25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 16 OCAK 2014 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER HSYK Kaldırılmıştır, Görevlerini Adalet Bakanı Yapar! Propaganda M eclis’e getirildiği şekliyle yasalaşması durumunda HSYK’yi yeniden düzenleyen yasa teklifinin (tasarı değil) özü ve özeti başlıktaki gibidir. Bu takdirde, anayasanın 138. maddesi ile ilgili “ölüm ilanı”na, anayasanın 159. maddesinin de öldüğünü eklemek gerekecektir. HSYK, 12 Eylül referandumundan sonra yeniden oluşturulmuş, kurulun büyük çoğunluğu Türkiye’deki 11 bin yargıç ve savcının oyları ile seçilmiştir. Hoş, bu seçimin ne kadar demokratik ve eşit koşullarda yapıldığı, Demokrat Yargı Eşbaşkanı hâkim Orhan Gazi Ertekin’in “Yargıçların Eşekli Demokrasi ile İmtihanı” adlı eserinde etraflıca anlatılmıştır. “Bakanlık eşeği aday gösterse ona oy veririm” diyen yargıçtan tutunuz da Türkiye’de 11 bin yargıç ve savcının, bir listede alfabetik sıraya dizilmiş 167 HSYK üye adayı arasından, bakanlıkça önceden işaretlenen ve cumhuriyet başsavcılıklarına el altından gönderilen sıradaki adaylara 6000 civarında blok oy yığdırıp bunları seçmesine varıncaya kadar, “yargı bağımsızlığı” ve “yargıç teminatı” ile bağdaşmayan yaşanmış bir dizi olay, henüz belleklerden silinmemiştir. Dönemin Adalet Bakanı’na göre ise bu sonuç, yargıda “önceki yıllarda görülmemiş bir şeffaflığın” ve “milli iradeye uyum”un ifadesi sayılmıştır. Peki, şimdi ne olmuştur da daha aradan 3 yıl geçmeden bu şeffaf yapı bulanmış, referandumla kalıba çekilen HSYK gene kurumuş çarık gibi milli irade(!)yi sıkmaya başlamıştır? İktidar şimdi, kendi yarattığı canavarın bir “kumpas”la Silivri’dekileri yediği gibi kendisini de yiyeceği korkusuna kapılmıştır. Türkiye’yi sarsan “rüşvet” ve “yolsuzluk” operasyonunda ortaya çıkan karanlık ilişkileri görmezden gelerek, hatta gizlemeye çalışarak, kendi kafasında yarattığı bir “darbe fantezisi” ile, daha düne kadar gözbebeği olan HSYK’ye, savcılara savaş açması bu yüzdendir. İBRAHİM TÜRKEŞ Hukukçu, Felsefeci kapılmıştır. Türkiye’yi sarsan “rüşvet” ve “yolsuzluk” operasyonunda ortaya çıkan karanlık ilişkileri görmezden gelerek, hatta gizlemeye çalışarak, kendi kafasında yarattığı bir “darbe fantezisi” ile, daha düne kadar gözbebeği olan HSYK’ye, savcılara savaş açması bu yüzdendir. Ne Zaman Ters Teper? Savaşın psikolojik yönü İktidar, 17.12. 2013’te gerçekleştirilen yolsuzluk operasyonu ile “güç aşınması” yaşamaktadır. Operasyonun yol açtığı güç aşınması, bir yandan HSYK’nin Adalet Bakanlığı’nın şube müdürlüğü olması sonucunu doğuracak yasal önlemlerle, diğer yandan piyasaya bol miktarda sürülen “komplo teorileri” ile dengelenmeye çalışılmaktadır. Psikoanalizin siyaset alanındaki uygulamaları, kendisine elem ve ıstırap veren, karizmasını sarsan bir olayla karşılaşan siyasetçinin ya “fantezi”ye (güç ve sıkıntılı durumun etkilerini bastırmak için geliştirilen komplo teorisi) ya da “men etme” (olayın adını bile anmama) mekanizmasına başvurduğunu göstermektedir (Ergin Yıldızoğlu, 19. 2.2001 tarihli Cumhuriyet). Şimdi, son yolsuzluk ve rüşvet operasyonundan sonra siyasetin geliştirdiği tepkiye bir bakalım: Komplo teorisi var, faiz lobisi var, döviz lobisi var, borsa zararı var, operasyonun ekonomiye maliyeti var, var oğlu var, fakat yolsuzluk ve rüşvet iddiasına neden olan olaylar yok, ayakkabı kutuları yok, ayakkabı kutuları içindeki milyon dolarlar yok, sayım kolaylığı sağlayan para makineleri yok. Hele hele bunlardan söz eden hiç yok. Oysa toplumda şok yaratan operasyonun özü, ne faiz, ne döviz, ne de borsadır. Tartışmanın özü, yolsuzluk ve rüşvet iddiaları ile yasaların suç saydığı bu eylemlerle ortaya çıkan karanlık ilişkilerdir. Bir “darbe” fantezisi ile bütün bunları gözden kaçırıp HSYK’nin de kendilerine bağlayıp ya da son dakika gelişmesi olarak CHP’nin de desteği ile yapısını RTÜK’e benzettiler mi, “işte size bir ölü, güloynar ve gönüllü” (Dünya Şiirinden Örnekler, Charles Baudelaire’den çeviren Can Yücel)! 12 Eylül referandumu sırasında Adalet Bakanlığı’nın “kozmik” odalarında doğup gene o bakanlığın “ihtiram” kollarında büyütülen HSYK bugün, aynı bakanlığın “yasama” eli ile boğmaya çalıştığı bir “Şehzade Mustafa” dramını yaşamaktadır. Görünürdeki boğma (yok etme) nedeni, HSYK’nin Adli Kolluk Yönetmeliği’ndeki değişikliği anayasaya aykırı bulan bildiri yayımlaması, bunu hadsizlik olarak gören iktidarın da “yargıcı kim yargı Şehzade Mustafa dramı layacak?” restleşmesidir. Ancak asıl neden, “Frankeştayn sendromu”dur, iktidarın kendi yarattığı canavarın şimdi kendisine yöneldiği kuşkusuna kapılmasıdır. 12 Eylül referandumundan sonra iktidar, “anayasa dışı” ya da “anayasa gerisi” bir güç oldukları tartışmasız olan “cemaat” ve “tarikat” tipi yapıları yargının “yaşam damarları”na taşıyıp onları anayasal düzen içine çekmekle, laik, demokratik bir anayasal düzenin bünyesiyle uyuşmayan bir yargı canavarının oluşmasına neden olmuştur. Bu tespit, sadece onlarda travma yaratan bir üçüncü kişinin dışarıdan tespiti değil, bizzat kendi itiraflarıdır. “Böyle olacağını bilemedik, yanlış yaptık” beyanları, kendilerine aittir. Nitekim, referandumla oluşturulan bu HSYK tarafından 5000 aday arasından Yargıtay’a ge ne blok oyla bir gecede 160 yeni üye seçilirken o furyada Yargıtay üyesi olan bir zat, yargıç olduğunu unutup imamlığa soyunmuştur. “Hiyerarşimiz, Rabbimiz, Peygamberimiz ve kanaat önderimizdir (herhalde Fethullah’ı kastediyor) diye fetva vermeye durmuştur. (3.1.2014, Sözcü, Emin Çölaşan) Bu hiyerarşide anayasal devlet bypas edilmiştir. Anayasal devlet hiyerarşisine paralel böylesine bir “dinsel hiyerarşi” anlayışını yargıya monte eden, HSYK’yi CHP’nin arka bahçesi olmaktan çıkarıyoruz deyip ölülerin oy kullanamadığına hayıflanan bir “cemaat” desteğiyle referanduma giden iktidarın ta kendisidir. İktidar şimdi, kendi yarattığı canavarın bir “kumpas”la Silivri’dekileri yediği gibi, kendisini de yiyeceği korkusuna Köhnemiş Bir Kavga’dan, Türkiye İçin Bir Gelecek Çıkar mı? Korku Tüneli! ÇAĞATAY GÜLER B Ö. İSKENDER ÖZTURANLI ilinenlerle başlamakta fayda var. “Siyasal ve toplumsal adalet, kuvvetler ayrılığı” ile pekişir. Ama her bir kuvvet nedir? Neden “böylesi kuvvetlere ihtiyaç duyulmuştur.” Bunlar, yasama ile yargı arasında olduğunda hatırladığımız, esasında toplumsal akışın çatlaklarında biriken, bizim yaşantımız, yapıp ettiklerimiz, ekonomik ve sosyal rollerimizdir. Sıkıntının uzun zamandır burada olduğu açık. Nicedir siyasal iktidar, kendinden menkul bir “yüce istikamet adına bu çatlakları zorluyordu. Günümüzde fragmanlara ayrılarak yaşamak zorunda kaldığımız çeşitliliğimizin böylesi bir soyut istikamet adına harcanıyor oluşu dayanılmaz bir durum. Erk sahibi ile onun dünyaya ve topluma bakışı arasında çizildiği varsayılan hayali bir düz çizgi, gerçekte olmayan bir” istikamet. Foucault’dan beri biliyoruz ki “İktidar sahip olunan değil, her gün yapılıp edilen bir şey, statik değil dinamik. İktidar, ancak bir söylem bütünü ile kuruluyor.” Sorun, tayin edilmiş bir istikametin dayatmasında değil sadece. Sorun, daha çok ekonomik büyüklüklerden hukuksal dönüşümlere, şehir ve altyapı bazında ise kontrol edilmemiş bir sürekli icraat patlamasına, 2023 gibi bir idealize edilmiş hayali tarihe dayanmasında gizli. Bu ütopik steril hal için her yol mazur, makul ve mubah görünüyor, insani kirlilikler bile bu yüceltilmiş dil adına kapatılıyor. Tarihin böyle bir teselliyi Türkiye’yi yönetenlere vermeyeceği aşikâr. Giderek bu oyuna katılmak istemeyenler, tonlarına göre değişen bir aşağılanma ile “oyunbozan” olarak niteleniyorlar. Bu tonlamalar arasında “memlekete bir çivi çakmamışlık”tan “komploculuğa”, “darbecilikten” “geri kafalılığa” hatta “hain”liğe, “kumpas”çılığa dek bir dizi tanımlama ile herkesi dışlıyor. Siyasal argümanlar yıkıldıkça, sadece kendine referans veren bu dilin, köşe yazarları, TV yorumcuları, düşünce kuruluşlarına serpiştirilmiş kof aktörlerin minimal bir hokkabazlıkla sürekli onaylayıp çoğaltmaları gerekiyor. Kendine referans vermezse tükenecek çünkü. Adaletsizlik kuşkusuz ki yoksulluk getirir. Daron Acemoğlu’nun “Ulusların Düşüşü” adlı kitabında belirttiği gibi “Devlet ler gibi ülkeler de yurttaşları gücü elinde tutan elitleri devirdikleri ve siyasal hakların çok daha yaygınlaştırıldığı, hükümetin yurttaşlara karşı sorumlu ve duyarlı olduğu, geniş halk kitlelerinin ekonomik fırsatlardan yararlanabildiği bir toplum yarattıkları için zengindirler.” Kitabında, İngiltereMısır kıyaslamasında Sanayi Devrimi’nin sadece bir makineleşme değişimi değil, yeni sınıflara aristokrasiden daha eşitlikçi servet dağılımı getirdiği için zenginleştiğini, Mısır’ın bunu yapamadığı için fakir kaldığını amprik olarak gösteriyor da... B Sistemin tek sahibi AKP iktidarı, servetin kendilerinden önceki dönemlerde, eşitliksiz paylaşıldığı zannıyla iktidara geldi. Onu iktidara taşıyan en güçlü argüman buydu belki de... Hata dini referansları yüzünden, dışarıda bırakıldıklarını, Türkiye’nin seçkin bir azınlığa teslim edildiğini söylüyorlardı. Bu yüzden başlangıçta, sistemin belirli aktörlere doğru kayrılma işi bir marjla işlemek zorunda kaldı, diğerleri tamamen dışarı çıkarılmamışlardı. Son zamanlarda, kendisini sistemin tek sahibi, hatta patronu gibi görmeye başlayıp bütün yapıyı tehdit etmeye başlayınca, bu sistemin dokusuna yerleşmiş eski bir müttefik şöyle bir sertçe tokat attı. Bugün adına cemaat denilen bu yapı, öyle görünüyor ki yakın zamanda toplumsal hayattan değil belki ama devletten tasfiye edilecek. Adaletsizlik sürdükçe bu sürece başka adayların çıkacağı aşikâr. İnsanlık tarihi bunun örnekleri ile dolu. Öte yandan, cemaat de aslında toplumsal tanzimi daha ezoterik olarak savunan bir yapı. Bu tanzim pratiklerini, bir tür “dinsel arınmışlık”mükemmeliyetçi eğitim ile, bir altın nesle dayandırmakta. Sürekli yönetici adayı yetiştirerek toplumu düzenlemeye çalışan, bu yüzden hep bir ara rejim konumunda bir yapı. Bu kavgada, Beyaz Türklerin, liberal ve sol kesimlerin tamamen oyun dışı kalmaları ilk kez olan bir şey. Türk toplumunun geleceği, arkaik, totaliter tanzim dillerine teslim olmamalı. Merkez sağı bilmem o kendi muhasabesini yapar, ama solun kesinlikle, bu dillerin terkisinde muhalefet yapmaması gerekiyor. Bu tuzağı aşmak için yeni bir hikâyeye, yeni bir sözleşmeye ihtiyacımız var. Servetin dağılımı üzerine çoktandır gereken bir sözleşmeye. ‘Oyunbozan’ ir toplumbilim terimi vardır ilk kez Emil Durkheim’ın tanımladığı: “Anomi”. Değerlerin ve standartların aşınmasına bağlı olarak ortaya çıkan toplumsal karamsarlık için kullanılan bir terimdir. Standartlar, değerler ve ideallerin yokluğuna bağlı olarak bireylerde ortaya çıkan yabancılaşma, anlamsızlık ve amaçsızlık algılamasının sonucudur. Toplumsal kurallar ve değerlerin ortadan kalkması bireyleri ve toplumu bu sonuca götürür. Birey ve toplum arasındaki bağların kopmasına neden olur. Toplum parçalanıp dağılmaya başlar. Böyle durumlarda bireyler Albert Camus’nün “Yabancı” romanındaki gibi yiten eski değerler yerine “bireysel bir değerler” sistemi kurmaya yönelirler. Bu büyük karmaşanın temelini sosyokültürel çevredeki olumsuzluklar oluşturur. Siyasa, eğitim, hukuk, medya, sosyoekonomik koşullar, kurumsal yozlaşmalar bu kopma ve parçalanmayı hızlandırır. Dürüst ve ilkeli yazarların değerlendirmelerini okuduğumuzda yaşadığımız “anomi” sürecinin görülmemesi, anlaşılmaması, farkına varılmaması mümkün değil. Bu nedenle onların yaşadığımız güncel olaylarla ilgili olarak ortaya serdiği gerçekleri bir kez de ben yineleyecek değilim. Bu sürecin sürüklediği baskı ve korku fırtınasının dişleri toplumu çoktan pençesine almış durumda. Böyle durumlarda politik gündem, özgül alanların önceliklerini pelerininin altına itekleyerek sürükleyip götürür. Güncel önceliklerin maskelediği sorunların çoğunun toplumun geleceğini karartabilecek düzeye çıktığını kimse fark etmez. Olağan durumlarda asla atılamayacak adımlar böyle dönemlerde atılır. Sözgelimi sağlığın bir hak olmadığını artık kanıksanan bir yaşam gerçeği olduğunu sokuşturup insanları teknoloji kurbanı haline getirecek adımları sessizce atabilirsiniz. Bir gram altın için yüzlerce dönüm ormanının yok edilmesini sağlayacak izinleri imzalayabilirsiniz. Hava kirliliği, besin kirliliği, su kirliliği, iklim değişikli ği “ha, şu mesele!” durumuna gelir. Bunlar “ortalık durulduktan sonra” ele alınacak konulardır. Oya “ortalık durulduğunda” yitirdiklerinize ağıt düzmekten başka bir şey yapılamayacaktır. İnsanlar bırakın arkadaşlarını ve komşularını, kan bağı olan yakınlarını bile en çok gereksinimleri olduğunda terk etmeye, aldırmamaya başlar. “Anneler günü” “babalar günü” “yaşlılar günü” gelince gereği yapılacaktır. Bu sürecin genç insanlar arasında bağımlılık yapan maddelerin yayılmasını hızlandırdığını, günü kurtarsak bile bu durumun yavaşlatılmasının bile on yıllar alacağını kimse göremeyecektir. “Kentsel dönüşüm” adı verilen güncel gecekondulaşma sürecinin yol açtığı sosyal yıkımı değerlendiren kimse kalmaz. Artık kırsal kesimin kentli akrabalara yaptığı yiyecek desteği çoktan kesilmiştir. Komşuluk ilişkisi zaten yoktur, komşunun komşuyu gözetlediği hatta ihbar ettiği bir dünya kurulmuştur. Televizyon kanallarındaki kösnül dramalar, durum komedileri, kocakarı ilaçları, oturduğunuz koltuğun içini daha bir doldurmamızı sağlamaktan başka bir yararı olmayan yiyecek reklamları doğru zamanda, doğru kişilere sunulan koşullandırma hapları halinde avuç avuç yutturulur. Gerçekte hiç olmamış, olmayacak düşsel dünyalar sunulur insanlara. Birazcık gözünü açabilenlerin parmağını bile oynatma gereksinimi duymadan “kurtarıcı beklediklerini” görüp dehşete kapılırsınız. Yaşam sanki bir korku tüneli haline gelir, eğlence programlarının uyuşukluğuna sığınır kalabalıklar, gerçeklerden kaçarlar. Samuel Becket’in “Godot’yu Beklerken” oyununun kahramanları olan Vladimir ve Estragon sıkıntılarına derman olacağını düşündükleri Godot’yu iki gün bekledikten sonra daha güvenli yolu seçerler: “Hiçbir şey yapmamak!” Günümüzde olsa belki de daha akılcı bir yolu seçebilirlerdi: “Üne ve paraya kavuşmalarını sağlayacak doğru adamlara” yanaşabilmenin yollarını aramak! Propaganda, bir sanat ve bilim dalı olarak, Hitler rejimi sırasında toplumsal ve siyasal bilimcilerin dikkatini daha çok çekti. Hitler, geniş kitleleri seferber etmekte o sırada yükselen teknolojik kanal olan radyoyu kullanıyordu... Elbette devlet tekelinde olan ve tek yönlü yayın yapan bir araçtan söz ediyoruz. Propaganda Bakanı Göbels’in ünlü vecizeleri, propaganda sanatının ilkeleri arasına bu dönemde girdi. HHH Hitler’den günümüze, propaganda sanatı çok gelişti... Hem teknolojik araçlar hem de davranış bilimlerinin bulguları bu alanı çok zenginleştirdi. Bugün üzerinde durmak istediğim konu, iktidarın yaptığı propagandanın etkisini sıfırlayan, hatta tersine çeviren “seçicilik” konusu. Araştırmalar gösteriyor ki, propagandadan etkilenmesi istenen geniş kitleler, haber ve bilgilere “seçici” yaklaşıyorlar. 1) Kaynakta seçicilik: Kulak verilen lider, okunan gazete, seyredilen TV, dinlenen radyo gibi kaynakları, seçerek kullanmak. 2) Dikkatte seçicilik: Sadece bazı tür haberlere ve bilgilere dikkat etmek, diğerlerini okumamak ve dinlememek. 3) Algıda seçicilik: Okuduğu veya duyduğu haberi ve bilgiyi, içeriğine göre değil, kendi dünya görüşüne göre algılamak. 4) Yorumda seçicilik: Haberi ve bilgiyi, önyargılarına, kendi kültürüne, kendi anlayışına göre yorumlamak. HHH Bir lider ne denli otoriter, ne denli karizmatik, kullandığı kaynaklar ve kanallar ne denli yaygın ve etkili, verdiği mesajlar ne denli basit ve tekrarlanır olursa olsun, bütün kamuoyu açısından, bu seçiciliklerin hepsini aşamaz. Hatta verdiği haber ve bilgiler, herkesin gördüğü, bildiği gerçeklere aykırı olmaya başlayınca, bir süre sonra, kaynak olarak da güvenilirliğini yitirir, söylediklerinin tam tersi anlaşılmaya başlanır. İşte tam bu noktada propaganda tersine döner: Örneğin, iktidarın kendi rejimine yakıştırdığı “İleri demokrasi” sloganı, “diktatörlük” olarak anlaşılır... Örneğin, eskiden askerler için kullanılan, şimdi de Gülen Cemaati’ne yönelen yargıdaki “vesayet” suçlaması, artık iktidarın “vesayeti” biçiminde algılanır... Örneğin, inanılması olanaklı olmayan darbe, komplo iddiaları, yolsuzluk ve rüşvet olaylarının çok büyük boyutlarda ve gerçek olduğu biçiminde algılanır ve yorumlanır... Çünkü artık lider ve onun papağanı olan radyo, gazete ve televizyonlar, inanılırlıklarını ve güvenilirliklerini yitirdikleri gibi, söylediklerinin tam tersinin gerçek olduğu yönünde bir algı yaratmışlardır!
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear