyi Habip Demir’in 2013’te müracaatı sonucu açılan mezarda Kaban ve Demir’in cesetleri bulundu. şen patlama sonucu öldükleri” bildirildi. Kızıltepe Savcısı’nca aynı gün yapılan ölü muayenesi sonucu şahısların vücutlarının parçalanmış olduğu belirlendi. Ölü muayene tutanağında şahısların kimlik bilgilerine de yer verilmesine rağmen cesetler ailelerine teslim edilmedi. Demir’in ağabeyi Habip Demir 2013’te savcılığa müracaat ederek “kardeşinin cesedinin İpek Mahallesi’ndeki mezarlıkta olduğunu duyduklarını “ söyledi. Açılan mezarda Kaban ve Demir’in battaniyeye sarılmış cesetleri çıktı. Yusuf Çakar, PKK üyesi olmak suçundan gözaltına alındı, ancak Mardin Başsavcılığı’nca serbest bırakıldıktan sonra bir daha kendisinden haber alınamadı. Çakar’ın cesedi 1 Aralık 1992’de Kocasırt köyü yakınlarında bulundu. Aynı gün, İzzettin Yiğit, Mehmet Ali Yiğit, Nuri Yiğit, Abdulvahap Yiğit, Abdulbaki Yiğit, Abdurrahman Öztürk, Tacettin Yiğit PKK kıyafeti giymiş kişilerce evlerinden alınarak Tuzluca mezrası yakınlarında öldürüldü. İncelemede Çakar ve 7 kişinin öldürülmesinde aynı silahın kullanıldığı ortaya çıktı. Jandarma, cinayetleri PKK’nin işlediğine dair tutanak düzenledi. Ancak tanıklar PKK’nin mezraya hiç gelmediğini ve tehdit almadıklarını, söyledi. Cinayetleri işleyenlerin üzerinde PKK kıyafeti olduğunu anlatan tanıklar, 3040 metre ileride de sivil kıyafetli şahısların olduğunu söyledi. Gizli tanık Oğuz da PKK sempatizanı köylülerin, JİTEM tarafından öldürüldüklerini anlattı. PKK’ye yardım suçundan cezaevinde olan Kemal Birlik ve Zeki Alabalık 28 Mart 1995’te Kızıltepe Cezaevi’nden tahliye edildikten sonra kendilerini karşılamaya gelen Abdulbaki Birlik ve Zübeyir Birlik’le birlikte kaçırıldı. Bir tanık, kaçırılanların etrafının askerler tarafından sarıldığını söylemişti. Hasan Atilla Uğur’un cezaevindeyken Kemal Birlik’i “çıkışını bekliyorum” diyerek tehdit ettiğini söyleyen tanığın yanı sıra Birlik’in tahliye olmadan önce ailesine yazdığı mektupta “Ya kalabalık gelin, ya da gelmeyin” dediği ortaya çıktı. Gardiyan Behçet Kurt da Uğur’un, Kemal Birlik’in ne zaman tahliye olacağını öğrenmeye çalıştığını söylüyordu. Bu durumu tahliye günü dönemin cezaevi savcısı Yahya Akçadırcı’ya anlattı Helikopterden attılar Cezaevinden ölüme... ‘Sempatizan’ diye infaz Yine sürgün dava... BİTTİ Ozkan kardeşler cezaevinde buluştu zmir’deki gizli belge ve bilgi davası iddianamesinde ilginç ayrıntılardan biri de, albay rütbesindeki iki kardeşin birbirleriyle yaptıkları telefon görüşmesinin, casusluğa delil olarak gösterilmesi olmuştu. Tabib Albay Ergün Özkan, Diyarbakır Askeri Hastanesi’nin başhekimliğini yapıyordu. 1 yaş küçük kardeşi Jandarma Albay Erdal Özkan ise mesleğini Ankara’da sürdürüyordu. Farklı kentlerde yaşayan kardeşler, sık sık birbirleriyle telefonda görüşüyorlardı. Ancak aralarındaki telefon görüşmeleri, adli sürecin iddianamesine, kurulduğu savlanan örgütün unsurlarından biri olarak yansıtıldı. Albay kardeşler dava sürecinde İzmir Şirinyer Askeri Cezaevi’nde 22 ay boyunca hapis tutuldu. Diyarbakır Askeri Hastanesi’nin başhekimliğini yürütürken, “kumpas” davasına dahil edilen Prof. Dr. Ergün Özkan, 22 ay hapis yatmasının ve tahliyesinin ardından TSK’den ayrıldı. “Çalışmaktan soğuduğu” için şu an mesleğini yapmıyor. “Genel cerrahım ve istediğim her devlet kurumuna başvurabilirim ama çalışmak hiç içimden gelmiyor” diyen Özkan, tüm zamanını ailesiyle geçiriyor. Generalliğe yükselerek Türk Silahlı Kuvvetleri Sağlık Kurum Başkanlığı’na getirilmesine kesin gözüyle bakılan Özkan, TSK’nin kendilerini, kumpası kuranlara “kedi gibi teslim ettiği”ni bu nedenle emekliye ayrıldığını söylüyor. Özkan, tahliye edildikten sonraki dönemde TSK’den ayrılmasının gerekçesini şöyle özetliyor: “Silahlı Kuvvetler bize sahip çıkmadı. Bizi kedi gibi teslim ettiler. Bize TSK sahip çıksaydı Fettullahçı örgüt bizi tutuklayamazdı. TSK içinde bu kumpası kuranlara destek olanların olduğunu düşünüyoruz. Yoksa Silahlı Kuvvetler’in subayları bu kadar kolay içeri atılamazdı. Bu kumpası kuranlardan şikâyetçiyiz. Bizimle ilgili gerçekle alakası olmayan Aralarındaki telefon konuşması, kurulduğu savlanan örgütün unsurlarından sayıldı İ DUYGUSAL KARŞILAŞMA Ö Prof. Ergün Özkan Kedi gibi... fezlekeyi düzenleyen polislerin suçlu olduğunu düşünüyoruz. Beni sorgulayan savcının örgütün parçası olduğunu özel yetkili mahkemenin örgütün parçası olduğunu söyledik. TSK içinde destek veren irtibatlı olan personelin bulunmasını istedik. Gözaltına alınanlar seçilmiş kişiler kimse tesadüfler sonucu rastgele belirlenmedi. 357 kişinin temel özelliği Cumhuriyetçi, Atatürkçü, vatansever olmaları. Bunun için hedef seçildiler. Hepsi de değişik branşlarda kurmay subaylar. Gelecekte komuta kademesine gelme ihtimali olan, emsalleri arasında başarılı isimler seçilmiş.” Müebbet hapis cezasıyla yargılandığını, devletin güvenliğine ilişkin tek bir belgenin sızdırılmasıyla suçlandığını da anlatarak, “Benim konum olarak söylenen belgeye ulaşmam söz konusu bile değildi. Diyarbakır Askeri Hastanesi’nin başhekimiydim ben. Doktorum. Bu tür belgeler hastanede bulunmaz. Söz konusu belge kurmay subaylar tarafından işlem yapılan kolordu karargâhlarında bulunur. Dijital bir belgede benim ismim yazıyor. Sonuçta bunu ben göndermişim gibi not düşülmüş. Stephan King romanlarında yapılan bir kurgu bu. Orada Adile Naşit yazsaydı o mu suçlu olacaktı. Karışıklık olmasın diye belgeyi ora Casus kimliğini yazar mı? ya koyanlar benim kimlik numaramı da yazmışlar. Suçladıkları kişilerin hepsinin dijital belgede kimlik numaraları da yazıyor. Böyle bir casusluk örgütü olabilir mi?” diye soruyor. Ergenekon, Balyoz davalarındaki kumpaslardan cesaret alarak yeni kumpas davaları kurulduğunu, Balyoz’da gözden kaçırılan subayların “casusluk davası”nda yeni bir çuvala konulduğunu söylüyor. Aramalarda bulunduğu savlanan dijital verileri polislerin, “elleriyle koymuş gibi” bulduklarını, şifrelerini de kendileri yazdıkları için kolayca kırdıklarını anımsatıyor. Kardeşi Erdal Özkan’ın da, Jandarma Genel Komutanlığı’nın bilgisayar biriminde görevliyken bu operasyonun başladığını söylüyor. Fethullahçı örgütün bu birime sızamadığını anlatarak, “Kardeşim Kara Harp okulu mezunu, ODTÜ Bilgisiyar ve Ankara Hukuk Fakültesi mezunu. Albay rütbesinde Jandarma Genel Komutanlığı’nda bilgisayarcı olarak çalışıyordu. O da benimle aynı yerde hapis yattı. Benden üç ay önce tahliye oldu. Özellikle bu birimi işgal edemiyorlardı. Sapasağlam bir birimdi. Burada çalışan 13 kişiden 11’i sanık haline getirildi. 6’sı tutuklandı ve yargılanıyor. Bu şekilde çalışanlar pasif görevlere aldırıldı ve amaçları tamamlandı. Kardeşim hâlâ pasif görevde” diyor. rşızkan, kardeşiyle hapiste ka r: ıyo lat an le şöy laşma anını da ışıyorum “Kardeşime ulaşmaya çal Tele. rum ıyo am şar ba ama bir türlü ınlay an u un uğ old lı pa ka fonlarının dü ını dığ alın ca onun da gözaltına . tım çık da klı Ha . şünmeye başladım tiri ir’e ge Ankara’dan kardeşim İzm Merkez ir İzm le şim rde ka biz liyor ve nde buluşesi an Komutanlığı nezareth ları arakış ba lı rak tuk. Herkesin me tık. Ardınsında birbirimizle kucaklaş da beam dan kardeşim o sıkıntılı ort dı. Sonlda fısı ler nim kulağıma bir şey ara fırlatval ha rıp ldı ra da ben onu ka raller altım. Herkes gözaltında mo den sene tüst olmuş, sıkıntılı. Bizim orlar. Eşi vindiğimizi anlamaya çalışıy kardeşiu Mehtap’ın hamile olduğun ince ikiren öğ ını cağ ola min de baba ı. O anmiz de mutluluktan zıplad ğişiyor. de ı vas da nezarethanenin ha sediyohis zu mu ğu Dünyadan koptu istemeleriruz. Çünkü uzun zamandır rdu. Baba ne karşın çocukları olmuyo zaltına gö n gü olacağı haberini aldığı aevinde yaalınıyor kardeşim. Biz cez oldu. Adıtarken kardeşimin çocuğu u da celuğ nı Defne koyduk. O mutlu 1. yaş güzaevinde yaşadı. Defne’nin u. Bunları old liye tah la nüne üç gün ka unutamıyorum.” Bİ TT İ ABD’de Gülen’e şok Erdal Özkan, kızı Defne ve eşi Gülen hareketine yakınlığıyla bilinen Chicago merkezli Concepts Schools adı altındaki 30 charter okulunun, 20032013 yılları arasında 5 milyon doları ERate programı aracılığıyla devletten “hileli” yollarla aldığı ve “suiistimal” ettiği iddia edildi. Chicago SunTimes gazetesine göre devleti hortumlamakla suçlanan okullar incelemeye alındı. ERate programı, ekonomik olarak dezavantajlı okulların ve kütüphanelerin iletişim ihtiyaçları için devletin fon dağıtım programının adı. İddianın 17 Aralık’ın yıldönümünde basında yer alması dikkat çekti. C M Y B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear